Çırpınmaya, kurtulmaya çalışırken dört kişi ellerini, ayaklarını sıkıca tutar. Bir kişi gövdesine sarılır. Bir kişi kafasına yapışmış, sabit durmasını sağlamaya uğraşır. İki kişi çenesini birbirinden ayırma gayretindedir. Bir kişi de ağzından tükürük almaya çalışır. Bütün mücadele tükürük içindir. Kıstırılmış kişiden alınacak. Aynı sahnenin bir başka anında, o son bir kişi kıstırılmış kişinin kolunda damarını aramakta, iğneyi damara sokarak kan almaya çalışmaktadır.
Ne oluyor? Nedir bu? Kolay: Ceza Muhakemesi Kanunu madde 75 ve 76’ya göre ‘delil toplanıyor’.
Ağzından tükürük ya da kan almak için girişilen bu uğraş, ağızdan söz almak için girişilen ve ‘işkence’ diye bildiğimiz uğraşın aynısıdır.
Anayasa yasaklıyor
Nitekim, anayasa madde 38, fıkra 5 şöyle yazar: “Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.”
Ve devamla: “Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul edilemez.”
Hüküm, yanlışlıkla buraya girmiş değil, modern ceza hukuklarındaki temel bir eğilimi temsil eder, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin altıncı maddesiyle düzenlenen adil yargılanma hakkı kapsamındadır. Anayasa maddesi, esasen çok iyi bilinen ‘susma hakkı’nın temelidir. Özetle, “Sanığın ağzından zorla beyan alamazsınız” demektir.
Kanun ‘Yap’ diyor
Anayasal kural buyken CMK madde 76 şöyle der: “(1) Bir suça ilişkin delil elde etmek amacıyla, mağdurun vücudu üzerinde dış veya iç beden muayenesi yapılabilmesine veya vücudundan kan veya benzeri biyolojik örneklerle saç, tükürük, tırnak gibi örnekler alınabilmesine; sağlığını tehlikeye düşürmemek ve cerrahî bir müdahalede bulunmamak koşuluyla; Cumhuriyet savcısının istemiyle ya da re’sen hâkim veya mahkeme, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısı tarafından karar verilebilir. Cumhuriyet savcısının kararı, yirmi dört saat içinde hâkim veya mahkemenin onayına sunulur. Hâkim veya mahkeme, yirmi dört saat içinde kararını verir. Onaylanmayan kararlar hükümsüz kalır ve elde edilen deliller kullanılamaz.”
Anayasa maddesi açıktır. Kişi kendi aleyhine beyanata ve delil ibrazına zorlanamaz. Hal böyleyken, kişinin bedeninin ‘dış’tan veya ‘içten’ muayene edilmesi, kişiden ‘kan veya benzeri biyolojik örneklerle saç, tükürük, tırnak gibi örnekler alınabilmesi’ni, savcı iradesi ve/veya yargıç kararıyla da olsa, nasıl anlamak gerekir?
İkinci fıkra, ‘rızasının olması’ fıkrası, birinciye ışık tutar: “(2) Mağdurun rızasının varlığı halinde, bu işlemlerin yapılabilmesi için birinci fıkra hükmüne göre karar alınmasına gerek yoktur.”
Engizisyoncu iyilik
Aslında ikinci fıkra, ilk bakışta gereksiz bir ifadedir: Kişi ifade verir ya da delil ibraz ederse mahkeme bunu kullanacaktır. Etmezse? Birinci fıkra burada zor kullanılmasını öngörür. Zira ‘mahkeme kararı’ ya da sonradan alınacak mahkeme onayıyla sözde hukuki hale gelecek savcılık iradesi, kişi rıza göstermezse saçma hale geleceğinden, zoru doğal olarak içerir.
Susma hakkı nedir? Sanığın, istemediği sürece ağzından söz alınamamasıdır. Ağzından söz alınmasına izin verilseydi ne olurdu? Kişi susmuşsa mahkeme “Konuşturulsun” kararı alırdı. Yani eski bir hukuka giderdik, örneğin engizisyona: Kişinin ‘itirafı’nın temini için zor uygulanmasına, yani yasal işkenceye. Ağızdaki söz, ağızdaki tükürük kadar kişiye özgüdür, mahkeme kararıyla alınmasına karar verilmesi işkencedir; keza bedenin sair parçaları da öyledir: Kan, kıl, doku vs.
Engizisyona göre işkence, ‘suçlu’ya da bir iyilikti; bu çelişkili düzenlemeleri yapan ‘hukuk’lara göreyse ‘adalet’ lehine bir iyilik. (Evet, Türkiye yalnız değil, Alman hukuku bu zora ‘kişi bedeninin zarar görmemesi koşuluyla’ cevaz verir. Fransız hukuku, suçüstü hali hariç, cevaz vermez. Şu pek bel bağlanan ünlü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile bedene dokunma konusundaki devlet heveslerini hukukileştirmekten pek kaçınmaz.)
Türkiye yalnız değil
Evet, Türkiye yalnız değil dedik, kapitalizmin bütün kötülükleri gibi evrensel bir kötülükle karşı karşıyayız. Peki, bu ‘ortaklık’tan ne anlamalı? Ağızdan zorla ‘söz’ almayı yasaklayan bir hukuk, bedenden parça, ağızdan tükürük almayı nasıl serbest bırakır?
Cevap, söz konusu ‘hukuk’ların ‘insan’dan ve onun sözüyle bedeninden ne anladığına bağlıdır: Devletin üzerinde her tasarrufta bulunma hakkına sahip olduğu ‘köle’msi varlıktan devletin çeşitli mücadelelerle sınırlandırıldığı ‘özgür’ yurttaşa giden süreçte, devletler kapıdan kovulanı bacadan içeri alır. Söz için çırpınmaz artık evet, engizisyona ihtiyacı kalmamıştır, çünkü ‘söz’ün değerini sıfıra yakın bir yere çekmiştir. Çeşitli yöntemlerle: Zorunlu merkezi eğitim, zorunlu askerlik ve kültürleme tekniklerinin endüstrileşmesi, bunun sonucu olarak da manipülasyon kolaylığı...
Beden konusundaysa o kadar ‘liberal’ olamaz çünkü dokunma hakkının olmadığı bir beden tahayyülüne teslim olan bir ‘devlet’in ve onda birleşen güç odaklarının hegemonyalarını sürdürecek malzemesi kalmaz. Foucault’nun dediği, Deleuze’ün onayladığı gibi, iktidar bedenler üzerinden, içinden işler. İster baskıcı, ister disiplin, ister denetim, ister gözetim ilkesi öne çıksın, iktidarların eli daima bedenin üstündedir. Bu elim sende oyununun hukuku, “Mecbursun” der ve doktoruyla (ki işkenceye her katıldığında hem bir ilkeyi hem de bir yemini çiğner), kolluğuyla, hâkimiyle, savcısıyla eline koluna yapışır. Sonuç yasal işkenceciliktir.
Tekrar olacak: Daima iki hukuk vardır, biri hilesi hurdası çok olan, devletlerin, egemenlerin çekip çevirme aygıtı olan hukuk. Şiarı basittir: “Elim sende.” Bir de onunla mücadelenin, alanını daraltmanın, geriletmenin hukuku. Onun da şiarı basittir: “Çek elini oradan.”
Radikal / 19.02.13