Uzun yıllardan beri Avrupa ülkelerinde yabancı/mülteci düşmanlığı üzerinden siyaset yapan aşırı sağcı, ırkçı, neo-faşist akım ve partiler yükseliş içinde bulunuyor. Bu eğilim son dönemde yapılan seçimlerin sonuçlarına da yansıdı. 22 Kasım’da Hollanda’da yapılan parlamento seçimlerinde Geert Wilders’in başında bulunduğu ırkçı aşırı sağcı partinin seçimde birinci olması bunun yeni örneklerinden biri oldu.
Özgürlük Partisi (Partij voor de Vrijheid/PVV), oylarda beklenmedik bir artış elde etti. Bu parti programında camilerin ve Kuran’ın yasaklanması çağrısında bulunuyor ve Hollanda’nın AB’den ayrılması anlamına gelen Nexit’ti savunuyor. Ayrıca sınırları kapatmak, mültecilerin ve göçmen işçilerin ülkeye girmesine izin vermemek ve iklimi korumanın siyasi bir hedef olarak ortadan kaldırılmasını da istiyor. “Hollanda’nın İslamlaşmasına” karşı “kültür savaşı” da partinin ana motifi haline getirildi. Devletin en büyük önceliğinin “Yahudi-Hıristiyan, hümanist gelenek ve kültürün hakimiyetini sağlamak” olduğunu savunuyor. Seçim kampanyasının odağında da bu söylemler vardı. “Bakımda daha fazla personel, kira ve vergilerin düşürülmesi, fiyatlardaki artış” gibi sosyal sorunlar da propaganda malzemesi olarak kullanılıyor.
Bu söylemleri öne çıkartan Geert Wilders’in partisi en fazla oyu aldı. Önümüzdeki süreçte parlamentodaki 150 sandalyenin 37’sini elinde tutacak. Hollanda’nın savaş sonrası tarihinde hiçbir zaman aşırı sağcı bir partinin bu kadar yüksek oy almadığı belirtiliyor. Seçim, Mark Rutte başkanlığındaki geçici koalisyon hükümetindeki sağcı partiler için bir fiyasko oldu. Bu partilerin hepsi oy kaybetti. Türkiye kökenli Dilan Yeşilgöz liderliğindeki Rutte’nin Volkspartij voor Vrijheid en Democratie (VVD) partisinin sandalye sayısı 34’ten 24’e düştü. Görevdeki Başbakan Mark Rutte’nin iktidarda kaldığı 13 yıl boyunca izlediği yıkıcı neoliberal politikalar bu akibetin temel nedenlerinden biri oldu.
Aşırı sağın özellikle de yabancı düşmanı basıncını gögüsleyemeyen, gelişen sağcı rakipler ve kendi partisi içindeki memnuniyetsizliğin de etkisiyle parti radikal sağın, ırkçılığın ve mülteci düşmanlığının dilini giderek daha fazla benimsendi, “mülteci krizini” giderek daha fazla tartıştı. AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen ve İtalyan aşırı sağcı Başbakanı Giorgia Meloni ile birlikte mültecileri çöle terk ederek kendi başlarının çaresine bırakan Tunus’la bir mülteci anlaşması imzaladı. Sığınmacılar için aile birleşimi sayısına sınır getirdi. Tüm bunlar da Wilders’e yaradı. Çoğu zaman olduğu gibi seçmenler ‘taklit’ olanı değil ‘orijinali’ tercih etti.
Sosyal liberal Demokratlar 66 (D66) 24 sandalyeden 9’a, Christen-Democratisch Appèl (CDA) 15’ten 5 sandalyeye, ChristenUnie (CU) 5’ten 3 sandalyeye düştü. Pieter Omtzigt liderliğindeki Hıristiyan demokrat Yeni Sosyal Sözleşme (NSC) 20 sandalye aldı. Frans Timmermans’ın (PvdA-Yeşil Sol) liderliğindeki merkez sol ittifak 25 sandalyeyle ikinci en güçlü odak haline geldi. Wilders’in seçimden galip çıkması ırkçı, aşırı sağcı parti şeflerini memnun etti. Rüzgar değişti, bizimki gibi partiler Avrupa’da yükselişte vb. açıklamalar yapıldı.
***
Avrupa’nın sermaye medyası, Hollanda seçim sonucunu “rahatsız edici”, “AB’nin en kötü kabusu”, “Avrupa çapında şok dalgaları”, “Hollanda’nın sağa doğru ilerleyişi”, “PVV’nin büyük sorunlar yaratan endişe verici geri dönüşü”, “Diğer partiler için bir şok dalgası” gibi değerlendirmeler yaptı. Bu değerlendirme ve eleştiriler ikiyüzlüğün göstergesidir. Zira yabancı düşmanı, ırkçı-faşist akım ve partilerin gelişimi bu medya tarafından destekleniyor. Emperyalist sistemin hizmetinde olan medya ırkçı-faşist akım ve partilere alan açılmasını “demokratik siyasetin ve düşünce özgürlüğünün gereği” olarak savunan ve yabancı düşmanlığını her fırsatta kışkırtan bir yayın çizgisi izlemektedir.
“Sağcı sloganlarla solun klasik taleplerinin karışımı”na dayalı seçim propagandası
Hollanda’da gıda ve enerji fiyatlarındaki artış, sağlık hizmetlerindeki aksamalar, konut sorununun derinleşmesi gibi temel sosyal sorunların arttığı koşullarda seçimlere gidildi. Aşırı sağcılar bu sosyal sorunları seçim kampanyasında pervasızca istismar ettiler. “Refah devletini yeniden kurma çağrısı” bile yapıldı. İktisadi ve sosyal krizlerin yarattığı sosyal yıkım ve acıların istismarı ırkçı partinin öne geçmesinde temel önemde bir rol oynadı. İstismar edilen bir diğe konu ise göç ve mülteciliktir. Bunun kara propaganda olarak kullanılması da seçim başarısında önemli bir etken oldu. Anketler Wilders’in, gelecekleri konusunda karamsar olan, çoğunlukla durgun sanayi bölgelerinde veya gençlerin uzaklaştığı kırsalda yaşayan seçmenler tarafından desteklendiğini gösteriyor. Nitekim Wilders’in kampanyasında “İslam Hollanda’ya ait değildir” gibi ırkçı sloganların yanı sıra “Daha fazla hemşire personeli”, “Kira ve vergilerin düşürülmesi” gibi sosyal sorunlara dair vaatler içeren sloganlar da yer aldı.
Amsterdam Üniversitesi’nden Profesör Sarah de Lange, “Wilders’in seçilmesinin ana nedeni, göçmen karşıtı gündemi ve ardından hayat pahalılığı krizi ve sağlık hizmetleri konusundaki tutumuydu” derken önemli bir gerçeğe dikkat çekiyordu. Zira sermayenin siyaset uzmanları bile Wilders’in seçim zaferini, “Sağcı sloganlarla klasik solcu taleplerin karışımı” propaganda yapmasına bağlıyorlar.
İktisadi, sosyal ve siyasal kriz, ırkçı-faşist ve aşırı sağcı partilerin güçlenmesinin objektif koşullarını oluşturuyor. Bu krizlerin yanı sıra burjuva politik yaşamın ve burjuva parlamenter sistemin krizde olduğu, toplumsal sorunlar karşısında işlevsiz kalan klasik düzen partilerine güvenin sarsıldığı, sosyal, iktisadi ve toplumsal sorunların ağırlaştığı koşullarda izlenen radikal politikalar etkili olabilmekte ve bu, ırkçı-faşist akımların güçlenmesinin zeminine dönüşebilmektedir.
Seçim sürecinde Wilders, Hollanda’yı “büyük bir sığınmacı evi” olarak tasvir etti ve sığınmacıları şeytanlaştırmaya odaklandı. Oysa düşük ücretli, geçici işler için kronik işçi sıkıntısı çeken Hollanda ekonomisi, işçi göçünden uzun süredir yararlanıyor. Göç uzmanı Leo Lucassen, “Satış, lojistik, mezbaha, tarım ve bahçecilik alanlarında ağırlıklı olarak Polonyalılar, Romenler ve Bulgarlar istihdam ediliyor. Orada, çoğu Hollandalının sahip olmak istemeyeceği, çalışma saatlerinin aşırı esnek olduğu koşullar altında çalışıyorlar” bilgisini veriyor. Hollanda ekonomisi için gerekli olan ucuz işgücü söz konusu olunca yabancılara ihtiyaç duyan asalaklar sınıfı, bunu emekçileri bölüp birbirine düşman etmenin aracına da dönüştürüyor.
Göçmenlik ve sığınma sorunu üzerinden tırmandırılan yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve faşizm Avrupa ülkelerinde de yükseliş içinde ve işçi sınıfını bölmenin temel aracı olarak kullanılıyor. Hollanda’da ortaya çıkan seçim sonuçları Avrupa çapında sağın güçlenmesi ve radikalleşmesinin belirtisi kabul ediliyor. Almanya’da yapılan son eyalet seçimlerinde Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinin Hessen ve Bavyera seçimlerinde en güçlü ikinci parti olarak ortaya çıkması, İsveç, Fransa, İtalya, Slovakya, Finlandiya ve Polonya’da ırkçı-faşist partilerin seçimlerde başarı elde etmeleri bunun kanıtı sayılıyor.
Dünya genelinde sermayenin neo-liberal saldırı politikaları, sınıfın mücadelelerle kazanılmış iktisadi ve sosyal haklarını peyder pey gasp etmeyi sürdürüyor. Bu saldırıya karşı devrimci bir sınıf hareketinin gelişmemesi sermayenin işini kolaylaştırıyor. Sosyal sorunlar ironik bir şekilde siyasal gericiliğin yanı sıra ırkçılığın ve yabancı-göçmen düşmanlığının yükselişine zemin oluşturuyor. Kapitalist düzen yarattığı sorunlara karşı taplumsal hareketlerin gelişmesini engellemek için ırkçı-faşist akımları adım adım güçlendiriyor. Avrupa’da görülen ve seçim sonuçlarına yansıyan da budur.
Bu kısır döngü, ancak ilerici-devrimci akımların sömürüye ve ırkçılığa karşı mücadeleyi birleştiren bir eksen oluşturması, işçi sınıfını, göçmen emekçileri, gençliği ve kadınları bu eksende birleştirmesiyle kırılabilir.