Filistinliler: Sömürgeciliğe ilk savaş açanlar, halen sömürgeleştirilmiş durumda – Hasan Afif El-Hasan

  • Arşiv
  • |
  • Ortadoğu
  • |
  • Filistin
  • |
  • 31 Aralık 2012
  • 12:40

20 Ekim 2012

Dekolonizasyon (sömürgesizleştirme), 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin ve Nazi Almanya'sının hezimetinin bir özelliğiydi. BM Sözleşmesi oluşturuldu; 1945 yılında yedi ülke tarafından Arap Birliği kuruldu; Afrika ve Asya'dan yirmi dokuz bağlantısız ülke 1955 yılında Endonezya'da bağlantısız Bandung Konferansı'nı oluşturdu. Sömürgesizleştirme sayesinde Arap Birliği'ne üye devlet sayısı bugün yirmi üçtür; 120 Bağlantısız ülke bulunuyor ve Birleşmiş Milletler'e üye devlet sayısı 1945'deki 51 sayısından 194'e fırladı.

Fakat Filistinlilerin yirminci yüzyıl boyunca ve yirmi birinci yüzyıl içinde fiili olarak hareket ettiği karanlık tünellerin sonunda hiç ışık yok gibi görünüyor. Filistin halkı nesiller boyunca ulusal özgürlükleri için mücadele etmekteler, fakat kısa zamanda yön değiştirmezlerse kurtuluş ve adalete erişeceklerine dair hiçbir umut görünmüyor. Yön doğrultmak için bağımsızlıklarını kazanan modern devletlerin tarihinin sunduğu öykünülebilecek sayısız emsallerin olduğu türde bir iç tartışma olmalıdır.

İroniktir ki, 1920'de nüfusun %92'sini oluşturan ve Filistin'in ekilen arazilerinin %94'üne sahip olan Filistinliler, dünyada sömürgeciliğe (kolonyalizme) karşı savaşan ilk halklardan biriydi. Hindistan Ulusal Kongresi'nin lideri Gandi'nin alt kıtanın özgürlüğü için şiddet içermeyen mücadeleye önderlik ettiği sırada Filistinliler kendi özgürlüklerini ve kendi kaderlerini tayin etmeyi talep ediyorlardı. Bugün dünyadaki en büyük demokrasi olan Hindistan 1947'de bağımsızlığını kazandı. Filistinliler, Jomo Kenyatta'nın liderliği altında Kenya Afrika Ulusal Birliği mücadelesinin izlediği Britanya sömürgeci idaresine karşı 1952-1960 Kenya Mau Mau ayaklanmasından yıllar önce Britanya'ya ve Siyonistlere karşı ayaklandı. Kenyalılar 1964 yılında bağımsızlıklarını kazandılar.

Arap Filistinliler İspanyol ve Portekiz Engizisyonundan geriye kalan kadim Yahudi cemaati ile yüzyıllar boyunca barış içinde yaşadılar. Siyasi çatışma, 1903-05'te ve sonrasında Rusya'dan Yahudi göçmen dalgası geldiği vakit başladı. Bunların çoğu uluslararası Siyonist mali ve siyasi kurumların desteklediği radikal milliyetçi fikirlere sahip militan Siyonistlerdi. İdeolojileri, Arap Filistinlilere yönelik düşmanca tutumlarına yansıyordu.

Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri Britanya ve Fransa, Arap topraklarının haritasını yeniden çizdi ve Filistin'de Yahudilere bir anayurt bahşederek Siyonist sömürgeci projeye resmi desteklerini ilan ettiler. Milliyetler Cemiyeti tarafından yerli halka kendilerini yönetme ve nihayetinde tam bağımsızlığa erişme hedefine yönelik kılavuzluk etmesi için Britanya'ya Filistin üzerinde bir mandaterlik verildi. Fakat Balfour Deklarasyonu'nu yayınladıktan sonra Britanya Arap Filistinliler ile sömürgeci Yahudiler arasında daha çok zıtlık yarattı.

Britanya Sömürgeler Bakanı Winston Churchill'in 1921 yılında Filistin'e yaptığı ziyaret sırasında Filistinliler belli başlı kasaba ve kentlerde Britanya Manda Yönetimi'ni ve Balfour Deklarasyonu'nu protesto etti. Protestocular, Britanya ve Siyonizm karşıtı sloganlar attı, sokaklarda taşlar atıldı ve bazı Yahudi işletmeleri saldırıya uğradı.

Arap Filistinlilerin Britanya'nın politikalarına ve Yahudi göçüne yanıtı, grevler, gösteriler ve bazı zamanlar şiddet oldu. 1929 yılında Müslüman Filistinlilerin “Burak” dedikleri Kudüs'teki “Batı Duvarına” erişim üzerine Filistinliler ile Yahudi yerleşimciler arasında ciddi çatışmalar patlak verdi. Öfkeli kalabalıklar, karma Arap ve Yahudi nüfuslu şehirlerin sokaklarını doldurdu, Arap tüccarlar dükkanlarını kapattı, dini ve milliyetçi bayraklar asıldı. Bu çatışma süresince 133 Yahudi ve yüzden fazla Arap öldürüldü.

Britanya Manda Yönetimi'nin ilk on altı yılında Yahudi göçmenler Filistin'e akın etti, nüfusları 61 binden 385 bine yükseldi. Filistinliler buna artık katlanamaz hale gelince Britanyalı ve Yahudi sömürgecilere karşı grevlere ve silahlı mücadeleye döndüler. 15 Nisan 1936'da Peta Tikvah Yahudi yerleşimi civarında yaşayan bazı Arapların öldürülmesinin tetiklediği başkaldırıya dönüşen kendiliğinden kanlı bir ayaklanmayı altı aylık genel grev izledi. Kayıtsızlıkları nedeniyle eleştirilerin hedefi olan geleneksel liderler, militanlara katıldı ve direnişi koordine etmek için ulusal bir örgüt olarak başında Kudüs Büyük Müftüsü Hacı Emin el-Huseyni'nin olduğu Arap Yüksek Komitesini kurdular.

Hacı Emin, Filistin’deki geleneksel siyasi rakiplerini, Naşaşibi klanını zayıflatmaya çalıştı. Naşaşibi Ulusal Savunma Partisi'nin birçok önde gelen lideri ve yerel destekçisi öldürüldü ya da Filistin'i terk etmeleri için terörize edildiler. Kurbanlar arasında belediye başkanları, belediye konseyi üyeleri, köy liderleri (muhtarlar) ve eğitmenler bulunuyordu. Naşaşibi klanı ve destekçileri, Hüseyniler tarafından Britanya ile suçlanmak riskine karşın ayaklanmaya muhalefet ettiler. Bu ailelerin rekabeti, Filistinlilerin Britanya ve Siyonist projeye karşı mücadelesini etkisizleştirdi ve Britanya Manda idaresi sona erdiğinde gelecekteki devletlerinin olacağı öngörüsüyle savunma ve sivil ulusal kurumları kurmalarına engel oldu.

1938'de Britanya “Filistin'i yeniden fethetmek için” askeri üstünlüğünü kullanmaya karar verdi. Olağanüstü hal ilan edildi, askeri mahkemeler kuruldu ve düzeni yeniden tesis etmek ve ayaklanmayı ezmek için demir yumruklu metotlar kullanıldı. Bu sırada Manda yönetimi polis kuvvetine binlerce Yahudi’yi aldı. Ayaklanma ezildiğinde Arap Filistinlilerde önemli insani ve ekonomik kayıplar vardı ve Britanya'dan hiç taviz yoktu. Arap Filistinlilerin ekonomisi mahvoldu, beş binden fazla kişi Britanya tarafından öldürüldü ya da infaz edildi, 14 bin kişi yaralandı, 5.679 kişi tutuklandı, birçok lider sürgüne çıktı ve bağımsızlık umutları suya düştü.

Britanya nihayetinde Manda yönetimine son vermeyi ve Filistin meselesini Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na (BMGK) götürmeye karar verdi. BMGK, 29 Kasım 1947'de Filistin'in %55,5'inde bir Yahudi ve %43'ünde bir Arap devleti olmak üzere iki devlete bölünmesini ve manda topraklarının %1,5'i olan Kudüs için uluslararası bir rejim tesis edilmesini öneren 181 sayılı kararı çıkardı. Araplar, en değerli ihraç malı olan turunçların üretildiği zengin sahil ovalarının kontrolünü kaybedeceklerdi ve aynı zamanda iç bölgelerdeki verimli ovaları kaybedeceklerdi. David Bin Gurion Yahudiler adına kararı kabul etti, fakat Araplar, Yahudilerin toprakların sadece %5,8 sahip olmasına karşın ülkelerinin yarısından fazlasını Yahudilere veren bu kararın hükmünü ezici çoğunlukla reddetti.

ABD, 181 sayılı kararın onaylanması için yürütülen savaşa önderlik etti. Balfur Deklarasyonu ve Bölünme Kararı, Ortadoğu için bugüne kadar sürüp gelen gerilimlerin zeminini döşedi. Yabancılar tarafından dayatılan bu siyasi kararlar, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını inkar etti. Bu kararların hiçbirinde meşru sakinlerin referandumu ya da plebisiti yoktu.

Bölünmenin hemen ardı dramatik oldu. Bu iki topluluk bir diğerinin varlığını kabul etmedi ve hemencecik savaş patlak verdi. 14 Mayıs 1948'de Manda yönetimi sona erdiğinde İsrail Devleti'nin geçici hükümeti ilan edildi, Ben-Gurion “Bağımsızlık İlanını” okudu ve Sovyetler Birliği ile ABD hemen İsrail'i tanıdılar. Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Irak'tan Arap kuvvetleri, Arap Filistinlileri korumak için ülkeye girdiler, fakat Arap devletlerini askeri kuvvetleri birleştiğinde sahada daha fazla askeri olan, iyi eğitimli ve araziyi bilen İsrail'in ordusuna denk değildi.

Yahudi ordusu, Bölünme Kararı'nda Yahudilere tahsis edilen bölgeyi ve Araplara tahsis edilen toprakları ve uluslararası kontrol için ayrılan bölgeleri devraldı. 1947-1949 savaşında Arapların çabası bölünmeyi engellemeyi ve Arap Filistin nüfusunu korumayı amaçladı, lakin 1948 baharı ve ilk yazı sırasında bu hedefler artık ulaşılabilir görünmüyordu.

Arap köylülerin ve kasaba sakinlerinin İsrail askerleri ve paramiliter silahlı gruplar tarafından katliamlara uğraması, 750 binden fazla insanın evini terk edip mülteci olmasını hızlandırdı. Bu insanlara evlerine geri dönüş hakkı verilmezken Yahudi göçmenler Filistin'e akın etmeye devam etti. İsrail, 531 Filistin köyünü yıktı ve topraklarını Sahibi Başında Bulunmayan Mülkiyet Yasası uyarınca istimlak etti. Bu kitlesel yerinden oluş, anayurdun kaybı ve topluluklarının yıkımıydı. Bu bir felaketti (el-Nakba)! Ülke, BM planı ile değil, savaş ile bölünmüştü.

El-Nakba'dan sonra Batı Şeria, Ürdün'e ilhak edildi, mülteci kampları Amman, Şam, Beyrut'a yayıldı ve Gazze Şeridi Mısır ordusunun yönetimine girdi, ancak Mısır'dan kopuktu. Gazze Şeridi sakinlerinin büyük çoğunluğu sekiz büyük kampta yaşayan mültecilerdir, fakat ortak kaderin ve evliliklerin nesilleri mülteciler ile yerliler arasındaki bu ayrımı daha az kayda değer hale geldi. Bazı üst sınıf yerli ve iş insanları dışında Gazzelilerin Mısır'a girmelerine izin verilmezdi. Sadece Kahire'deki Filistinlilerin özel izinleri vardı, Mısır'ı ziyaret için izin almak zordu. Filistinlilerin Mısır'da “ücretle veya ücretsiz” çalışmaları açıktan engellendi. Gazze Şeridi büyük bir hapishane gibiydi ve halen de öyledir; Gazze Şeridi'nden ayrılan Gazzeliler sadece Körfez Devletlerinde iş bulan meslek sahipleriydi.

Gazze, Filistin mücadelesinin merkezi oldu. Bu kalabalık mülteci kamplarında yaşayan Filistinliler, İsrail ile Arap devletleri arasındaki ateşkes anlaşmalarını asla tanımadılar. İsrail'deki evlerine geri dönene kadar İsrail ile savaşmaya hakları olduğuna sonuna kadar inanırlar. Gazze Şeridi'nde iki Filistinli savaşçı grubu vardı: Mısır komutası altında kendi birliklerinde üniformalı savaşçıların düzenli Filistin Kurtuluş Ordusu ve ateşkes hatlarını yarıp İsrail içine baskınlar yapmakta uzmanlaşan üniformasız düzensiz fedayin birlikleri (gerillalar). Fedayin içerisinde el-Fetih'in gelecekteki liderleri Yaser Arafat, Halil el-Vezir (Ebu Cihad) ve Salah Halaf bulunuyordu.

Mısır'a karşı 1956 Anglo-Fransız-İsrail savaşında Fransız ve Britanya askerleri Süveyş Kanal Bölgesi'ni emniyete aldı ve İsrail ilk günlerde Gazze Şeridi'ni ve Sina'yı işgal etti. İsrail ordusu, Mısır komutası altında kendi birliklerinde savaşan düzenli birlikler ve sınırdan sızma yapmakla ve İsrail içinde sabotaj operasyonları yapmakla suçlanan düzensiz fedayin birliklerini içeren Filistinli savaşçılar için Gazze Şeridi'ndeki mülteci kamplarını arayıp taradı. İsrail ordusu ile silahlı çatışmalarda yüzlerce kişi öldü ve bilinmeyen sayıda Filistinli fedayin soğukkanlılıkla öldürüldü. Mısırlı savaş esirleri arasındaki çok sayıda Gazzeli Filistinli, İsrailli timler tarafından Sina'da infaz edildi. Nihayetinde İsrail Gazze ve Sina'dan tahliye edildi, Britanya ve Fransa, ABD Başkanı Dwight Eisenhower'ın Sovyetlerle çatışmadan kaçınma emirleriyle Süveyş Kanal Bölgesinden çekildiler.

FKÖ, Filistin direniş grupları için bir şemsiye örgüt olarak ve onları Mısır kontrolü altında tutmak için Mısır Başkanı Cemal Abdul-Nasır tarafından 1964 yılında kuruldu. 

İsrail 1967 savaşı sonrasında Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi, Sina yarımadası ve Suriye'nin Golan Tepeleri'ni içerecek şekilde kontrolünü genişletti. Savaş çok kısaydı, lakin Gazze Şeridi'nin ele geçirilmesi İsrail için kolay bir zafer olmadı. Savaşa tanık olan İsveç gazetesi Dagens Nyheter'in Kudüs muhabiri Nathan Shachar'a göre Gazze Şeridi'ni savunan Filistinli askerler büyük bir cesaret ve azimle savaştı. Shachar, Han Yunis ve Refah savaşımlarını savaşın en kanlı safhası olarak niteledi. Filistinli savaşçılar takviye hatlarından kopmuşken ve hiç hava desteğine sahip değilken bile İsrail'in Centurions ve Pattons tanklarına karşı etkiliydiler. Binlerce Filistinli 1967 savaşında hayatlarını feda etti.

Arap devletlerinin Filistinlileri İsrail'e karşı koruyamamaları, Arap hükümetlerinin Filistinlilerin herhangi bir topraklarını kurtaracaklarına olan inancın yitirilmesine yol açtı. 1967 savaşından sonra Yaser Arafat liderliğindeki el-Fetih FKÖ'ye katıldı ve ardından Arafat Yahya Hammudi'nin yerine FKÖ başkanı olmayı başardı ve el-Fetih hakim fraksiyon haline geldi. Ürdün Kralı Hüseyin, FKÖ örgütünün üyelerinin Ürdün nehri vadisinde hareket etmelerine izin verdi. 21 Mart 1968'de İsrail Ürdün kasabası Karame kasabası yakınlarındaki el-Fetih askeri üssüne tank ve piyadelerle saldırdı. Ürdün ordusu topçu sınıfının desteğiyle Filistinli savaşçılar kanlı bir savaşımda sert bir direniş gösterdiler. İsrailli saldırganlar arkalarında dört tank ve dört zırhlı araç bırakarak geri çekildiler. İsrail 29 askerini kaybetti, Filistinliler 97 ve Ürdünlüler 129 kayıp verdi.

Batı Şeria ve Gazze'deki Filistinliler 1988 yılında (birinci intifada) İsrail işgaline karşı ayaklandığında FKÖ'nün yasama organı Filistin Ulusal Konseyi, 181 sayılı BM kararına dayanarak Filistin devletini tek taraflı olarak ilan etti ve İsrail devletini tanımaya hazır olduğunu duyurdu. Beş yıl sonra aynı konsey Oslo anlaşmalarına onay verdi, İsrail'i tanıdı ve Yaser Arafat'ın Başkan Clinton'a “FKÖ Misakı'nın FKÖ'nün İsrail'i tanıma ve onunla yan yana barış içinde yaşamaya bağlılığı ile uyuşmayan  tüm maddelerinin artık hükümsüz” olduğuna dair önceki taahhüdünü teyit etti.

Dünya tarihi düzeyinde Fransa'nın 1830'da Cezayir'i fethi ve sömürgeleştirmesi ile Britanya'nın 1920'de Filistin'i fethi ve sömürgeleştirmesi arasında tam bir benzerlik vardır. Cezayir, Batı tarafından ilhak edilen ilk Arap ülkesiydi ve bir asır sonra Filistin, 1. Dünya Savaşında Türkiye'nin mağlup edilmesinden sonra Avrupalı sömürgeciler tarafından Siyonistlere ikram edilen diğer Arap ülkesiydi. Hem Filistinliler hem de Cezayirliler durmak bilmeyen kararlılık ve fedakarlıklarla sömürgecilere karşı başkaldırdılar. Front de Liberation Nationale (FLN – Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi) 1954 yılında resmen kuruldu ve ayaklanmayı planladı.  

1,5 milyon Cezayirlilerin hayatını alan kanlı savaş yıllarından sonra Fransa ve FLN müzakere etti ve 3 Temmuz 1962'de Evian Barış Anlaşmasını imzaladılar; Cezayirliler 132 yıllık Fransız sömürgeciliğinden sonra kendi kaderlerini ellerine alan bağımsız bir ulus oldular. Üzücüdür ki Cezayirlilerin aksine Filistinliler ulusal özlemlerini gerçekleştiremediler. Evian'da imzalanan Cezayir-Fransa anlaşması ile 13 Eylül 1993'te Washington'da imzalanan Filistin-İsrail anlaşmaları (Oslo anlaşmaları) arasındaki çarpıcı farklılıklar, Filistinlilerin başarısızlığını açıklar. FLN ile Gransız de Gaulle hükümeti arasındaki müzakereler, Sahra meselesi üzerine aylarca sürüncemede kaldı. De Gaulle'ün görüşüne göre petrolün bulunması ile stratejik açıdan önemli hale gelen Sahra, Fransa'ya aitti. Fakat FLN Cezayir'in bir miliminden bile vazgeçmeyi reddetti. Diğer taraftan Filistin liderliği tarafından müzakere edilen Oslo Anlaşmaları, özerk Filistin Yönetimi'ni (FY) yarattı, fakat ne Filistinliler için kendi kaderini tayin hakkını, ne bir Filistin devletinin kurulmasını, ne İsrail yerleşimlerini kaldırılmasını, ne Kudüs'ün statüsünü ne de Filistinli mültecilerin geri dönüşünü ele aldı.

Yüzyıllık mücadele ve fedakarlıklardan sonra Filistinliler bugün keskin biçimde bölünmüş ve farklı birçok rejim altında yaşıyorlar; bazısı İsrail ordusunun ve Yahudi yerleşimcilerin tam kontrolündeki Filistin Yönetimi (FY) idaresi altındaki birbirinden kopuk Bantustanlarda yaşıyor, diğerleri Gazze'de abluka ve sürekli bombardıman ve hava saldırısı altında yaşıyor; milyonlarca mülteci Arap rejimlerini idaresi altında apartheid (ırk ayrımcılığı) benzeri yasalarla kısıtlanmış halde sürgünde yaşıyor ve binlerce Filistinli militan İsrail zindanlarında çürüyor. Fakat Filistin Yönetimi Başbakanı Selam Feyyad, FY'nin mali krizini Filistinlere yönelik “en ivedi tehdit” olarak niteledi. Sahi mi?

Filistinliler, işini bilen düşmanın, zalim bir dünya düzeninin ve beceriksiz liderlerin kurbanıdırlar. Başlangıç olarak Filistinlilerin mutlaka yeni bir liderlik altında yön değişikliğine gitmeleri gerekiyor.

Palestine Chronicle sitesinden kizilbayrak.net tarafından çevrilmiştir.