‘Niyet varsa olur’ – Ergin Yıldızoğlu

  • Arşiv
  • |
  • Düzen cephesi
  • |
  • Kürt Sorunu / Azınlıklar
  • |
  • 09 Ocak 2013
  • 05:14

“Kürt sorunu”nda yeni bir “süreç” başlamış gibi görünüyor. Medyada şekillenen genel beklentide PKK’nin silah bırakması, bir barış ortamına geçilmesi hatta çözüm umudu var.

Devletin “meşru” şiddet araçlarının en azından bir kısmının (MİT), hükümetin, BDP’nin, Kürt siyasi hareketinin lider olarak benimsediği Öcalan’ın bu “süreç”in içinde olması, hareketin askeri kanadı PKK’nin sözcülerinin, uyarıcı ifadeler kullanmakla birlikte katılmaya niyetli olduğunu açıklaması, ana muhalefet partisi başkanının “süreç”e destek vermesi (böylece Başbakan’ın, şoven baskılar karşısında muhalefeti suçlayıp kaçmasına olanak verecek kapılardan birini kapaması) bu “süreç”in ciddiye alınmasını, hükümetin, özellikle Başbakan’ın sözlerinin arkasında durmaya zorlanmasını gerektiriyor.

Ancak umutlanmadan önce, sistemli, hatta teorik düşünmek gerekiyor. Bu yüzden “süreç” sözcüğünü şimdilik tırnak içine alıyorum. Bence bu gelişmeler bir sürece değil, güçlü olasılıklar içeren bir “toplu duruma”, daha hassas bir kavram kullanırsak bir “olay alanının” oluşmaya başladığına işaret ediyor. Bu “alan” diyalektik (yükseltilerek aşılabilir), “paralaks” (çözülemez ama yönetilebilir) çelişkilerle, yok sayılması, bastırılması, gereken unsurlarla, seslerle dolu heterojen ama tanımlanabilir bir oluşumdur.

Peki, bu “olay alanından” bir müzakere süreci (tarihte yeni bir sayfa açacak “olay” anlamında) çıkabilir mi? Bence çıkabilir. Ancak, bir adım daha atarak “Bu bir barış sürecine dönüşebilir mi” sorusuna ulaşınca, aynı güvenle cevap verebileceğimi sanmıyorum.

Koşulları zorlamak gerekiyor

Başka ülkelerin örneklerine, özellikle İrlanda deneyimine bakarak bazı genel kurallar saptanabilir.

Öncelikle, bu müzakere sürecinin yaşayabilmesi için gereken dili, “olayı” tanımlayacak söylemi doğru kurmak gerekiyor. Bu bağlamda, hükümete, özellikle ana muhalefet partisine büyük sorumluluk düşüyor. Devlet, egemen taraf, ana muhalefet olmanın konuşacak muhatap oluşturma zorunluluğunun bir gereği bu.

İkincisi, hem tarafların değer yargılarını içeren kavramları müzakere dilinden çıkarmaları hem de “çatışmaların” doğasını doğru tanımlamaları gerekiyor. Bu bağlamda, yaklaşık 30 yıldır yaşananları, artık “terör” değil, “IV. Kuşak Savaş” kavramı ile tanımlamak gerekiyor. IV. Kuşak Savaşlarda nihai “zafer” yoktur. Başarı “savaşa devam edebilme kapasitesiyle” ölçülür. Bu da “düzensiz” güçlerin düzenli ordu karşısında, muhalefetin devlet karşısında varlığını sürdürebilmesine bağlıdır. Amaç askeri zafer değil, savaşı gereksiz kılacak bir müzakere sürecinin başlamasıdır.

Devlet ve düzenli ordu açısından “başarı”, masaya oturacak en doğru zamanı seçecek inisiyatifi gösterebilmeye ilişkindir. Olaylara bu mercekten bakmak, müzakerenin dilini buna uygun biçimde kurmak gerekiyor.

Üçüncüsü, “olay alanından” bir müzakere sürecinin çıkabilmesi için, çıkışın adımlarının gerçekleştirilebilecek bir hedefler silsilesi üzerinden, abartılmadan tasarlanması, dile ilişkin değindiğim koşullara uyularak ifade edilmesi gerekiyor. Örneğin, daha müzakereler süreklilik gösterecek bir istikrar kazanmadan, “silah bırakmaktan”, “çözümden” söz etmek yerine dikkatleri can kaybına son verecek, müzakerelere zemin oluşturacak bir “ateşkes” hedefi, bunun sürekliliğini sağlayacak koşullar üzerinde yoğunlaştırmak doğru olacaktır.

Taraflar, “ateşkes” süreci boyunca konuşmayı, bir güven ilişkisi yaratmaya olanak verecek uzunlukta sürdürebilirlerse silahlara ne olacağı sorusu gündeme gelebilir.

Son olarak, bu “olay alanı” son derecede patlayıcı potansiyellere sahip bir başka bölgesel “olay alanıyla” kesişmektedir. Irak, Suriye, İran Kürt bölgelerinin, Şii-Sünni saflaşmasının, ABD’nin bölgeye müdahale dinamiklerinin, Rusya ve Çin’in çıkarlarını koruma reflekslerinin, bölge ülkelerinde yükselmekte olan toplumsal muhalefetin, Selefi akımın etkileri, bu kesişme noktasından “içeri” sızacaktır. “Olay alanından” bir müzakere süreci çıkarabilmek için bu etkilerin dikkate alınması, gerektiğinde yarattığı sonuçların görmezden gelinmesi, bastırılması, “sürecin ortaya çıkışına” engel oluşturmalarına izin verilmemesi gerekecektir.

Tüm bunlar, çok sayıda etkenin, tam zamanında yerli yerine oturması anlamına geliyor. Yine de biz “iradenin iyimserliği” sözünü anımsayalım. “Niyet varsa, olur” diyelim.

Cumhuriyet / 09.01.13