Eğitim bütçesi neden artıyor?

  • Arşiv
  • |
  • Eylem-Etkinlik
  • |
  • 22 Aralık 2012
  • 11:49

Bugün okullarda “savaşa değil eğitime bütçe!” sloganları yükseliyor. Bu slogandan, sanki savaşa bütçe ayrıldığı için eğitime bütçe ayrılmıyormuş, ya da eğitime ayrılan bütçe arttırılınca sorunlar çözülecekmiş gibi bir anlam çıkarılabilir. Bakıyorsunuz 2002’den bu yana eğitime ayrılan bütçe giderek artmış, üniversiteler açılmış, araştırma geliştirme çalışmalarına belli teşvikler verilmiş, son dönemde de kısmen de olsa harçlar kaldırılmış. Fakat, atılan bütün bu adımların yanında da AKP’nin YÖK üzerinden ciddi müdahaleleri olmuş, 2003’te TÜSİAD raporlarına ve önceki dönemlere paralel olarak eğitimin piyasayla iç içe geçmesinin önündeki engelleri kaldıracak birçok adım atılmış. Bunu son olarak da YÖK Yasası’nın değişmesi adımları izliyor.  

Eğitim bütçesinin artması YÖK Yasa Tasarısı’yla çelişmiyor mu?

Bir yandan eğitime ayrılan bütçenin 2002’den bu yana 6 kat arttığını söylerken diğer yandan da devletin eğitime ayırdığı bütçeyi kıstığını söylemek bir çelişki gibi görünebilir. Fakat bütçenin nerelere ve nasıl akacağına dair hedefler değerlendirildiğinde bunun bir yanılsama olduğu anlaşılır. Öyle ki bütçeden “eğitime ayrılan bütçe” adı altındaki paya birçok harcama dahildir. Buna esas olarak, devletin araştırma geliştirme çalışmalarına, üniversite, lise vb açarken harcanan paralar da dahildir, “Fatih projesi” olarak adlandırılan projeler de dahildir.

Yeni YÖK Tasarısı da bu tür adımları kendi içinde zaten kapsamaktadır. Tasarıya göre devlet elini olabildiğince eğitim masraflarından çekerek, araştırma ve geliştirmeye teşviklerini arttıracak gibi gözükmektedir. Bu şöyle de okunmalıdır, eğitimde öğretim elemanı ücretleri, öğrenci masrafları gibi harcamalar devlet tarafından karşılanmayacaktır. Bakıldığında, bilim ve eğitimin bir metaya dönüştüğünün en önemli göstergesi de aslında budur. Öğretim elemanlarının ücretleri piyasaya göre belirlenecektir. Performansa dayalı ücret sisteminin gelmesiyle öğretim elemanları arasındaki rekabet kızıştırılarak buradan elde edilen artı-değer arttırılacaktır. Öğrenciler ve aileleri ise adeta birer müşteri gibi eğitimi parayla satın alıp artı-değerin kar olarak gerçekleşmesi halkasını oluşturacaktır. Bu açıdan bakıldığında, AKP hükümeti “savaşa değil eğitime bütçe!” sloganının ötesinde, eğitimi kamusal bir hak olmaktan çıkaran; eğitimi sermaye için bir yatırım alanı olarak daha da pekiştiren adımlar atmış olmaktadır. Kısacası mesele sadece “2013 bütçe görüşmelerinde eğitime ne kadar bütçe ayrıldı?” meselesi değildir. Sermayenin politikalarının doğrultusunda eğitimde neler yapılacağıdır.

AKP öncesi ve AKP sonrası dönem

Eğitimin sermaye için yatırım alanı olarak dönüştürülmesi, 1970’lerin sonunda kar oranlarının dünya çapındaki düşüş eğiliminin artmasının getirdiği krizlerin bir sonucudur. Bu kriz ortamı, sermayeyi hizmet sektörüne daha çok akmaya itmiş, eğitim, sağlık gibi sektörler yavaş yavaş piyasaya bağımlı kılınmıştır. İşte bu dönemde, Türkiye burjuvazisi de önce 24 Ocak kararlarını, ardından burada hedeflenen sermaye politikalarının uygulanabilmesinin önünü açan 12 Eylül darbesini gerçekleştirmiştir. Bundan sonra da YÖK’ün kurulmasıyla eğitimdeki dönüşümleri emperyalist kapitalizmin ihtiyaçlarına paralel olarak hayata geçirmeye başlamıştır. Ardından Avrupa burjuvazisi, uluslararası rekabette ABD ve Japonya burjuvazisiyle yarışabilmek hedefiyle eğitimin piyasayla iç içe geçmesi ve bunun bütün Avrupa Birliği ülkelerinde benzer biçimde uygulanması adına Bologna süreci olarak adlandırılan bir süreci başlatmıştır.

Türkiye’de o dönemde de gündeme gelen YÖK Yasası’ndaki değişiklik bu kapsamdaydı. Bu yasa eğitimin piyasalaşmasının zeminini döşeyen GATS’ın (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) uygulanması için çıkarılmaya çalışılıyordu. Sermaye-üniversite işbirliğinin ve eğitimin piyasayla iç içe geçmesinin halkalarıydı. AKP’nin henüz yeni hükümet olduğu dönemde TÜSİAD’ın yayınlamış olduğu rapor, “mütevelli heyetleri”nin tüm üniversitelere uygulanarak sermayenin üniversitelerde doğrudan kontrolünü arttırmak hedeflerini taşıyordu. Bugünkü Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nda bu “üniversite konseyleri” olarak geçmektedir.

Biraz uzun olan bu 30-35 yıllık döneme bakıldığında, üniversite kapılarının sermayeye açılması, eğitimin ticarileştirilmesi olarak belirtilen süreçler, çoktan hayata geçirilmiştir. Bu da AKP’yle birlikte yeni adımların atıldığı ve sermayenin elinin biraz daha güçlendiği bir döneme girildiğini göstermektedir. AKP bu sürecin tamamlayıcısı olarak gözükmekte ve büyük burjuvazinin politikalarını hayata geçirmekte 90’ların siyasi krizleri ve 2001 ekonomik krizlerinden sonra en başarılı politik aktör olarak varlığını sürdürmektedir.

Sermayeden bağımsız bir AKP politikası yoktur

AKP’nin sermayedarlarla ilişkisinin bu derece güçlü olduğu düşünüldüğünde sermayeyi değil AKP’yi hedef alan bir politik çizginin ne anlama geldiğini de sorgulamak gerekir. Görüldüğü üzere sermayenin politikalarından bağımsız bir AKP yoktur. Hatta AKP’nin varlığının güvencesi de onun sermayedarların politikalarını somutta hayata geçirmekteki taktik-stratejik başarısıdır. Fakat bu AKP’yi sermayenin önüne koymak için bir gerekçe olamaz. AKP’nin politik çizgisinin özünde sermayenin sınıf çıkarları vardır. Bu yüzden, sermayenin politikalarının ve bunun günümüz açısından AKP’yle ilişkilerinin hangi biçimde olduğunu açıklayan değerlendirmeler yapılmalıdır. Bunu başarılı bir şekilde yapmadan sermayenin politikalarının karşısına işçi sınıfının politik çizgisine uygun somut taktiklerle çıkmak mümkün değildir. Bu somut taktikler olmadan da işçi sınıfının sermaye iktidarını devirme hedefi yolunda ilerlemesi bir o kadar imkansızdır.