Üzerinde oynanmış delili yutturmak - Özgür Mumcu

  • Arşiv
  • |
  • Düzen cephesi
  • |
  • 12 Nisan 2012
  • 00:29

Belki unutulmuştur. 8 Mart 2005 günü Türkiye’nin her yerinde Kadınlar Günü’nü kutlamaya çalışanlar sistematik bir şekilde saldırıya uğradı. Polis, copunu, yumruğunu ve tekmesini kadınlardan esirgemedi. Ellerinde sadece pankart olan kadınları yerlerde sürükledi, copladı. Bazılarının yüzleri tekmelendi.

Haklarını yemeyelim, iktidar partisinin bazı yetkilileri olan biteni hemen kınadı. Bu kınamada bir AB toplantısı nedeniyle Türkiye’de bulunan ve olanlardan ‘şoke’ olduklarını söyleyen bazı AB yetkililerinin payı olduğunu ileri süren münafıklar da olmadı değil. 2005 senesinin Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin kimseleri kırmaya kıyamadan şöyle demişti: “Hanımlara biraz daha nazik davranmakta yarar var. Emniyet mensuplarımız bir-iki uyarı daha yapsalardı, sanıyorum kendiliğinden dağılırlardı. Biraz ölçünün kaçırıldığını düşünüyorum.”
Dönemin Meclis Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı AKP’li Mehmet Dülger ise konu hakkında duygu ve düşüncelerini arifane bir şekilde belirtmişti:
“Bu çeşit şeyler bizde daha yeni. Yaşayarak öğreneceğiz. Onlar da bir günde gelmedi bu noktaya. Ama önemli olan, kabul ettirilmeyi beklemeyelim. Biz kendiliğimizden bunu yapalım.”
Sayesinde 2005 senesine kadar memlekette hiçbir gösteri yapılmadığını, böyle şeylerin bizde yeni olduğunu da idrak etmiştik.
Mesela TBMM’nin resmi internet sitesine göre AKP Gaziantep Milletvekili Nurettin Aktaş herhalde parti büyüklerinin söylediklerini dinlemeden aceleyle konuştuğu için biraz boşa düşmüştü:
“Batı basını gibi davranıyorsunuz. Bizdeki basın kadar çifte standartlı davranan başka bir basın yok. Başörtülüler olunca sormuyorsunuz da başkaları olunca soruyorsunuz.”
Oysa 2005 senesinin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Financial Times gazetesine verdiği söyleşide ne kadar açıktı: “Bu şeyi gizleyemeyiz. Oldu. Ancak önemli olan soruşturulması ve hata varsa ceza verilmesidir.”
Ceza verdiler mi peki? Verdiler, verdiler...
Kadınların ağzına tekme vuran polisin Çevik Kuvvet Şube Müdürü’nü dostlar AB’ye uyumda görsün diyerek bir aylığına kızağa çektikten sonra İstanbul’un büyük bir ilçesinde emniyet müdürlüğüne, sonra da Asayiş Şube Müdürlüğü’ne tayin ederek hayattan nefret ettirdiler. Gazeteler bu terfiyi ‘Tekmeye terfi’ manşetiyle verdi.
Bayram değil seyran değil, maksat AKP’ye çamur atmak olsun diye bu yedi senelik dayak ve terfi hikâyesini hatırlatıyor değilim. Bu, zamanının meşhur dayak hikâyesini hatırlamamın sebebi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bir kararı.
Karar yaklaşık 20 gün önce verildi. Aynı gün İstanbul’da değil Malatya’da da polisin dövdüğü kadınlar vardı. Onlar AİHM’ye başvurdu. Mahkeme, Pekaslan ve diğerleri kararında, Türkiye’nin insanlık dışı ve aşağılayıcı muamelede bulunduğuna  ve toplantı özgürlüğünü ihlal ettiğine oybirliğiyle karar verdi.
Bu zaten şaşırtıcı olmayan bir karardı. Fakat işin tuhaf kısmı, kararın 61. paragrafında saklı. Hükümetimiz, mahkemeye kuvvet kullanımının orantılı olduğunu ispat etmek için bir video kaydı gönderiyor. Ancak mahkemenin ifadesiyle o video kaydı kesilmiş. Yani birileri tarafından ‘edit’ edilmiş, mahkemeye sunulabilir hale getirilmiş.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de ne yapsın, zaten başka delillerle insan haklarını ihlal ettiğine ikna olduğu devletimiz hakkındaki kararında bir paragrafla da olsa bu tuhaf durumu kayda geçirmiş.
8 Mart 2005 tarihinden sonra yurt sathında görülen coplu, tekmeli dayak sahnelerini aman da Evropa’ya rezil olduk diye kınayan yetkililerden ‘tekmeye terfi’nin hesabını soramadığımız için AİHM’ye montaj masasında kesilmiş kaset göndermelerinin hesabını da soramayacağız muhtemelen. Aralarında memleketi bir daha rezil etmek istemeyenler varsa naçizane tavsiyem, bir daha AİHM’ye video kaydı göndermemeleri, gönderirlerse de kaydı montajlamak gibi uğraşlara girmemeleri.
Neticede adalet her gün aynı pilavı yemez. En azından bazı adalet mercilerini editle, montajla, şantajla terbiye etmek zor iştir. Arz ederim.

Radikal / 12.04.12