Suriye’nin Esad’dan ve Baas rejiminden kurtulup çağdaş bir demokrasiye kavuşmasını birçok insan gibi ben de temenni ediyorum.
Ancak “temenni etmek” başka, “realiteyi görmek” başka.Şuraya yazıyorum: Beşar Esad’ın öngörülebilir bir gelecekte gitmesi muhtemel değil.
Bunu dedim diye “Esadçı” mı oldum?Türkiye’nin Suriye politikasını yapıp edenlere karşı tek başıma “psikolojik harekat” falan mı yürüttüm?
Ne alakası var? Sadece gerçekçiyim o kadar.
Gerçekçilik kimseyi Esadçı yapmaz ama muhakeme yanlışları yapmaktan alıkoyar.
Gerçekçilik, bizi şunları söylemeye memur ediyor: Beşar Esad ve rejimi Türk dış politikasını yapıp edenlerin havsalasının ötesinde dirençli çıktı. Rejim bugün itibarı ile Suriye’de istisnasız bütün büyük kent merkezlerinin ve bunları birbirine bağlayan ana yolların kontrolünü elinde tutmaktadır. Bunun karşısında ise uluslararası ittifakın bütün gayretlerine rağmen gücünü birleştirmekten hala uzak, yamalı bohçayı andıran, en güçlüleri de El Kaide ideolojisi ve bağlantılarıyla Batı’da endişe kaynağı olan silahlı muhalefet grupları söz konusudur.
Bugün Suriye’de Baas rejiminin devrilmesinden ziyade barışın müzakereler yoluyla temini öncelikli konu haline gelmiştir. Barışın sağlanması için ise Esad’ın gitmesini ön koşul haline getirmek, ülkedeki feci yıkım ve insan kaybının sürmesinden başka bir sonuç doğurmuyor.
Bu gidişle sonunda Suriye’de ne devralınacak kurumlar, ne altyapı, ne ekonomi, ne de bir ülkeyi yönetmek için lüzumlu insan malzemesi kalacak.
Ankara’nın “Esad gitsin” ısrarı şimdi artık Suriye’nin mahvolmasından başka bir sonuca hizmet etmemektedir. Türkiye’yi yönetenlerin ülkemizin güneyinde 910 kilometrelik bir Afganistan-Somali sınırı istediklerini sanmıyorum.
Esad’ın gitmesini barışın önkoşulu olarak dayatanlara, Bosna Hersek’e barış getiren 1995 tarihli Dayton Anlaşması’nın “kasap” Miloşeviç’le imzalandığını ama o imzanın Sırp lideri cezasını bulmaktan kurtarmadığını hatırlatmak gerekiyor.
Beşar Esad eninde sonunda zaten gidecektir ve halkına çektirdiği zulüm elbette yanına kalmayacaktır.
Ama şimdi Türkiye’nin önceliği, “Esad gitsin” diye inat etmek yerine, hayalci, duygusal, ideolojik ve ziyadesiyle kişiselleşmiş Suriye politikasını gerçekçiliğin rotasına sokmak olmalıdır.
Tabii ki Suriye ile olan uzun sınırı ve soruna müdahil olma kapasitesi nedeniyle, oyundaki hiçbir başat aktörün gücü Türkiye’yi Suriye denkleminden tamamen dışlamaya yetmez. Mamafih, aslında istenmeyen ve fakat mecbur kalınan “Esad’lı bir oyun” pekala Ankara’ya rağmen kurulabilir.
Ayrıca, Türkiye’nin Suriye’de savaşa girmediği doğru değil.
Evet, Ankara resmen savaş ilan etmemiş ve kendi ordusunu Suriye topraklarına sokmamış olabilir...
Ama şu an Türkiye, Suriye’de iki cephede birden vekaleten savaş yürütmektedir. Suriye’deki yerli ve yabancı Sünni silahlı gruplar eliyle sürdürülen bu savaşlardan biri Şam rejimine karşıdır, diğerinin hedefi de PKK’nın Suriye şubesi PYD’nin öncülüğündeki Kürt özerkliğidir.
Böyle giderse kendi savaşlarıyla baş başa kalabilir Türkiye...
İrkiltici olan diğer husus, Türk dış politikasına giderek hakim olan ve hariciyecilerinkinden ziyade radikal politik aktivistlerinkini andıran sorumsuz üsluptur.
Türkiye gibi köklü diplomasi geleneği olan bir ülkenin hariciyesinin en azından İran İslam Cumhuriyeti’ninki kadar profesyonel olmasını beklemek hakkımız değil mi?
Kemalist Cumhuriyet’in monşerleri tasfiye edildiler ama yerlerini İslami monşerler almadı maalesef.
Milliyet / 18.02.13