1800’lü yılların ortası, İstanbul. Aslında öğretmen olan Ali Suavi, gazeteciliğe Muhbir’de çalışarak adım attı. Yayınladıkları yazılar hükümeti kızdırınca 1867’de çıkan emirnameyle gazete bir aylığına yasaklandı. Emirnamede, gazetenin hükümet aleyhine yazılar yayınlamayı alışkanlık haline getirdiği için matbaasının kapatıldığı açıkça yazıyordu. Gazete özel bir sayı çıkararak bu emirnameyi de yayınladı ve “hükümet aleyhine” yayınlarına bir yenisini ekledi. Bir ay sonra açılan gazete ancak 55 sayı yayınlanabildi, sürgüne gönderilen Ali Suavi, önce Londra’da, sonra da Paris’te gazete çıkarmaya devam etti. Abdülhamit tahta çıkınca İstanbul’a döndü. 18 Mayıs 1878’de Basiret gazetesinde, “yarın önemli şeyler olacağını” yazdı. Ali Suavi o gece 50 kişiyle birlikte bir mavnaya binerek Çırağan Sarayı’nı bastı, amaçları 2. Abdülhamit’i devirerek 5. Murat’ı tahta çıkarmaktı. Eylemleri başarısız oldu, Ali Suavi 37 yaşında Çırağan Sarayı’nda öldürüldü.
Ölümünden 150 yıl sonra yayınlanan kitaplar kendisinden “devrimci gazeteci” diye bahsediyor. Şimdi yaşasaydı teröristti. Osmanlı’da terörist sözcüğü henüz dolaşıma girmemişti ama o zaman da Ali Suavi’nin “devlet düşmanı/toplum düşmanı” anlamlarına gelen bir sıfatla tanımlandığına şüphe yok. 2000’li yılların “teröristlerinden” 150 yıl sonra nasıl bahsedileceğini ise zaman gösterecek…
Ali Suavi’nin saray baskınından yaklaşık 150 yıl sonra basında çok şey değişti. Artık gazetecilerin sadece yazdıkları değil tüm hayatları kontrol altında. Sürekli dinleniyor, izleniyor, ileride “haklarında delil oluşturmak üzere” her hareketleri, sözcükleri, özel hayatları fişleniyor. Yazdıklarına baskı kurmaya ise artık gerek kalmadı. Tüm hayatı baskı altında olan gazeteciler, otosansür konusunda çoktan ustalaştılar.
Örneğin, bir medya patronu gazetecilerin tüm hayatlarını kontrol etmek üzere hazırlanmış bir “tüzüğü” gururla kamuoyuna açıklayabiliyor. Etrafına topladığı gazetecilerin oluşturduğu “akşam yemeği tablosu” pür dikkat kendisini dinlerken hiçbir itiraz yükselmiyor. İtiraz edecek gazetecilerin bazıları hapiste, bazıları geçimini sağlama zorunluluğu ve yükü altında “dışarıda hapiste”, bazıları çok önceden işten atılmış, hatta basından aforoz edilmiş.
Doğan Yayın Holding’in birkaç hafta önce açıkladığı, devrimci gazetecilerin onayını alabilmesi şöyle dursun, Anayasa’ya bile aykırı maddeleri olan “Yayın İlkeleri”nden bahsediyorum. Ve Aydın Doğan’ın geçen Salı akşamı yaptığı açıklamasından: “Biz bağımsız ve tarafsız yayıncılık derken, kimileri bunu militan gazetecilik için bir vize olarak gördü. Bazı medya mensupları kendilerini kurumlarının üzerinde, adeta bir hükmi şahsiyet olarak algılamaya başladı. Çünkü bizim ilkemiz bağımsız, tarafsız gazeteciliktir. Bazı arkadaşlarımız buna ayak uyduramadı.”
Bırakın sarayı basmayı, isyan etmeyi, devrimciliği, iktidarın hoşuna gitmeyen birkaç kelime etmek bile artık tüm gazetecileri “militan” yapabiliyormuş. Militanlık ucuzlarken, insanlar da ucuzluyor tabii. Gazeteciler, patronları için “alınıp-satılabilecek”, “kullanıp-atılabilecek” metalara dönüşüyor. Yoksa “Yayın İlkeleri” diye sunulan ve basın çalışanının tüm hayatını ipotek altına almaya çalışan, satır aralarında tehditler gizlenmiş bu metin nasıl açıklanabilir ki?
“Yayın İlkeleri”, Anayasa’ya aykırı bir şekilde, siyasi partiye üye olmayı ve siyasi mitinglere katılmayı yasaklamakla kalmıyor, gazetecilerin evlerine siyasi pankart asmalarını bile yasaklıyor. “İlkelerin” en evlere şenlik kısmı da şu olsa gerek: “Doğan TV çalışanları görev ve işleriyle ilgisiz bir konuda (örneğin semtlerinde yol inşaatı, sokak hayvanlarının bakımı) görüş belirtiyorlarsa, bu görüşün Doğan TV Holding’in tavrını yansıtmadığı, bireysel olduğu açıkça belirtilmelidir.”
Evinizin duvarı, sokakta beslediğiniz kedi, Twitter’da yaptığınız espri… Eğer bu holdingte çalışıyorsanız hiçbiri sizin değil. Her şey patrona ait. İşten atılanlar ise militan, hapse atılanlar zaten terörist. Tüm bu tanımlamalar henüz hiçbir yere “atılmayanlar” için birer tehdit.
Tarafsızlık mı demiştik? Yazılı bir metnin tarafsızlığının oksimoron oluşu tartışması başka bir yazının konusu. Ama Aydın Doğan’a bir haberim var: Kendi gazetelerinde çalışan birçok gazeteci de dahil olmak üzere aslında biz gazetecilerin çoğu tarafsız değiliz.
Tarafsız değiliz, gerçeğin, doğrunun, ezilenin tarafındayız. Başka türlü gazetecilik yapılamayacağını da biliyoruz. Basit gazetecilik faaliyetini “militanlık” olarak tanımlayan, çalışanlarını meta olarak gören patronların bunu anlamasını da beklemiyoruz.
Onu da, biz gazetecileri de 150 yıl sonra başka kitaplar, başka sıfatlarla yazacak, biliyoruz.
BirGün / 18.02.13