Sanat, eğlence, propaganda (Muhteşem Yüzyıl) – Ergin Yıldızoğlu

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 24 Aralık 2012
  • 05:33

“Muhteşem Yüzyıl” dizisinin bir estetik ürün olarak sanat sayılabileceğini düşünmüyorum ama başarılı bir eğlence kaynağı (hatta kitsch), çokuluslu, çokkültürlü geniş bir coğrafyada yaygın bir izleyiciye/tüketiciye ulaşan meta olduğu ortada.

“Muhteşem Yüzyıl”, diğer birçok TV dizisi, Türkiye kültür endüstrisinin ürünü, Türkiye kapitalizminin, modern popüler kültürünün temsilcisi, önemli ihraç malı, kronik kaynak sıkıntısı çeken Türkiye kapitalizmi açısından gelir kaynağıdır. Ek olarak yarattıkları iş olanaklarıyla, yan sanayileriyle birlikte bu diziler adeta birer altın yumurtlayan tavuktur.

Başbakan Tayyip Erdoğan, “Muhteşem Yüzyıl”ı ahlaki değerlere, tarihi mirasa ters bir yapıt olarak yerden yere vurunca, sanırım bu tavuğa ölümcül, diğer tavuklara sıçrama olasılığı çok yüksek bir virüs bulaştı. Bu, kendi yapısal kapitalist gereksinimlerini ikinci plana çekerek siyasi iktidarın kaprisine, “propaganda” kurallarına uyma virüsüdür. Bu virüs eğlendirme yeteneğini kaybettirir; izleyicilerde bıkkınlık, can sıkıntısı, ilgisizlik yaratır. Bu tür tavuklar gıdalarını izleyicilerin ilgisinden aldıklarından kısa bir süre sonra ölmeye başlıyorlar.

Dünyanın en eski konusu

Estetik etkinlik ve siyasi iktidar ilişkisi aslında dünyanın en eski konusu. Bu ilişki üzerine düşünmeye başlayınca, daha sıra Kant, Hegel, Lukas, Croce, Heidegger gibi düşünürlere gelmeden, önümüze Sokrates/Platon ve Aristotales çıkıyor. Bu konu işte bu kadar eski, o kadar da ilginç. Devlet, egemen sınıf; bu ikisi adına konuşanlar sanatçıyı, sanatı sevmiyor, en azından kuşkuyla karşılıyorlar. Bunlara göre sanatçı “bencildir”, “toplumun”, “halkın değerlerine” saygı göstermez; küçümser, eleştirir, hatta kendi saplantılarıyla, ürünleriyle bu değerleri kirletir, yozlaştırır.

Yapıtının halk tarafından beğenilmesini, yüceltilmesini isteyen bir sanatçının halkın değerlerine ters, bunlara tepeden bakan estetik ürünler yaratması adeta bir “çılgınlık” olmuyor mu? Neticede halk bu ürünleri reddeder, ilgilenmez, sanatçı açlıktan ölür gider. Öyleyse siyasi iktidardakilerin sanatçıyla alıp veremedikleri nedir? Neden bu geleceği olmayan garip yaratıktan bu kadar korkarlar?

Bu “çılgınlığın”, egemen sınıfların korkusunun “sırrı”, “toplumun, halkın değerleri” olarak sunulan şeyin, aslında, dünkü/bugünkü egemen sınıfların değerleri olduğunu görmeye başladığımızda hemen ortadan kalkar. Halka bu kadar “ters”, yabancı vb. birinin neden bu kadar korku yarattığı da böylece anlaşılmış olur. Halkın bu “yabancıya” neden düşman olmadığı, hatta çoğu zaman ilgi duyduğu da...

Platon bu konuyu Sokrates diyaloglarında derinlemesine tartışmış, sansürün, halkı devletin, toplumun (sitenin) değerlerine uygun yönde eğitecek ürünlerin yaratılmasının olasılığı üzerinde durmuş. Platon o olağanüstü dehasıyla, bunların ortaya, kimsenin ilgisini çekmeyecek, bıktırıcı, can sıkıcı şeyler çıkarmaktan başka bir işe yaramayan boş çabalar olacağını görmüş, sonunda çözümü sanatçıyı “site”den kovmakta bulmuş.

Bu bağlamda, öğrencisi Aristotales’in “Poetika”sını, Platon’un ortaya attığı soruna bir çözüm bulma çabası olarak görebiliriz: Devleti tehdit etmeyen ama can sıkıcı da olmayan, estetik açıdan başarılı ürünler üretmek için el kitabı gibi bir şey; adeta “ustaların” eserlerinin sırrını çözüp estetik ürün üreticisine sunulan bir “teknolojik” kurallar listesi...

Aristotales’in çok başarılı olduğu kesin! Bu başarının çapını, bu kurallara göre üretilen, kralları, peygamberleri, azizleri yücelten estetik ürünlerin yüzyıllarca sarayların, kiliselerin, köşklerin duvarlarını, tavanlarını salonlarını süslemiş olmasında görebiliriz. Bu ürünlerin, olağanüstü teknik başarısı, en azından en önemlilerini belki “kitsch” olmaktan kurtarır ama egemen düzeni yücelten, anlatan, üreten birer “propaganda” olmaktan kurtarmaz. Sanat-kitsch ikileminin, propaganda kavramının “modern zamanların”, kapitalizmin, estetik ürünleri eski rejimi eleştiren, “yeni insanı yapan” araçlar olarak üretmeye başlamasından bu yana geliştirildiğini anımsamak da yararlı olabilir. Bugün sanat üzerinde düşünürken de Aristotales’in “kurallarından” değil, Platon’u korkutan şeyi, sanatçının “düzen bozucu” etkisini anlamaya çalışmaktan başlamak gerekir.

Bu bağlamda, günümüzde muhafazakârlığın, neo-liberalizmin kendini Aristotales’e dayandırması, her türlü “siyasi felaketin”, “toplum mühendisliği belasının” arkasında Platon’un mirasını bulması da ayrıca anlamlıdır.

‘Muhteşem Yüzyıl’ın başarısı

Bu kısa, genel anımsatmalardan sonra, TV dizilerine dönersek; “Muhteşem Yüzyıl” ve benzerlerin başarısını, hem içerikleri hem de bu içeriği sunmaları açısından iki koşula bağlayabiliriz:

Birincisi, bu diziler, tekelci kapitalizmin finansa-sanayi-medya- savunma kompleksinin “gösteri toplumu” olarak tanımlanan özelliklerine çok uygun yapıtlardır. Bu diziler izleyicide kapitalist zamanın, emek tüketim sürecinin hızının yarattığı günlük yorgunluğunu, stresi, bunların kaynaklarını düşünmesini engelleyerek gerçekten kaçmasına, yaşama katlanmasına olanak sağlayan fantezileri, seks-aşk-duygusallık, şiddet-iktidar-entrika, masumiyet-suçluluk-adalet-haksızlık denklemlerinde en düşük ortak paydayı yakalayarak üretiyorlar; en geniş kitlenin duygularını gıdıklıyor, gizli arzularını uyandırıyorlar (biraz zorlarsak burada “yıkıcı” bir unsur bile bulabiliriz). Özetle bu diziler kitlelerin “mutsuzluklarını” yönetiyor, eğlendiriyor, ertesi gün topluma, “akıllarını” korumaya devam ederek geri dönmelerine, üretici, tüketici, uysal vatandaş olmalarına vazgeçilmez katkılar yapıyorlar.

İkincisi, bu diziler özellikle Ortadoğu’nun açık diktatörlüklerinde, Balkanlar’ın dağınık, düzensiz toplumlarında yaşayanlara, bir düzen imajı, olasılıklar yelpazesi, kendi toplumlarında bastırılan arzu nesnelerinin görüntülerini sunuyorlar. “Muhteşem Yüzyıl” özellikle “sorunlu”. Bu dizi, Müslüman egemen sınıflara, saray entrikalarının, kardeş cinayetlerinin, padişahın bir insan, biyolojik varlık, “arzulayan makine” (Deleuze and Guattari) olarak yaşamına ilişkin, “sevimsiz” resimlerin yansıdığı bir ayna sunuyor. Bu dizilerin, halk arasında ilgi çekmelerinin nedenleri, ekonomik başarıları da burada yatıyor.

Başbakan’ın Muhteşem Yüzyıl’a yönelik, ahlak, tarih temelli saldırısıyla başlayan süreç yalnızca bu diziyi etkilemekle kalmayacak. Diğer diziler de siyasal İslamın değerlerine uymaya çalıştıkça devletin eğitim araçlarına, dolayısıyla sıkıcı bir propagandaya dönüşmeye başlayacak, eğlendirici olma özelliklerini, dolayısıyla müşterilerini, piyasalarını kaybedecekler, hatta Türkiye kapitalizminin temsilcisi olmaktan çıkacaklar. İçimden “beter olsunlar” demek geçiyor ama sorun, siyasal İslamın toplumsal mühendislik projesinin dalgalarının bu kıyılara kadar uzanması bağlamında, kişisel duygulara kapılmaya izin vermeyecek kadar önemli...

Cumhuriyet / 24.12.12