Katliamın 13. yıldönümünde... - Z. Eylül

  • Arşiv
  • |
  • Gençlik Hareketi
  • |
  • Ekim Gençliği
  • |
  • 08 Eylül 2012
  • 12:54

Şan olsun Ulucanlar direnişine!


Ulucanlar Katliamı, sermaye devletinin hücre tipi cezaevi saldırısının bir provası olarak 1999’un 26 Eylül’ünde gerçekleştirdiği kanlı bir katliamdır. Devletin fiziki olarak ele geçirdiği, ancak hiçbir dönem ve koşulda bilinçlerini, iradelerini ve inançlarını teslim alamadığı devrimci tutsakları, hücre tipi cezaevleriyle, tecritle teslim almayı amaçladığı o dönem “tünel kazıyorlardı” gibi yalanlarla gerçekleştirilen ve 10 devrimci tutsağın yiğitce çarpışarak şehit düştüğü bir operasyondur.

Katliamın ardından kan gölüne çevrilen, yıkık dökük bir hale gelen cezaevindeki tutsakları yaralı halde ülkenin farklı cezaevlerine sürgün eden katillerin hiçbiri ceza almazken, bedenlerini ve düşüncelerini savunan devrimci tutsaklar hakkında “silahlı isyan” gibi gerekçelerle onlarca dava açıldı. Yangın bombalarına, gaz bombalarına, otomatik ve ağır silahlara karşı ellerinde ne varsa (tencere, tava, bardak...) silah yapan tutsakların direnişi devrim tarihimize altın harflerle yazılırken yitirdiğimiz 10 yiğit yoldaşımız, zaferin on yıldızı olarak gökyüzüne asıldı. Şimdilerde katil sermaye devletinin utanmazca “müze” haline getirdiği, katliamın ve direnişin tüm izlerini silmeye çalıştığı Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi’nin duvarlarında yazan ve katillerden hesabın er ya da geç sorulacağını haykıran sloganlar ya da katliamın yıldönümlerinde cezaevinin kapısında katillere korku salanlar, bunun en büyük kanıtıdır. Ulucanlar’da söndürmek istedikleri ateşin, aksine kavgayı harladığını ve devrimci mücadelenin bir an olsun sekteye uğratılamadığını görenler bugün bile onların isimlerini duymaya tahammül edemiyorlar.

Ulucanlar Katliamı katil sermaye düzeninin zindanlarda gerçekleştirdiği ne ilk ne de son katliamı oldu. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından binlerce insanı cezaevlerine dolduran bu devlet, böylelikle rahata kavuşabileceğini düşünüyordu. Ancak devrimciler gördükleri ağır işkencelere, insanlık dışı koşullara rağmen cezaevlerini birer okula dönüştürmesini bilerek buralardan daha yetkin çıkıyorlardı. Bunun önüne geçmek isteyen katil sürüsü zindanlarda kontrolü eline almak için bin bir yönteme başvurdu. Önce devrimci tutsaklara tek tip elbise giymeyi dayatan, böylelikle onları onursuzlaştırmaya çalışanlar ‘82 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde 4 tutsağın bedenini tutuşturarak, ‘84 yılında da devrimci tutsakların Metris Cezaevi’nde 4 şehit vererek yarattığı şanlı direnişinin ardından geri adım attı. ‘82 ve ‘84 yıllarında gerçekleşen bu direnişlerin ardından birçok kez cezaevlerinde bu tür yöntemlere başvuruldu.

Ardından ‘96 yılında yine devletin aile ve avukat görüşlerini sınırlandırmasına, görüşe gelen ailelere baskı yapmasına, devrimci tutsakları yargılandıkları mahkemelerin olduğu illerden başka illere sürgün etmesine ve hücre cezası dayatmalarına karşı ölüm orucu iradesini kuşanan devrimci tutsaklar, bir kez daha 12 yoldaşlarını ölümsüzlüğe uğurlayarak zaferi kazandılar.

Ulucanlar’a uzanan süreçte cezaevlerinde irade savaşı sürekli devam ediyordu. Ve her defasında kazanan devrimci irade oluyordu. Bu çelik iradeyi kuşananlar asla yenilmiyordu.

Ulucanlar katliamı neyi amaçlıyordu?

O dönem krizde olan kapitalist sermaye düzeni bu krizi atlatabilmek için çırpınıyordu. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit, ABD’nin kapısını aşındırıyor ve ekonomik krizin herhangi bir toplumsal hareketliliğe yol açmaması için büyük bir çaba sarf ediyordu. Yine aynı dönemde Marmara’yı vuran büyük 17 Ağustos Depremi’nin altında kalan devlet ne yapacağını bilemez haldeydi. Bununla birlikte “genel af” tartışmaları yapılıyordu.

Böylesi bir süreçte Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi’nde yaşanan sıkıntılar ve koğuş sorunu karşısında tutsakların şikayetleri görmezden geliniyor, devrimci tutsakların direnişleriyle toplumsal hareketliliğe öncülük edebilecekleri düşüncesi devleti korkutuyordu. Bunun için de hem bu “dört duvar arasındaki asilere” hem de “dışarıdaki uzantılarına”, bunun yanında kriz nedeniyle aç kalanlara, işsizlere, gecekondululara yani toplamında işçilere, emekçilere ve devrimcilere gözdağı vermek gerekiyordu.

Devletin hem içerde hem dışarda kontrolü eline alması için böylesi bir katliama ihtiyacı vardı. Çünkü hem içerden hem de dışardan ürpertici bir slogan yükseliyordu: “İçerde, dışarda hücreleri parçala!” Bu çağrı düzenin efendilerini rahatsız ediyordu. Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilişi ve İmralı’daki teslimiyet, tüm bunlarla birlikte toplumda estirilen şovenist dalga yine katliamın öncesindeki döneme denk geliyordu. Bu durum Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi’nde yapılacak olan operasyona uygun bir zemin hazırlıyordu. Aynı günlerde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından “siyasi suçlu” kavramı yerine “terörist” sözcüğünün kullanılması direktifinin çıkması katliam planlarının bir bir devreye sokulduğunu gösteriyordu. Devlet F tiplerine geçişin provasını yapmaya hazırlanıyordu. F tipi cezaevleri inşa edilirken bir yandan bu tür cezaevlerinin ne kadar modern ve rahat olduğunun propagandası yapılıyor, bir yandan da “koğuş tipi cezaevlerinin terör yuvası haline geldiği ve bu duruma müdahale edilmesi gerektiği” tekrarlanıyordu.

Katliamın öncesinde...

Toplamda 16 koğuşun bulunduğu Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi’nde 800 civarında tutuklu ve hükümlü kalıyordu. Ortalama bir hesapla bir koğuşta 40-50 kişinin kalması gerekirken siyasi tutsakların kaldığı 4. ve 5. koğuşta 200’e yakın tutsak kalıyordu. Hatta 5. koğuşta 120 kişinin kaldığı da oluyordu. Bir ranzada ikişer kişinin kaldığı, tutsakların koridorda, yerlerde yattığı cezaevinde bulaşıcı hastalıklar baş gösteriyordu.

Bir devrimci tutsak katliamdan haftalar önce kaleme aldığı mektubunda bu durumu şöyle anlatıyordu: “Ankara’da Merkez Kapalı’nın merkezinde 105 siyasi tutsak... 5. koğuşta kalıyoruz. 72 ranzada, 30 metreye 6 metre bir koğuşta... 105 kişiyiz. 105’in biriyim ben. Ranzam yok. Yere yatak atmış yatarım geceleri. Siyasiyim. 105’in biriyim yani. İnsan, proleter devrimci. Kanla, inançla, yüzlerce devrimcinin ölümsüzlüğe uğurlanmasıyla kazanılmış mevzilerin gasp edilmesinin hedeflendiği, cezaevleri üzerinden gelecek umudunun boğazlanmak istendiği bir dönemde ‘koğuş sorunundan’ bahsediyorum. Deli miyim? Hayır. 105’in biriyim. Sizden biri. Duy beni...”

Devrimci tutsakların bu durumu cezaevi idaresine sürekli bildirmelerine ve çözüm bulunmasını istemelerine rağmen yönetim kayıtsız kalıyordu. Yeni bir koğuş talebinde bulunan tutsakların bu çabaları sonuçsuz kalıyordu. Hemen yanlarında bulunan ve adlilerin kaldığı 7. koğuşu adli tutsakların rızasıyla boşaltan ve buraya yerleşen devrimci tutsakların bu girişimi hapishane yönetimi tarafından aile-avukat görüşünü ve dışarıdan ilaç ve erzak alımını yasaklaması biçiminde karşılanırken, 2 Eylül’de gerçekleşen bu işgal, fiili olarak kabul edilmek zorunda kalınmıştı. Bu tarihten katliamın gerçekleşeceği tarih olan 26 Eylül’e kadar devrimci tutsaklar cezaevi yönetimi ve Adalet Bakanlığı yetkilileriyle görüşmeleri sürdürmüşlerdi.

“Gecenin içinde, sabahın üçünde...”

“İncecik bir diken battı kalbimize
her ölüm haberinde
İçimizde usul usul kanadı gülün kokusu
Kaldırıp başımızı
gözlerimizdeki uçurumlardan baktık gökyüzüne
On yıldız yerinde yoktu.”

Ve takvimlerin 26 Eylül’ü, saatlerin ise gecenin üçünü gösterdiği bir zamanda Ankara’nın göbeğinde bulunan Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi’nden dumanlar yükselmeye başladı. Katillerin “Teslim ol!” çağrılarına devrimci tutsakların başeğmez cevabı “Devrimci irade teslim alınamaz!” oldu. Ardından bir bir patlayan bomba sesleri, otomatik silahlar, sirenler, telsizler... Cezaevinin çatısını delerek içeri gaz bombaları atan katiller, çatıya yerleştirdikleri keskin nişancılarla da gaz bombasının etkisiyle havalandırmaya çıkan tutsaklara ateş ediyorlardı. Operasyonun bu ilk anlarında havalandırmaya çıkan devrimci tutsaklardan Abuzer Çat (MLKP), Halil Türker (TKP/ML) ve Ümit Altıntaş (TKİP) vurulmuşlardı. Yaralı halde içeri taşınmalarının üzerinden kısa bir süre sonra da şehit düşmüşlerdi.

Daha sonra katillerin koğuşun içinde açtığı yaylım ateşi sırasında Aziz Dönmez (DHKP-C) vurularak şehit düştü.

Habip Gül (TKİP), Ahmet Savran (DHKP-C), Mahir Emsalsiz (TKP(ML) ), Önder Gençaslan (TKP(ML) ), Zafer Kırbıyık (TİKB) ve İsmet Kavaklıoğlu (DHKP-C) yaralı halde götürüldükleri hamamda sistematik işkenceyle katledildiler.

ON’lar kavgamızın 10 kızıl karanfili olup ölümsüzleştiler. Devletin “çok tehlikeli adamlar” olarak tanımladığı ve mutlaka öldürülmeleri emrini verdiği koğuş temsilcileri Habip Gül (Nevzat Çiftçi) ve İsmet Kavaklıoğlu operasyon esnasında öldürücü bir yara almamalarına rağmen özel hedef seçilerek öldürüldüler. Bu durum gecenin üçünde otomatik silahlarla yapılan operasyonun bir “arama” değil katliam olduğunu kanıtlıyordu. Tüm bu insanlık dışı yöntemlere karşı ölümüne direnenler ise pürüzsüz bir direniş destanı daha yazıyorlardı. Erkek-kadın tüm devrimci tutsaklar gözlerini dahi kırpmadan yaşamı savunuyorlardı.

Bu katliamın karşısında saatlerce direnen devrimci tutsaklar devletin tüm katliam araçlarına karşı bedenlerini siper ettiler. Ancak saatler sonra koğuşlara girebilen katiller neredeyse tamamı yaralı olan tutsaklara işkence etmeyi sürdürdüler. Tekmelerle, dipçik darbeleriyle hamama getirilen tutsaklar burada kesici ve delici aletlerle kesilerek, saçları-sakalları yolunarak, bedenleri yakılarak işkence gördüler. Katliamdan sağ kurtulan tutsaklar tedavileri engellenerek ülkenin dört bir tarafında bulunan cezaevlerine sevk edildiler.

Devlet Ulucanlar’da kanlı bir katliam senaryosunu devreye soktu. Amaç devrimci tutsakları teslim almaktı. Ancak tüm planları bir kez daha direniş duvarına çarptı. Ölümü yenenler tamamladı koşuyu.

Ulucanlar’da devrimci direniş geleneği kazandı. Ulucanlar’da siper yoldaşlığı kazandı. Bugün de inançla sürdürdüğümüz ve Ulucanlar’dan öğrendiğimiz, uğruna ölümü bile tereddütsüzce göze alabileceğimiz haklı davamız kazandı.

Biz kazandık ve bu bilinçle çarpışacağımız her barikatta

BİZ KAZANACAĞIZ!

(Ekim Gençliği, sayı 139, Eylül 2012)