Geçtiğimiz günlerde CHP Dersim milletvekili Hüseyin Aygün TBMM Başkanlığı’na başvurmuş, mecliste Cemevi açılmasını istemişti. Bu istek üzerine TBMM Başkanlığı tarafından Hüseyin Aygün’e gönderilen yazıda Cemevlerinin ibadet yeri olmadığı ve bu nedenle yapılan başvurunun reddedildiği ifade edildi.
TBMM Başkanlığı’nın red kararı üzerine Hüseyin Aygün dava açtı. Mahkemeye savunma gönderen TBMM Başkanlığı, savunmasında Türkiye’nin çoğunluğunun müslümanlardan oluştuğu ifade edildikten sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bu nedenle kurulduğunu belirtti.
TBMM Başkanlığı savunmasını güçlendirmek için mahkemeye dört belge gönderdi. 4 belgenin de ortak bir yanı bulunuyor. O da, belgelerin tümünün Osmanlı dönemine ait olmasıdır. Bu belgeler 18 ve 19. yüzyılda kaleme alınmıştır. Belgelere “en iyi Alevi ölü Alevi”dir anlayışı damgasını vurmuştur.
Osmanlı’nın Alevilere reva gördüğü muameleyi anlamak için TBMM Başkanlığı’nın mahkemeye gönderdiği belgelere ve genelde Osmanlı tarihine bakmak fazlasıyla yeterlidir. Örneğin Yavuz Sultan Selim’in padişah olduğu dönemde Ulema kılıklı Müftü Hamza ve Şeyhülislam İbni-Kemal’in verdikleri fetvalarla Alevilerin katliamına onay vermişlerdir.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde de aynı anlayış devam etmiştir. O dönemde Şeyhülislam olan Ebu Suud, verdiği fetvada “Kızılbaşlar’ın topluca öldürülmelerinin dine göre helal olduğu”nu savunmuştu. Ebu Suud Aleviler’in mallarının yağmalanmasına da onay vermişti. Osmanlı dönemine ait katliam fetvalarını TBMM savunmasında kullananlarla Ebu Suudların aynı kumaştan dokundukları aşikardır.
Osmanlı tarihi ile övünen özelde AKP iktidarı genelde tüm sermaye hükümetleri Osmanlı’yı hoşgörü timsali olarak gösterme anlayışıyla hareket etmişlerdir. Dahası kanlı Osmanlı tarihine övgüler dizmiş, Osmanlı’nın her inanca saygılı olduğu yalanına dört elle sarılmışlardır. Oysa Osmanlı, Alevilerin inançlarını sapıklık olarak nitelemiş ve tarihi boyunca Alevilere kan banyosu yaptırmıştır. İnsanlık tarihinin gördüğü en vahşi katliamları Alevilere reva görmüştür.
Katliamların temel nedeni Alevilerin inaçsal farklılıklara sahip olması, Sünni İslam potasında erimeyi reddetmesiydi. Osmanlı sadece Alevilere yönelik katliam politikasıyla kendini sınırlamamış, 19 yüzyıldan itibaren asimilasyon politikalarına da hız vermiştir. Bu politika doğrultusunda Alevi köylerine cami yapılmıştır. Alevilerin çocuklarını zorla yuvalarından koparmış, Sünni inancına göre eğitip yaşadıkları yerlere imam olarak gönderilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti de tarihi boyunca Alevilere Osmanlı’nın bakış açısıyla yaklaşmış, tekleştirci, Alevi inancını yok sayan toplum anlayışına dört elle sarılmıştır. “Türk-İslam” anlayışına uygun bir toplum yaratmayı amaçlamış, bu çerçeve de herkesin Türk ve herkesin Sünni İslam anlayışına sahip olması için çaba göstermiştir. 30 Kasım 1925 yılında çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Alevilik ve Aleviliğin inanç merkezi olan Cemevleri resmen yasaklanmış, tek ibadethane olarak cami ve mescit kabul edilmiştir.
Türk devleti Osmanlı’dan devraldığı katliam geleneğini de sürdürmüştür. Dersim, Ortaca, Elbistan, Kırıkhan, Malatya, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi ve Ümraniye katliamlarında oluk oluk Alevi kanı akıtmıştır. Katliamdan sonra devletliler yaptıkları açıklamalarla katliamcıların sırtını sıvazlamışlardır. Osmanlı’yı referans gösteren TBMM Başkanlığı da aynı anlayışla hareket etmektedir. Bu durumun en açık kanıtı mahkemeye verdiği savunmada Osmanlı fetvalarını kullanmasıdır.
Alevilerin inancına yönelik imha ve inkar dili sadece TBMM Başkanlığı’nın gönderdiği savunmadan ibaret değildir. Sermaye devletinin tüm görevlileri, dünden bugüne Ramazan Orucu tutmamaları nedeniyle Alevileri ötekileştirdiler, horladılar, baskı ve şiddete maruz bıraktılar. Alevilere yönelik tüm saldırı ve katliamların ardından devletlilerin yaptığı açıklamalarda iki temel nokta öne çıktı. Bunlardan ilki saldırıların inkar edilmesi, ikincisi ise saldırı ve katliamların icracısı olan katliam şebekelerinin devletliler tarafından sahiplenilmesiydi.
TBMM Başkanlığı’nın gönderdiği savunma Alevilere yönelik saldırıları destekleyen AKP iktidarının yaptığı açıklamaların son halkasıdır. Daha önce dinci partinin şefi Erdoğan da Alevilere yönelik kin ve nefret kokan söylemleri dile getirmişti. Seçim meydanlarında Alevilere yönelik düşmanlığı besleyen açıklamalarda bulunmuştu. Alevi inancını yuhalatmıştı. Bu açıklamaların ardından Alevilere yönelik tehditler artmış, Alevi evleri dört bir yanda işaretlenmişti.
Katliamlar, provokasyonlar, mahkeme kararları, devletlilerin yaptığı açıklamalar işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesinin önünü kesmeye yöneliktir. Alevi inancını yok sayan, Alevilere katliamları reva gören faşist sermaye devletinin oyunlarını boşa çıkarmak, Alevilere yönelik imha ve inkar anlayışını mahkum etmek özelde sınıf bilinçli işçilerin genelde işçi ve emekçilerin en temel görevleri arasında yer almaktadır.
Baskılara son vermenin yolu bozuk düzene karşı işçi sınıfının kızıl bayrağı altında sosyalizm mücadelesini büyütmektir. Zira ırkçı şovenizmin ve dinsel gericiliğin biricik panzehiri, kapitalist sömürü düzenine karşı yürütülecek olan devrimci sınıf mücadelesidir. Bugün yapılması gereken “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarını yükseltmek, yaratılmak istenen her türden ulusal ve mezhepsel çatışmanın karşısında birleştirici olan devrimci sınıf kimliğinin oluşması için azami çaba göstermektir.