Dünden bugüne... / KB

  • Arşiv
  • |
  • Makaleler/Yazarlar
  • |
  • Kızıl Bayrak
  • |
  • 08 Aralık 2012
  • 10:15

Türk sermaye devletiyle NATO’nun kirli ilişkisi

Türkiye-NATO ilişkisi, sermaye devletinin emperyalist-kapitalist dünyayla bütünleşme sürecinde önemli bir dönemeci işaret eder.

Emperyalist-kapitalist sistemin girmiş olduğu çok yönlü krizden çıkmak için dünya halklarının başına sardığı faşizm belasının ezilmesinde Sovyet halkları muazzam bir direniş sergilemiş, bu komünist ideolojiye dünya çapında çok büyük bir prestij ve etkinlik alanı sağlamıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin bu etki ve üstünlüğe cevabı NATO olmuştur. İkinci emperyalist paylaşım savaşının ardından emperyalist güç olarak öne çıkan ABD’nin hegemonyası altında “komünizm tehlikesine” karşı ve “savunma amaçlı” kurulduğu iddia edilen NATO’nun karanlık tarihi, onun gerçekte bir saldırı ve savaş örgütü olduğunu sayısız kez kanıtlamıştır.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na yolaçan çelişkilerden faydalanmaya çalışan Türkiye, savaşın sonlanması ve yeni güç dengelerinin kurulmasının ardından o güne kadar sürdürdüğü ikili politikayı bir yana bırakmış, emperyalist-kapitalist sistemle daha ileriden bütünleşme hedefiyle ABD emperyalizmiyle çok yönlü ilişkiler kurmaya başlamıştır. Sermaye devletinin 1949’da kurulan NATO’ya ilk başvurusu onaylanmayınca, 1950 yılında ABD emperyalizmin öncülüğünde başlatılan Kore müdahalesi, ona efendisine rüştünü ispatlama imkanı sağlamıştır. Birleşmiş Milletler tarafından talep edilen 500 askere karşılık Türk devletinin 5 bin asker göndermesi, emperyalizme her türlü hizmete hazır olduğunun bir göstergesi sayılmıştır.

Böylece ABD’nin tam güvenini kazanan sermaye devletinin 1952 yılında NATO’ya girişi kabul edilmiş ve kendisine biçilen rol emperyalist-kapitalist sisteme “ileri karakolluk” olmuştur. Bundan sonra hem sosyalist kampa karşı emperyalizmin ileri karakolu olarak hareket etmiş, hem de bölgede emperyalist politikalar doğrultusunda mazlum halklara karşı konumlanmıştır. İsrail’in ABD’den sonra en önemli müttefiki olarak Türkiye’nin anılması ve bu yönde stratejik nitelikte askeri-siyasal ve ekonomik işbirliğine gidilmesi bu politikaların sonucudur.

Sermaye devletinin emperyalizmin “ileri karakolu” olma görevini yerine getirebilmesi, içeride de buna uygun siyasal koşulların hazırlanmasını gerektiriyordu. NATO bu açıdan her zaman belirleyici bir organ olmuştur. Emperyalist-kapitalist dünya ile bütünleşme süreci sosyal çelişkileri derinleştirmiş, bu çelişkilerin açığa çıkardığı sınıf mücadeleleri ile dünyada yaşanan gelişmelerin yarattığı politik atmosfer, emekçi kitlelerin sosyal uyanışını ve politizasyonunu arttırmıştır. Bunun bastırılmasında kontr-gerilla vb. örgütlenmeler, faşist darbeler, dinsel gericilik, kültürel yozlaşma vb. araç ve yöntemlere başvurulmuştur. Bunlar bizzat CIA ve NATO karargahlarında planlanmıştır.

Türkiye’nin son 60 yıllık tarihinde NATO’nun oynadığı özel rolün de tanıklık ettiği üzere, NATO hiçbir zaman bir savunma örgütü olmamış, bir uluslararası saldırı ve iç savaş örgütü olarak varlığını sürdürmüştür. ‘89 yıkılışı ve Doğu Bloku’nun dağılmasına karşın, NATO’nun bu sefer de “terörizme karşı mücadele” bahanesiyle genişletilmesi, bu durumu tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Türk burjuvazisi de bu “misyon” ve amaç doğrultusunda hareket etmiş, ülke toprakları NATO üsleriyle doldurulmuş, NATO müdahalelerine askeri ve lojistik destek sunulmuş, ordunun üst kademeleri NATO karargahlarında eğitilmiştir. Irak’tan Yugoslavya’ya, Somali’den Afganistan’a, Kosova’ya kadar NATO’nun sayısız saldırı ve müdahalesine destek verilmiştir. Libya’ya gerçekleşen NATO müdahalesinde İzmir anakarargah olarak kullanılmıştır. Malatya Kürecik’te kurulan füze radar sistemi ise siyonist İsrail’in saldırgan politikalarına verilen arsızca bir destektir.

Sermaye devleti açısından, kendisine biçilen taşeronluk görevini layıkıyla yerine getirebilmek; ABD’yle kölece bağlara sıkı sıkıya sarılarak emperyalist-kapitalist sistemle daha ileriden bütünleşmenin, daha ileri roller üstlenebilmenin ve rant alanları kapabilmenin temel koşulu olarak görülmektedir. Geçtiğimiz yıl Türkiye’nin NATO’ya katılışının 60. yılı vesilesiyle dinci gerici partinin şefi Erdoğan’ın yaptığı açıklama bu durumu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır:

“Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve akabinde Sovyetler Birliği’nin dağılması, NATO’nun ve de bu ittifakın en etkin üyelerinden biri olan Türkiye’nin önemini asla azaltmamıştır. Tam tersine, uluslararası finans krizinden Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan dönüşüme dek uzanan farklı gelişmeler doğrultusunda yeniden şekillenmekte olan dünya düzeninde, NATO’nun Türkiye için, Türkiye’nin de NATO için önemi günbegün daha da artmaktadır. Türkiye, özgür dünyanın savunmasında oynadığı önemli rol sayesinde NATO bünyesinde her zaman sağlam ve güvenilir bir müttefik olmuştur; aynı şekilde, gelecekte de sağlam ve güvenilir bir müttefik olmaya devam edecektir.” Bu sözler, 60 yıllık uşaklık çizgisinde devam edileceğinin adeta manifestosudur.

İşçi sınıfı, emekçiler ve ezilen mazlum halklar bugüne kadar gerçekleşen faşist darbelerin, kirli provokasyon ve katliamların, gözaltı ve işkencelerin hesabını, bu karanlık tarihin bizzat sorumlusu olan NATO’dan sorabilmelidir. Bu çerçevede “Emperyalistlerle açık-gizli tüm antlaşmaların iptali”, “NATO, AB vb. emperyalist kuruluşlarla tüm ilişkilerin kesilmesi”, “Türkiye’deki tüm askeri üs ve tesislere el konulması” talepleri yükseltilmelidir.

(Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, 7 Aralık 2012, Sayı 15-48)