Brzezinski’nin The New York Times’daki yorumunda (13/02), artık “Hegemonya Sonrası Çağ”da (“Post-Hegemonic Age”) yaşadığımıza ilişkin, dünyayı ABD-Çin işbirliği merceğinden bakarak değerlendiren savlarını okuyunca, “ustanın” olayların gerisinde kalmaya başladığını düşündüm.
Gerçekten de bir gün önce Başkan Obama “Ulusun Durumu” konuşmasında, ABD ile AB arasında, kapsamlı bir ticaret ve yatırım anlaşması için görüşmelerin başlayacağını açıklamıştı. Obama’nın konuşmasında bu konuya bir cümleyle de olsa yaptığı vurgunun, Atlantik’in iki yakasında büyük heyecan yaratması (Bloomberg, Financal Times, The Washington Post) Alman basınında desteklenmeye değer bir “Ekonomik NATO” (Süddeutsche Zeitung, Der Spiegel, 14/02) olarak nitelenmesi, karşımızda yeni bir hegemonya projesi olduğuna işaret ediyordu.
‘Hegemonya Sonrası Çağ’ ve ‘ölçek’ sorunu
Aslında Brzezinski yorumunda, “Bir ABD-Çin çatışması/savaşı yaşanır mı” sorusuna olumsuz bir cevap verirken dünya ekonomisinin bütünleşme düzeyine, nükleer silahların yaratması olası yıkıma, ABD ve Çin arasında bir ideolojik kutuplaşmanın yokluğuna, buna karşılık iki ülke arasındaki kültürel ekonomik etkileşime vurgu yapıyordu. Brzezinski’nin yorumunun akışından, dünyanın tek bir ülkenin ekonomik, siyasal egemenliği altına giremeyecek kadar büyük ve karmaşık olduğunu düşündüğü de anlaşılıyordu.
Bence bunlar (nükleer silahlar, büyüklük/ölçek sorunu dışındaki gerekçeler, I. Dünya Savaşı öncesi için de geçerli olsa da) genelde kabul edilebilir savlar.
“Nükleer silahlar barışın garantisidir” savının, “Soğuk Savaş” döneminde çok tartışıldığını, en az bir kez bir nükleer çatışmanın (Küba krizi) kıyısından dönüldüğünü biliyoruz. Bu savın ana dayanağı, liderlerin akılcı davranacakları varsayımı. Ancak tarihten geçen dengesi bozuk lideri, hatta psikopatik eğilimlerin büyük liderliklerin belirgin özelliklerinden biri olduğunu anımsayarak bu sava fazla güvenmemek gerekiyor.
“Dünya tek bir ülkenin ekonomik, siyasi egemenliği altına giremeyecek kadar büyümüş, karmaşıklaşmıştır” saptaması, bence daha güvenilir bir sav. Gerçekten de dünya pazarının, kapitalizmin tarihine bakınca, hegemonya devreleriyle “ölçek sorunu” arasında tarihsel bir ilişki olduğu görülür (G. Arrighi, “Spatial and other ‘Fixes’ of Historical capitalism”, JWSR-V Yaz, 2004 p: 527-539).
Çok kısaca anımsayalım: Cenova şehir devleti ile başlayan hegemonya devreleri süreci, her yeni aşamada ekonomik siyasi etki alanının, devletin çapı ve kapasitelerinin büyümesiyle, Hollanda ulus devleti, sonra daha büyük bir ekonomiyi, daha geniş alanı etkileyen İngiltere ulus devleti, ardından da kıta çapında kurulu, tüm dünyayı kapsamaya çalışan bir devlet olarak ABD hegemonyası aşamalarından geçerek bugüne geldi.
ABD hegemonyası gerilerken gündeme gelen imparatorluk (rıza almak yerine zorla dayatma) projesinin, ABD’nin ekonomik siyasi, askeri kapasitelerini aştığı ortaya çıktı. Böylece bir hegemonya boşluğu, “Yeni hegemonyacı kim olabilir” sorusunu gündeme getirdi. Getirdi ama ortadaki aday devletlerin hiçbiri ekonomik, siyasi askeri kapasiteleri açısından kapitalizmin bu gelişmişlik düzeyindeki dünyanın ortaya koyduğu ölçek sorununu aşacak düzeyde değildi. Çin ekonomisi büyümeye, değişmeye devam ediyor ama niteliği açısından hâlâ bu ölçek sorununun gündeme getirdiği ekonomik, teknolojik, siyasi, askeri sınırları aşabilecek özelliklerden yoksundu.
ABD-AB bir ‘blok hegemonyası’ olasılığı
ABD ve AB ekonomileri birlikte, dünya ekonomik çıktısının yarısını üretiyor, ticaretin üçte birini gerçekleştiriyorlar. ABD’nin askeri harcamaları dünyanın toplam askeri harcamalarının yarısına eşit, askeri teknolojisi rakipsiz, dünya silah pazarındaki egemenliği tartışılmaz. Buna karşılık Avrupa’da İngiltere gibi bir mali merkez, Almanya ve Fransa gibi yüksek teknolojide uzmanlaşmış sanayileri olan ülkeler var. Özellikle Almanya dünyanın en büyük ihracatçısı konumunda, otomotivden ilaca, hassas ölçüm aletlerinden optik ve tıbbi gereçler sektörlerine kadar rakipsiz ürünleri var. İngiltere ve Fransa, ABD ile askeri işbirliğine, Afrika’daki gelişmelerin de gösterdiği gibi uzmanlaşma ve teknolojik düzey açısından uygun ordulara sahip. İtalya, İspanya, Hollanda ve Belçika gibi eski emperyalist ülkeleri unutmamak gerekiyor.
ABD ve AB, NATO platformunda zaten bir blok oluşturuyorlar. Bu blokun bir de yatırım ve serbest ticaret ortaklığı ile taçlanması halinde karşımıza, yukarda değindiğimiz “ölçek sorununu” aşabilecek bir yapılanma çıkmaya başlayabilir.
Bu ekonomik blok, sırf dünya ekonomisi içindeki ağırlığıyla, AB Ticaret Sorumlusu Karel de Gucht’un vurguladığı gibi, çekim gücüyle ekonomi politikalarını, ticaret ve yatırım kurallarını ve normlarını belirlemeye başlar (Stephens, 14/02). Bir spekülasyon yapmak için çok erken ama, “Band-Wagon” - katar/vagon- teorisi bağlamında bakarsak Brezilya, Güney Afrika, Hindistan hatta zamanla Rusya’nın bu blokun çekim alanına girmeye başlamasını, Çin’in bu hegemonyanın basıncını kabul ederek beklemeye geçmesini de öngörebiliriz.
Ancak tarih, geçmişte ekonomik kriz dönemlerinde ülkeler ve bloklar arasında ticaretin serbestleşmediğini aksine, korumacılığın yükseldiğini gösteriyor. Bu kez farklı olabilir mi?
AB ve ABD arasında karşılıklı sermaye yatırımları 4 trilyon dolara yaklaşıyor, aralarındaki günlük ticaret hacmi ise yaklaşık 2.6 milyar dolar. Her iki tarafın da ekonomileri talep yetersizliğiyle, durgunlukla boğuşuyor. Ticaret zaten büyük ölçüde serbestleşmiş durumda. Tarım ürünleri, gıda güvenliği, genetik ürünler otomotiv standartları alanlarındaki sorunlar aşılabilirse transatlantik ticaret hacminde yıllık 650 milyar dolarlık bir artış gerçekleşebilecek, büyüme oranlarına 0.5-1 puan eklenecek deniyor.
Bunlar küçük ama önemli sayılar. Yine de hemen tüm yorumcular, 2007 yılında özellikle Merkel’in inisiyatifiyle başlayan, zaman içinde İngiltere’nin de yardımıyla ABD’yi de ikna etme yoluna giren bir ABD-AB serbest ticaret yatırım anlaşması projesinin esas öneminin, jeopolitik alanında yaratması olası etkilerden kaynaklandığını savunuyorlar. Böylece dünya ekonomisinin merkezinin doğuya kayması önlenebilecek, Batı’nın düzenine Çin’in getirdiği tehditler sınırlandırılabilecek, dünya ekonomisine Batı’nın koyduğu kurallar içinde entegre olması sağlanabilecek, Afrika’da başlayan sürecin gösterdiği gibi, bu kıtanın doğal kaynakları, piyasaları, kolaylıkla ABD-AB blokunun etki alanı içine alınabilecek...
Çok fazla etkenin birden ilerlemesi, çok sayıda taşın yerine tam zamanında oturması gerekiyor. Ama yine de uzun zamandır ilk kez ABD ve AB medyası, ortak bir gelecek projesi bulduğunu düşünerek aynı biçimde heyecanlanıyor...
Cumhuriyet / 18.02.13