Suriye krizi ve Irak’ın geleceği - Henri J. Berkey

  • Arşiv
  • |
  • Irak
  • |
  • İsrail
  • |
  • G. Kürdistan
  • |
  • 02 Ocak 2013
  • 11:40

Çağdaş Ortadoğu kargaşasında dikkat çekmeyen bir paradoks var. Suriye, yaklaşık 20 milyon nüfuslu, ekonomik bakımdan fakirleştirilmiş; 23 ay öncesine kadar siyaseten durgun bir ülkedir. Bunun aksine, sosyal bakımdan hiçbir zaman rahat yüzü görmemiş, kadîm enerjisi harekete geçmiş Mısır’ın ise Suriye’den dört kat fazla, 80 milyonluk nüfusu var. Ancak Ortadoğu’da şiddet selinin ve istikrarsızlığın önünü açacak olan Mısır’daki çok partili siyasi cambazlıklar değil Suriye’deki kıyımdır. Doğal akışını sürdürmeden önce, mevcut bazı rejimleri felâkete sürükleyebilir ve hatta bölgenin I.Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan sınırlarını değiştirebilir.

Suriye’deki ayaklanmanın neticesinde Irak’ın dolayısıyla da Ortadoğu’nun kaderinin muallâkta olması yüzünden böyledir. Suriye’deki iç savaşın Lübnan, Ürdün, Türkiye ve hatta (Golan Tepelerindeki Dürzîler üzerinden) İsrail’e taşması genelde kaydedilmişse de şaşırtıcıdır, Batıdaki merkez medya Suriye’nin Irak’la sınırdaş olduğunu unutmuş görünüyor. Irak’ın stratejik konumu, orada kesişen mezhep ve etnik fay hatları, Irak’taki bir içpatlamayı bölgenin uzun vadeli istikrar ve refahına karşı büyük bir tehdit haline getirmektedir. Şok dalgaları – dizginlenmemiş etnik ve mezhep çatışmaları, muhtemel devletlerarası müdahale ve savaş, çok daha yüksek petrol fiyatları – hiç kimseye aman vermeden uluslararası ekonomiyi sarsabilir.

Suriye krizini 2011 Mısır devrimi ve sonrasıyla kıyaslamak faydalı olacaktır. Sadece birkaç yıl evveline kadar, bir gün gelip de Müslüman Kardeşler hükümetinin seçim yoluyla sağlam Batı yanlısı Mübarek rejiminin yerini alacağı söylenseydi bölgedeki ve Batıdaki çoğu başkent korkudan titrerdi. Mısır’da ordu desteğindeki yönetim, vahim sonuçları olmadan veya en azından şimdilik, bölgedeki güç dengeleri üzerinde çarpıcı değişimlere yol açmadan çöktü. Mübarek’in yönetimden çekilmesini Kahire’de yeni bir İsrail ve Batı karşıtı güç merkezinin habercisi olarak farzeden İran fena halde hayal kırıklığına uğradı. Mısır’ın yeni Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi bölgesel siyasette hünerli bir realpolitikçi olabileceğini özellikle de 2012 Aralık tarihli bir diğer Gazze krizi sırasında ispatladı.

Düzensiz ve yeterli silahı olmayan bir muhalefet hareketinin Suriye’deki polis devletini dizleri üstüne çökerteceği fikri yine birkaç yıl öncesine kadar fantezi addedilerek göz ardı edilirdi. Ancak şu an gözlerimizin önünde cereyan ediyor ve rejim çöküşünden doğacak neticelerin, Mısır’da şimdiye değin görülen neticeler kadar evcil olması muhtemel değildir. Bu farklılığı açıklamamıza yardım edecek üç neden var.

Birincisi, akan kan ve zaman. Mısır’ın dönüşümü, Suriye’deki ayaklanmanın aksine, nispeten kansızdı. Mısır’da yaklaşık 1.000 kişi hayatını kaybetmişti; Suriye’de ise 40.000 kişi hayatını kaybetti ve bu sayı giderek artıyor. Mübarek’in düşüşü çabuk oldu:  15 Ocak 2011’de protestolar başladı; 2011 Şubat’ında Mübarek gitti. Esad rejimi ise daha sonra iç savaşa dönüşen iç kargaşada 20 aydan fazla bir süreyi atlattı. Tüm göstergeler, Şam’daki Baas rejiminin elden geldiğince savaşmaya devam edeceğine işaret ediyor. Bugünden itibaren bir yıl sonra Şam’dan uzakta bir toprak parçasında da olsa hala iktidarda olduğunu gören bir kimse şaşırmamalıdır.  Bununla birlikte, kan dökmenin çapı ve süresi, Suriye’nin siyasi teşekkülünü kalıcı olarak bozacaktır. Halk ayaklanmasının bir şekilde durulması ne kadar uzun sürerse toplumdaki siyasi bölünmeler de o denli fena olacaktır.

İkincisi, Mısır devleti, Mübarek’in düşüşüyle birlikte çökmedi. Mısır devleti ve bürokrasisi geçmişte fevri, verimsiz ve kabiliyetsiz olsa da başlıca istikrar ve istihdam kaynağı olmayı sürdürmektedir. 2011 olayları bu kurumlara pek dokunmamıştır. Sonuç olarak Müslüman Kardeşler büyük ölçüde el değmemiş bir devlet yapısını mirâs aldı her ne kadar bu yapının yeni liderliğe ne derece sâdık olduğu henüz belli değilse de. Nitekim bu yapıların çatısı altında şekillendiği tür ile yeni liderliğin türü farklıdır. Oldukça mezhepçi olan Suriye devletinin ise iç savaştan sağ çıkması muhtemel değildir. Bunun bir nedeni de Nusayri çekirdeğin ve onlarla işbirliği yapan Sünni ortakların, Mısır’a kıyasla şahsileşmiş ve kurumsal olmayan bir düzenleme içerisinde fiziki güvenliklerinin artık kalmayacak olmasıdır. Ancak bir diğer nedeni de ülkenin yaşadığı fiziki yıkımdır. Esad’ın ayaklanmacıların eline düşmüş şehirleri dümdüz etme politikası sırf fiziki altyapıyı değil karakollardan, belediyelerden her tür bürokratik kayda kadar devlet araçlarını ve kurumlarını da imha etmektedir. Daha kötüsü, daha fazla şiddet ve yıkımın yolda olmasıdır. Eğer çatışma Şam’da şiddetli bir tararruzla zirveye çıkarsa, Suriye devletinin bakiyeleri berbat bir fiziki ve ruhi şiddete mahkûm olacaklardır. Devralınacak bir devlet kalmayacaktır. 

Üçüncüsü, yine Suriye’nin aksine Mısır oldukça homojendir/türdeştir. Yıllar süren ayrımcılığın güçten düşürdüğü kayda değer bir Kıptî azınlığı var fakat Kıptîlerin siyasi emelleri, bölgede akraba bağlantıları veya toprak talepleri yok. Kıptîler bir Mısır olgusudur ve bölgedeki çoğu azınlık grupları gibi sınır aşan nitelikler sergilemezler. Suriye ise iki önemli mezhep ve etnik fay hattı üzerindedir. Zaten heterodoks olan Şia İslam’ın da heterodoks bir koluna mensup olan yönetici Nusayriler Şia hâkimiyetindeki İran’ın ve Lübnanlı para-militer grup Hizbullah’ın desteğini almaktadır. Bölgenin tomurcuklanan Sünni-Şii ihtilafında, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini İran’a karşı yarıştıran Suriye, önemli bir ödüldür. Bağdat’ta Şii gücünün yükselişiyle birlikte önemi daha da artmıştır. 1980’lerde S.Arabistan, Kuveyt ve diğer Körfez ülkelerinin Saddam Hüseyin’in İran Devrime karşı yürüttüğü savaşı destekleyip maddi destek verdikleri hatırlanmalıdır. O mezhep husûmetleri, bölgenin ensesine yapışmayı sürdürmektedir.

Suriye Arap-Kürt, Fars-Kürt ve Türk-Kürt ayrışmasının da birleşim noktasıdır. Mevcut iç savaşın yüreklendirdiği Suriyeli Kürtler ulusçu bir sarhoşlukla salınıyorlar. Şam, Kürtlere gaddar davranmış, pek çoklarına vatandaşlık vermemiş; okul, hastane ve diğer devlet hizmetlerine erişmelerine izin vermemiştir. Hür Suriye Ordusuna ve muhalefetteki diğer siyasi gruplara güvenmeyen Kürtler, kendi güçlerini pekiştirmek üzere kenarda durdular. Suriyeli Kürtlerin şu anki stratejisi, iç savaşın muhalefeti ve merkezi yönetimi zayıflatmasına ve katliam sona erdiğinde onlara daha güçlü bir pazarlık konumu verecek olmasına dayanmaktadır.

Suriye’de Kürt bölgesindeki gelişmeler Hem Türkiye hem de İran için alarm vericidir. Suriyeli Kürtler Esad sonrasında Irak Bölgesel Kürt Yönetimine (BKY) benzer şekilde kayda değer bir özerklik kazandıkları takdirde iki Kürt bölgesi bir miktar öz yönetime sahip olacaklar ve şüphe yok ki bir yere kadar eşgüdüm halinde hareket edeceklerdir. Türkiye ve İran üzerindeki özendirici etkisini kuşatıp sınırlandırmak güç olacak. Türkiyeli Kürtler, merkezi yönetim gücünün Türkiye’deki tüm bölgelere dağıtılmasını çoktan talep ettiler. Uzun zamandır uykuda olan İranlı Kürt oluşumlar da uykudan kalkma işaretleri veriyorlar. Suriye’de Kürt bölgesinin ortaya çıkışı, Ankara’yla dikkatli ve ahenkli bir ilişki geliştiren BKY başkanı Mesud Barzani’nin üzerindeki baskı yaratıyor.

Ancak Suriye’deki mezhep ve etnik ayrılığın yarattığı dalgalar en çok Irak’a zarar verecektir. Suriye’nin gerçek gücü, bölgedeki rol ve nüfuzu çok abartılıyor. Suriye’nin “Arap dünyasının kalbi” olduğu inancı, bölgeye sinmiş olan büyülü düşünmeyi yansıtmaktadır.  Beşşar’ın babası Hafız Esad,  Suriye’nin kıt kaynaklarını kazandırır görünen bir diplomatik stratejide toplamak için buna oynamıştır. Suriye’nin öneminin doğrudan İsrail’e bağlı olduğunu anlamış, Hizbullah ve Hamas’ı besleyerek (gerçi İsrail’in yanlış adımları bu ikisinin ortaya çıkışında daha çok etkilidir) ve İran’ın da dâhil olduğu “retçi bir blok” kurmakta onları kullanarak yağmacı bir dış politika şekillendirmiştir. Baba Esad ve Suriye’yi uluslararası sahnede adam yerine koyulacak aktörler yapan her şeyden çok işte budur. Ülkede zaman kazanmasına, barışı ayakta tutmasına ve böylelikle kendisinin ve ailesinin yönetimini pekiştirmekle kalmayıp kötü yönetim ve ekonomik gelişme yokluğu hakkındaki eleştirileri savuşturmasına yaramıştır. Bir bakıma hiçbir şey değişmemiştir: Beşşar Esad’ın Suriye’deki iç savaşta savunma anlatısı tek bir meseleyi vurgulamaktadır: İsrail’e karşı retçi cephede Suriye’nin hayâti rolü; İsrail destekçileri, Suriye yönetimine muhalefetin gerçek kaynağıdırlar.

Şam, ilk büyük İslam imparatorluğu olan Emevi Hanedanlığının tahtıydı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde durgunlaştı; bağımsız Suriye de durgundu. Zayıf yönetilen, karman çorman haldeki ekonomisiyle güç bela yuvarlanıp gitmektedir. Hidrokarbon kaynaklar ülkede nispeten bol olmasına rağmen tarımı da gelişmemiştir. Suriye’de asırlarca geçmişi olan Sunnü tâcir sınıfı mallarını genelde ülke dışında tutarlar. Otoriter Suriye devleti, ne bulursa yiyen ahbap çavuşlardan oluşma işadamları sınıfıyla tarım ve sanayi/ticaret sektörlerinin soluk almasını engellemiştir.  

Bu sebeplerden ve coğrafyadan dolayı Suriye, söz konusu olan bölgesel siyasi önem olduğunda Irak’a kıyasla solgundur. 33 milyon nüfusu olan Irak en başta bir petrol üreticisidir. Petrol üreticisi olarak rolü zamanla da artacaktır zira yeni petrol sahaları ve hidrokarbon kaynakları keşfedilme sürecinde. Küresel petrol talebi Çin, Hindistan, Türkiye ve Brezilya gibi yükselen ekonomilerdeki büyümeden dolayı artacak; petrol daha pahalı ve bulunması zor hale gelecektir. Yer yer abartılsa da Irak’ın emelleri, bu ülkeyi küresel ve bölgesel denklemlerde mihver ülke haline getirecektir muhtemelen. Irak’ın petrol üretmi çoktan komşu İran’ın üretimini geçmiştir.

Suriye ve Irak, Sünni-Şii fay hattı üzerindedir. Suriye’deki mevcut mezhep güdümlü çatışma kadar tartışma konusudur, yönetici Nusayriler, bu Şia kolu, küçük bir azınlık teşkil etmektedirler; toplam nüfusun belki sadece yüzde 12’sini temsil ediyorlar. Nusayriler imtiyazlı konumlarını, mezheptaşlarını güvenlik bürokrasisinde üst düzey makamlara sistematik olarak yerleştiren Nusayri General Hafız Esad’a borçludurlar. Güvenlik kurumları, fakir Nusayriler – Dürzîler ve bazı Hıristiyanlar gibi müttefik azınlıklar - için istihdam ve yukarı doğru hareket kaynağı oldu. Devlet mezhepçi bir vasfa büründü. Suriye ayaklanması yâver gittiği takdirde Sünnilerin Nusayri hâkimiyetindeki devleti düşürmesiyle sonuçlanacaktır.

Durum Irak’ta ise farklıdır. Şii çoğunluk (nüfusun yüzde 55’i) 2003 Irak işgali sayesinde nihayet iktidarı ele geçirdi. Şii çoğunluğun iktidara gelişini kabullenmek, Osmanlı yönetimi ve Irak’ın bağımsız olduğu süre boyunca rakipsiz bir güce sahip olmuş Iraklı Sünniler için zordur. Sırf Irak’takiler değil bölgedeki Sünnilerin çoğu da Şia’yla ve onların Tahran’daki patronlarıyla kendilerini Manici bir mücadele içerisinde buluyorlar. Bu Sünniler nazarında, Şia kolu olan Şam’daki Nusayri yönetiminin muhtemel düşüşü, devranın bu kez kendi lehlerine dönmekte olduğunun işareti olabilir. İki ülke arasındaki geçirgen sınırlara bakınca, özellikle de Anbar ve Ninova gibi Sünni kontrolündeki vilâyetlerde,  Suriye’de bir değişimin Bağdat’taki Nuri Maliki hükümetine direnmeleri için Sünnileri daha bir güdülemesi muhtemeldir. Irak Başbakanı, Esad’ın etrafı kuşatılmış rejimini bu yüzden destekledi. Maliki’nin siyaseti, onun mezhepçi güdülerle hareket ettiğini düşünen Sünnilerin daha fazla düşmanlığını kazanacaktır muhtemelen. En nihayetinde, Iraklı Şiiler, Esad’ın Amerikan işgali sırasında Şiileri öldürmek gibi tek bir amaç adına Irak’a dışarıdan Cihatçı akışını kolaylaştırma politikasının kurbanıydılar.

Bugün Irak birbirine pmauk ipliğiyle bağlıdır. Şiddet tırmanıyor ve Maliki bölgede ona hiçbir dost kazandıramayan bir gündemle bastırırken gitgide otoriteryan eğilimler sergiliyor. Suudiler Malikiye müsamaha göstermediler ve gitmesini istiyorlar. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı hasmı haline getirdi; her ikisi de yekdiğerini mezhep çıkarlarını bölgesel çıkarların ve istikrarın önüne koymakla itham ediyor. Türkler, Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi’ye sığınma verdiler. Haşimi, Sünni ölüm mangalarının Bağdat’ta operasyon yürütmelerine yardım etmekle suçlandıktan sonra ülkeden kaçmıştı. Artan bölgesel ayrılık, “Osmanlılar tekrar İstanbul’da; Emeviler Şam’ı fethetmek üzere; Sünni Abbasi gücü Bağdat’a dönecek” dedikleri duyulan Iraklı Sünnilerin kulağına müzik gibi geliyor olabilir.

Şam’da bir Sünni zaferi bölgesel mezhebî güç dengesinde değişim anlamına gelecektir. Irak’taki Sünniler Bölgesel Kürt Yönetimi’nkine benzer bir özerklik fikrini canlandırdılar ki daha önceleri şiddetle bastırdıkları bir şeydir. Riskteki, 1916 Sykes-Picot, İngiliz-Fransız sınırlarıdır. Suriye’de kaybeden İran’ın doğal tepkisi, hâlihazırda büyük bir nüfuzunun olduğu Irak’taki çabalarını iki katına çıkarmak olacaktır. Irak’ın stratejik derinlik olmasını isteyecektir. Tahran’ın Brejnev Doktri’nin bir Şia türevini oluşturacağı bile düşünülebilir – hükümet bir kez Şia olduğunda, Şia kalır hatta ki biz Irak’ı o şekilde tutmak için seferi kuvvet göndermek zorunda olsak bile. Eğer bu gerçekleşirse Irak’ın komşuları elleri kolları bağlı oturacaklar mı?

Maliki azgın sularda seyretmeye çalışırken askeri müdahaleye varmasa bile İran’ın davranışı Bağdat’taki meseleleri son derece karmaşıklaştırabilir. Maliki Tahran’ın cebinde görünmek istemeyecek, Sünnilere bir dal uzatmaya çalışacaktır ki her halükarda çok güç bir iştir. Böylelikle Irak, Sünni-Şii savaşında yeni bir cephe hattı haline gelecektir; Suudilerin ve diğer Körfez ülkelerin bu çatışmaya hâlihazırda akıttıklarının çok ötesinde kaynak yağdırmaları beklenebilir.

Irak’ta Sünni-Şii çatışmasındaki yoğunlaşmanın Bölgesel Kürt Yönetimi için de sonuçları olacaktır. Artan petrol gelirlerinin neşelendirdiği BKY iyi iş çıkardı ama kendisini gitgide merkezi hükümetle anlaşmazlık içinde buluyor. Erbil ve Bağdat arasında bölünmeye yol açan meseleler arasında petrol-doğalgaz aramaları ve satışı, federal yetkiler ve BKY’nin hak ileri sürdüğü ihtilaflı topraklar var. Irak hükümeti, kendi izni olmadan BKY topraklarında petrol sektöründe iş yapan uluslararası şirketleri tehdit etti. Exxon Mobil, Chevron ve Total gibi büyük uluslararası petrol şirketleri BKY’deki yatırımlarını genişletmeyi, bazı hallerde de Güney Irak’taki yatırımlarından çekilmeyi veya yatırımlarını satmayı seçerek, Bağdat’ın hışmını göze almaya karar verdiler.

BKY, Ankara’yla uzlaşma/yakınlaşma politikası izliyor her ne kadar Ankara’nın kendi Kürt azınlığıyla sorunları derinleşiyorsa da. Kuzey Irak’taki Kürt emellerine uzun süre karşı çıkan Ankara, Barzani’nin dikkatli liderliği altındaki Iraklı Kürtlerin, kuzey Irak dağlarında karargâh kurmuş Türkiyeli Kürt isyan grubu PKK’yı ve Türkiyeli Kürtlerin daha cürekkâr taleplerini kuşatma çabalarında işbirliği yapması ümidiyle BKY ile barış yaptı. Türk şirketleri BKY’de hoş bir liman buldular; bankalardan dayanıklı tüketim malı üreticilerine ve inşaat firmalarına değin yüzlerce Türk şirketi bugün Irak Kürtleriyle iş yapıyor. Enerji ihtiyaçları artan Türkiye BKY’nin karbon kaynaklarını süzüyor, hem kendi ihtiyaçları için hem de Avrupa’ya sevki için. Ankara, Erbil-Bağdat arasındaki mücadelede gitgide Kürt tarafına kayıyor. BKY’ni güçlendirmek, Ankara için Maliki’yi zayıflatmanın bir yoludur.

BKY’nin de jure / hukuki bağımsızlığa dolayısıyla da Irak’ın resmi bölünmesine yol açacak bir süreci başlatmaya bugün için niyeti yoksa da Irak, Sünni-Şii çatışmasından doğan merkezkaç kuvvetlerin kurbanı olduğu takdirde bağımsızlığını ilan etmekten kaçınmayacaktır.  Türk müttefikini kendi aleyhine çevirmeye gönülsüz olan BKY lideri Barzani bağımsızlık meselesini ileri sürmeme konusunda dikkatli. Bağdat’la gerilim, petrol ve doğalgaz meselesinin ötesine geçiyor. BKY’nin Kerkük’te ve resmen federal egemenliği altında olmayan kuzey Irak’ın diğer kesimlerinde hak ileri sürmesi, tüm soruların ardında gizlice varlık gösteriyor; bunların, ertelenen referandum yoluyla çözüleceği varsayılıyor. BKY kuvvetleri ve Irak polisi arasında 2012 Aralık ayında yaşanan müsademe, her iki taraftaki soğukkanlı kişiler baskın gelmeseydi büyük bir çatışmayı ateşleyebilecekti. Irak’ta durumu karmaşıklaştıran bir diğer mesele de cumhurbaşkanının, eski Kürt lider Celal Talabani’nin sağlık durumudur; Talabani, Maliki ve Kürt liderliğini uzlaştırmayı başardığı gibi mezhep gerilimlerini kuşatmak için de çok çalışmıştır.

Bölge Kürtleri birlik değil ve Barzani’nin karşısındaki en büyük meydan okuma da burada yatmaktadır. Suriye’deki ayaklanma, bu ülkedeki Kürtleri ön plana çıkardı. Vakitlerinin gelmesini bekleyerek Suriye’deki iç savaşta şimdiye değin kenarda durdular; her iki tarafa da güven duymuyorlar. Suriye’deki Kürtler coğrafya ve siyasi mensubiyetler yüzünden kendi içlerinde bölünmüş haldeler. En geniş ve en güçlü örgüt, PKK’ya bağlı PYD’dir. Barzani, PYD ve onun çok daha zayıf muhalifi KNC’yi çeşitli fırsatlarla bir araya getirmeye çalıştı fakat başarılı olduysa eğer o da sınırlı olmuştur. PYD’nin Kürt ulusçuluğu Barzani’ninkiyle çelişiyor: Türkiye’ye karşı şiddete katılmamışsa da Suriyeli bu grup gene de hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan’a bağlı olduğunu ilan etmiştir.

Aslında iki ulusçuluk şekli arasında bir çatışma var. Biri Pan-Kürt, Sol ve militan; diğeri ise ihtiyatlı, merkezci ve BKY çıkarlarını her şeyin üstünde tutuyor. PYD’nin Barzani’ye direnişi, Iraklı Kürt liderin siyasi ve ekonomik varlıklarına bakınca, hayret-i muciptir: her şeyden evvel Washington dâhil birçok başkentte hoşça karşılanan bir toprağı kontrol etmektedir ve bahse değer bir petrol kaynağına ve petrolden türetilmiş kaynaklara sahiptir. Suriye’deki ayaklanmanın ardından Suriyeli Kürtler için pragmatik olan, kaynak ve korunma arayışıyla BKY’nin çekimine girmeleriydi. Fakat Türkiyeli Kürtlerin ulusçu hareketinin yavaş ama güçlü bir şekilde ivme kazanıyor olması ve özerklik doğrultusundaki dönüşümü büyük bir gölge düşürüyor. Türkler, Barzani ve Talabani’nin Türkiyeli Kürtler üzerinde yatıştırıcı bir nüfuz sergilemelerini ummuşlardı; her iki lider de Erdoğan’ın en vaatkâr ve en liyakatli Türk başbakanı olduğu gerekçesiyle Türkiyeli Kürtlere Erdoğan’la anlaşmalarını tavsiye ettiler işin doğrusu.

Rüzgârları ardında hisseden PKK ve Türkiye’deki destekçileri bu tavsiyeye uymaya çok gönülsüz durdular. Bu gönülsüzlük ve Erdoğan’ın durumu yanlış idare etmesi, gerilim ve husûmetin artmasına yol açtı. Tüm bunlar Barzani ve BKY’ni müşkül bir duruma düşürdü ve Suriye’deki ayaklanma ülkede Arap-Kürt çatışmasıyla son bulduğu takdirde bölge yeni bir etnik yangınla yüz yüze gelebilecektir; açtığı ilk zayiat da Irak’ın nazik istikrarı olacaktır.

Bugün pek az ülke Irak gibi dış güçlerin müdahalesine karşı böylesine hassastır/direnci zayıftır. Irak hükümeti, Irak’taki iç siyasi gelişmelerin neticelerinden korkan devletlerin tecavüzüne karşı kendini savunmak durumundadır. Dışarıdan müdahale her daim genişlemeci veya muhteşem amaçlar uğruna değildir; bazen de savunma amaçlı olur. Suudi Arabistan, çoğu Körfez ülkesi ve Ürdün, Şii gücünün neticelerinden korkmaktadırlar; İranlılar, Türkler, Suriyeliler büyük bir şaşkınlıkla Iraklı Kürtleri gözlüyorlar, başarılarının özendirici etkisinden dolayı. Yani Irak iç siyasetinin karmaşıklığı, farklı iç grupların dış güçlerin himaye ve müdahaleleri için çabalamaları da demektir. Türkmen gruplar Türkiye’yle aynı saftalar ve fırsat düştükçe Türk yetkililerini tehlikeli planlarına bulaştırıyorlar.

Uzun Irak işgali sayesinde ABD’nin bile Irak’ta güç dengesi veya istikrar gibi geleneksel bölgesel çıkarların ötesinde kaybedeceği şeyler var. Irak’ın iç savaşa düşmesi ve kargaşa, Washington’ın imajına, iç siyasetine ve elbette ki uluslararası itibarına zarar verici olacaktır çünkü Irak’a can ve mal yatırmıştır.

Irak’taki son genel seçimlerden sonra ABD, Türkiye ve İran, koalisyon hükümetinin kompozisyonunu etkilemek için müdahil oldular. Irak’taki dış aktörlerin kaçınılmaz olarak çoğalması, Irak’ın gelecekteki bütünlüğü adına hayra alâmet değildir. Irak’ın parçalanması mukadderdir belki de ama eğer bu olacaksa, Suriye’deki krizin önemi, süreci hızlandırabilecek olmasındadır.

Kaynak: The American Interest

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın

Dünya Bülteni / 01.01.13