Bologna süreci üzerine Ankara Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr Nejla Kurul ile konuştuk:

  • Arşiv
  • |
  • Gençlik Hareketi
  • |
  • Ekim Gençliği
  • |
  • 29 Kasım 2012
  • 11:52

Bologna Süreci: Sermayenin üniversiteleri teslim alma projesi


Ekim Gençliği: Son dönemde adını sıkça duyduğumuz yüksek öğretimde bir takım değişiklik içeren Bologna süreci üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz? Nedir Bologna süreci?

Prof. Dr. Nejla Kurul: Aslında Bologna olarak adlandırılan süreci Adnan Gümüş Hocam’la birlikte değerlendirerek bir kitap haline getirdik. Bu kitapta yer alan konulardan kısaca bahsedeyim: Dünyada ve Türkiye’de üniversitelerin dönüşümü, piyasaya göre şekillenişi, Türkiye’ye uyarlanışı ve etkileri yer alıyor. Kitapta da anlattığımız üzere Bologna süreci, üniversitelerin yerel, ulusal ve küresel piyasalarla yeni işlevler çerçevesinde uyumlulaştırılması sürecidir. Bunun arka planını neoliberalizm oluştururken, Bologna süreci üniversitelerin bu yönde dönüşümünü sağlayan bir proje olarak değerlendirilebilir. Bu süreci başlatan dinamiklere de değinmek gerekiyor. İster ulusal ister uluslararası olsun, sermaye sınıfı açısından yükseköğrenim bir meta, bedeli yüksel bir hizmet olarak algılanıyor. Ayrıca piyasalardan ayrı mantalite ile işlerse hem üretim hem de ideolojik anlamda piyasaya karşı alternatif bir güç olma olasılığını içinde barındırdığından, kontrol edilmesi, en azından piyasa ile uyumlaştırılması gereken bir güç sayılıyor.

Yani Bologna süreci sermaye gruplarının yükseköğrenim şirketi kurması değil, mevcut tüm yükseköğrenimin sermayenin önceliklerine göre yeniden yapılandırılması ve sermaye gruplarının eline geçmesi projesidir.

Kısaca özetlemek gerekirse Bologna süreci; “Tüm dünya yükseköğretim ve üniversite anlayışı, kurum ve organizasyonunun, piyasa öncelikleri ve sermayenin küreselleşmesi temelinde, tüm emek, öğretmen, akademisyen ve araştırmacı gücünü metalaştırmak üzere, ABD Anglo Sakson modeline uygun şekilde yeniden düzenleyerek; akademisyenlerin özerk varlığını (üniversite özerkliği ve akademik özgürlükleri) özgür düşünceyi, gerçeği aramanın farklı yollarını, farklı bilme biçimlerini ortadan kaldırma sürecidir.”

- Peki bu süreç Türkiye’de nasıl işletiliyor?

- Türkiye’de üniversitelerin Bologna sürecine dahil oluşu ve gelişimini, kapitalizmin Türkiye’de gelişim seyri içinde ele almak gerekiyor. Türkiye üniversiteleri özerk ve demokratik üniversite olarak çeşitli sorunlar yaşamakla birlikte, yönünü Avrupa üniversite modeline çevirmişti. Bununla birlikte 1980’de 12 Eylül askeri darbesinin ve 2547 sayılı yasa ile üniversiteler Anglo Sakson modele kaydırılmıştır. Türkiye’nin bu modele yönelmesi 1947 yılına kadar götürülebilir. 2. Dünya Savaşı sonrasında ideolojik olarak DTCF tasfiyesi yaşanmıştır. Aynı süreçte köy enstitüleri kapatılmış, öğretmen okullarının önemi azaltılmış, daha geleneksel müfredatlar ve liberal batı tipi fakülteler açılmıştır.1977’de hazırlanan 4. Beş Yıllık Kalkınma Planı Eğitim Raporu’nda, 1981’deki YÖK’e yakın bir model öneriliyor. Bu model Bologna süreciyle de pek çok benzerlik taşıyor, üniversitenin bütünlüğünün korunması, kaynakların dengeli dağılımı gibi. Ancak bu model hem ideolojik hem de idari-akademik-mali yönetim anlamında 80 darbesi sonrası uygulanabilmiştir. Küresel piyasaların tek belirleyen haline gelmesinden sonra 2001’de bu sürece dahil olunmasıyla bugünkü halini almıştır.

- Bologna sürecinin üniversite bileşenleri açısından nasıl değerlendirmek gerekiyor?

- Bologna sürecinin, eğitim paketleri ve bilgi metalarını üreten ekonomik bir sektöre ve sürekli düzenli verimlilik hesaplarının yapıldığı bir işletmeye, öğretim elemanlarını parça başı ya da götürü yöntemle iş yapan güvencesiz bilim işçilerine, öğrencileri ise bir yandan müşterilere, öte yandan da ‘homo ekonomus’ ve ‘homo-teknikus’a dönüştürme projesi olduğunu görmek gerekiyor. Sürecin anlaşılması ve benimsenmesi için çalışmalar çoktan başlamış, ağır adımlar atılarak ve ihtiyatlı söylemler kullanılarak, “başka yol yok” anlayışının da katkısıyla bu süreç tüm kesimler tarafından tartışılması bile anlamsız hale getirilmiştir. Kısaca kapitalizm üniversitelerde doğasının gereklerini yerine getirmeye başlamıştır. Üniversite bileşenleri açısından doğabilecek tehlikeleri başlıklar halinde belirtmek gerekirse öncelikle bilimden bahsetmek gerekiyor. Avrupa Birliği çerçeve programları, gerek üniversite içinde gerekse dışında, bilim ve teknoloji gündemini, üretim ve birikim rejiminin ihtiyaçları yönünde biçimlendirmektedir. Bu sürecin sunduğu araştırma öncelikleri ağırlıklı olarak tekno-bilime yönelik olduğu görülmektedir. Sözü edilen araştırma öncelikleri, bütün olarak ulusal ve çok uluslu şirketlerin ihtiyaçlarına dönük olmakla birlikte AB kaynaklı sermaye gruplarını rekabette üstün kılacak biçimde tasarlanmasının önünü açmaktadır. Yani araştırmalar, büyük sermaye gruplarının kendi arasındaki rekabette de kullanılmak istenmektedir.

Kurumsallığın karşısında üniversitelerin piyasaya teslimiyeti de başka bir başlıktır. Piyasa ile ilişkilerin geliştirildiği üniversitelerde, öğrenciler hizmet alıcısına, öğretim üyeleri ise hizmet satıcısına dönüşmektedir.

Bir diğer önemli başlık ise üniversitelerde esnek üretim, esnek ve güvencesiz çalıştırma. Bu başlığı, emek-sermaye ilişkisini belirleyen bir düzenleme olarak irdelemek gerekir. Öğretim elemanlarının emek süreci ve iş örgütlenmesini, emek gücünün nitel ve nicel istihdamını ve emeğin üretimde denetim olanaklarını ifade eden yeni bir emek-sermaye ilişkisi tasarlanmaktadır. Türkiye’de yaşanan yapısal dönüşümlerin ortaya koyduğu en önemli sorun, üniversite emekçilerinin esnek ve güvencesiz olarak çalışmaya teşvik edilmesidir. İş güvencesinin ortadan kaldırılmasıyla akademik özgürlükler ipotek altına alınmakta, muhalif ve eleştirel bilim insanlarının egemen ideolojiye, YÖK sisteminin otoriter hiyerarşisine ve üniversitelerin muhafazakarlaşma yönündeki piyasacı dönüşümüne ses çıkarmaları engellenmektedir. Öğretim elemanlarının emekçi sınıfların işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, doğanın tahribatı gibi sorunlarından koparılarak “kişisel kurtuluşa” yönlendirilmesi de karşı karşıya kalınan tehditlerden belki de en önemlisidir.

- Yeni YÖK yasa tasarısı gündeme getirildi. Bu tasarı da üniversitelerin her anlamda yeniden düzenlenmesini içeriyor. Sizce Bologna süreci ile yeni YÖK yasa tasarısı arasında bir bağlantı var mıdır?

- Bu oldukça önemli bir soru. Biz Bologna sürecini, Türkiye’de uygulanan neoliberal ekonomi modeline üniversiteleri uyumlulaştırma süreci olarak yorumluyoruz. Bu ne demektir? Bu şudur: Üniversitenin yerel, ulusal, küresel piyasalarla, belli işlevler çerçevesinde uyumlulaştırma projesidir. “Peki önceden farklı mıydı?” diye soru yöneltebilirsiniz tabi. 80 öncesinde üniversiteler sosyal devlet ya da refah devletinin kurumlarından biriydi. Yükselen sınıf mücadelesinde de emekçi sınıfların belli ihtiyaçlarına da karşılık verebiliyor idi. Piyasalarla ilişkisi vardı ancak sermaye sınıfının istediği düzeyde bir ilişki değildi, daha sınırlı bir ilişki idi. Üniversitelerin kaynaklarını devletten almakla birlikte, asıl yönünün halka dönük, toplumun sorunlarına dönük olması temenni ediliyordu. Oysa ‘80 sonrası dönemde üniversitelerin bilinçli bir biçimde piyasalarla uyumlulaştırılması çalışmaları başladı. Bologna süreci de 2000’li yıllardan itibaren Avrupa üniversitelerini bu doğrultuda dönüştürme projesi olarak başladı ve Türkiye bu sürece çok kısa bir süre içinde eklemlendi. Avrupa’da Bologna süreci gönüllülük zemininde yürüyordu. Yani siyasal iktidar, üniversiteleri yerel, ulusal, küresel piyasalara eklemleme niyeti taşırken, bu, üniversitelere öneri gibi getirildi. Üniversiteler de bunu gönüllülük zemininde daha uzun bir zaman dilimine yayarak, tartışarak “buna uyum sağlayan üniversiteler, uyum sağlamayan üniversiteler, zorlanan üniversiteler” diye ayrıştılar. Fakat Türkiye’de bu süreç böyle olmadı. Bologna sürecine gidip, imzayı bizzat Milli Eğitim Bakanı –eğitim bakanları katılıyor bu toplantılara- atıyor. Bologna süreciyle ilgili hemen hemen bütün deklarasyonlar, bildiriler YÖK’ün sayfasında yayınlanıyor. YÖK’ün çıkardığı her şey, emir telakki edildiğinden Türkiye üniversiteleri bu konuda tartışmadan, Avrupa’da olan her şeyin iyi olduğu düşüncesinden hareketle hayata geçirilmeye çalışıyor bu düşünceler.

Bologna sürecinden az önce bahsettik; üniversite bileşenleri açısından neleri barındırdığından. YÖK yasa taslağının, Bologna süreciyle çok yakından bağlantısı olduğunu görüyoruz. Yeni YÖK yasasına dair, üniversitelere gönderilen metnin küresel rekabette Türk üniversitelerini ileriye götürmek, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda üniversiteleri bu sürece uyarlamak, yükseköğretimin kaynaklarını çeşitlendirmek, üniversite çalışanlarını sözleşmeli ya da güvencesiz koşullarda çalıştırmak gibi önerilere büyük ölçüde yer verdiğini görüyoruz.

Şöyle bir söylem var: YÖK’ün eski statüsünü sarstık, üniversiteleri de en azından mali anlamda özerk kıldık diyen bir söylem, bir savunma var. Fakat bunun gerçek olmadığını görüyoruz. Özellikle üniversiteleri ikiye ayırıyor: Kurumsallaşmış üniversiteler ve kurumsallaşmamış üniversiteler. Kurumsallaşmış üniversiteler, bildiğimiz büyük üniversiteler, öğrenci sayısı çok, öğretim üyesi sayısı çok. Bir kriter daha var; tek başına gelir yaratma potansiyeli olan üniversiteler. Harçlar üzerinden, döner sermayesi üzerinden veya kuru gelir üzerinden gelir yaratabilen üniversiteleri kurumsallaşmış üniversite olarak ele alıyor. Bunun karşısına da yeni kurulan, küçük kent üniversitelerini ise kurumsallaşmamış üniversite olarak görüp YÖK ile ilişkilerini farklı bir biçimde düzenliyor.

Türkiye’deki bu büyük kent üniversitelerinin öğrenciyi özgürleştirdiği, öğretim üyesinin mahalle baskısına çok maruz kalmadığı büyük kent üniversitelerine bir kurul, bir konsey getiriyor. Bu konsey, üniversite konseyi olarak adlandırılıyor ve özel ve vakıf üniversitelerinin mütevelli heyetlerine benzer bir yapıda.

Üniversite konseyi, rektörleri ve dekanları seçiyor ve atıyor. Yani üniversitenin özyönetim, özerklik, yani kendi yöneticilerini seçme potansiyelini ortadan kaldırıyor. Bu konsey 11 kişiden oluşuyor: 5 üye, üniversitenin farklı fakültelerinden, herhangi bir yönetim görevi bulunmayan öğretim görevlilerinden; 2 üyesi bakanlar kurulu tarafından seçiliyor. Bunun yanı sıra 2 tane üye, YÖK tarafından ama bu üniversitede profesör olanlardan bir görevlendirme bu. Kaldı iki üye. Bunlardan biri üniversitenin mezunlarından. Ama sıradan bir mezun değil bu, tahmin edilebileceği üzere. Bu üye büyük ölçüde ya parasal gücü ya da toplumsal gücü olan bir mezun, yani Ankara Sanayi Odası, Ankara Ticaret Odası mensubu gibi bir mezun. Bir diğer üye de, üniversitenin bulunduğu ilde en çok vergi veren kişi yani sermaye sınıfından biri. Ya da üniversiteye büyük ölçüde bağış yapan kişi.

Kısaca üniversite konseyinde sadece 5 kişi üniversite bileşeni, diğerleri 6 kişi. Bu tabloya baktığımızda şu yorumu rahatlıkla yapabiliriz. Burada siyasal iktidar ve egemen güçlerin lehine bir konumlandırma ve pozisyon var. Bunu, üniversitenin kendine ilişkin kararları kendinin veremediği, toplumun, Kant’ın deyişiyle derin bilgisi olan öğretim üyelerinin kendi kendisini yönetmelerine bile tahammül edemediği, üniversiteyi büyük burjuvazinin, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemek için bu çaba içerisine girildiğini açık olarak gösteriyor.

Üniversitenin bileşenleri bu yapının içerisinde yok, yani öğrenciler yok, öğretim üyeleri çok sınırlı bir düzlemde var, idari personel yok. Dolayısıyla üniversite, bildiğimiz bir anlamda üniversite olmayacak. Muhtemelen özel ya da vakıf gibi çalışan bir üniversite olacak. Öğrenci, bir manava gidip, parasını verip bir meyve ya da sebze aldığı gibi üniversiteye gidip fiyatını ödeyip bir diploma satın aldığı kurumsal bir yer olacak üniversiteler. Bunu da az önce sözünü ettiğim tehditler, bu yasa taslağı içinde de var. O yüzden buna da dikkat etmek gerekliliği var.

Ben, bu yasa taslağını inceledim ve hangi kavramın kaç kez kullanıldığını yazdım. Yani vurgulanan kavramlar hangileri? Taslakta kalite kavramı, yani bir mal ve hizmeti kaliteli diye satma anlayışı üzerinden kalite kavramı 36 kez geçmiş. Paydaş kavramı 8, rekabet kavramı 13 kez kullanılmış. Hesap verebilirlik 10 kez, performans 12 kez, gelir ve finans 10 kez, uluslararası kavramı 12, küresel kavramı 6 kez, Yükseköğretim kavramı 169 kez, değerlendirme kavramı 27 kez kullanılmış. Değerlendirme burada denetim ve kontrolün yumuşatılmış hali olarak kullanılıyor taslakta. Stratejik plan kavramı da 6 kez kullanılmış.

Oysa bizim insan toplum ve doğanın yanında olan üniversite tahayyülümüzde başka amaçlarımız var. Mesela biz, çeşitliliğimizi sağlayan ama dayanışmacı bir birlik isteriz, akademik özgürlükler ve üniversite özerkliği isteriz. Deriz ki; toplumun böylesine bilgiye yakın bir kesimi, bırakın kendine ilişkin kararları kendi versin, güvenilsin bu kurumlara. Ve bu yolla da içeride özgür düşünce filizlenebilsin, birlikte tartışılsın, yeni fikirler ortaya çıkabilsin. Özyönetim ve öz değerlendirme isteriz. Kamusal finansman isteriz; kaynakların devletten geldiği. Çünkü parayı verenin düdüğü çaldığı bir sistemde yaşıyoruz, bunu bir dönemin başbakanı üniversiteyle ilgili bir tartışmada “ parayı veren düdüğü çalar, parayı ben veriyorsam, düdüğü de ben çalarım” demişti. Oysa üniversite kaynağı kamudan alıp, üniversitenin kendi iç dinamikleri ve bütün bileşenlerinin kararıyla o kaynağı kullanabilmeli. Böyle bir kamusal finansman istiyoruz biz. Yine öğretim ve araştırmada nitelik elbette bizim de isteklerimizin arasında. Öğretim ve araştırmayı ayrılmaz bir bütün olarak alıyoruz biz. Neden? Çünkü, kapitalist toplumda toplumsal iş bölümü öylesine daraltılıyor ki, insanlar tek bir işi yapan, çok yönlü olarak kendini geliştiremeyen, müthiş bir potansiyel olmasına rağmen sakatlanmış bireyler olarak yetiştiriliyor. Taslakta öğretim ve araştırmanın bazı üniversiteler için birbirinden ayrılabileceği öne sürülüyor. Bunu bazı öğretim üyelerinin sadece araştırmayla, bazılarının ise sadece öğretmenlik yapması gibi bir şekilde konuşlanacağını, ve mesleki doyum açısından bir mesleği çeşitli yönleriyle kişiyi besleyip mesela araştırdığını bir sunum içerisinde paylaşmak gibi olanakları da ortadan kaldırdığını görüyoruz. Bazen sunum içerisindeki tartışmalardan da araştırma sorunsalı doğabilir. Bazen öğretmenlik araştırmada bir yöntem olarak da kullanılabiliyor. Bu taslak yürürlüğe girerse biz araştırmacılar ve öğreticiler diye ayrılacağız. Bu da kapitalist işbölümünün sonucundan doğan bir şey. Oysa bizim tahayyülümüzdeki üniversitede araştırma ve öğretim birbirini tamamlar, topluma hizmet de bunları tamamlar. Bu üçü birlikte el ele giderler.

Bizim üniversite tahayyülümüzdeki kavramlara baktık taslakta ne kadar geçiyor diye: akademik ve bilimsel özgürlükler 1, özgürlük ve öz yönetim 0, katılım 0, insan 3 kez geçiyor. Doğa kavramı 0, ki ekolojik felaketlerin sinyallerini aldığımız bir dönemde, üniversite gibi bir yapının doğa-insan sorunları, doğa-insan-toplum momentindeki sorunları yakalayabilmesi gerekir. Ama yasa taslağında buna dair bir kavram dahi yok. Demokratik kavramı 1 kez, evrensel kavramı 2, ulusal kavramı 10 kez, üniversite kavramı 114 kez geçiyor. Eşitlik, insanlık, adalet kavramları 0. Kültür kavramı 4 kez geçiyor sadece, ki üniversite kültür merkezi olarak anılır, eski bilgilerin saklandığı yerlerdir üniversiteler.

Toplum kavramı 14, kamu kavramı 6 kez, kadrolu kavramı 6 kez, bilim insanı kavramı sadece 1 kez geçiyor.

Dolayısıyla yeni YÖK yasa tasarısı, Bologna sürecinin beklentileriyle, içeriğiyle son derece uyumlu. Küresel örgütlerin, ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket eden, sermaye iktidarının çıkarabileceği bir yasa. Yani bu yasa bu sınıfların çıkarına uygundur. Oysa biz emekçi sınıfların, başka bir üniversiteye ihtiyacı var. Bu üniversite, onu kendisine, toplumuna yabancılaştırmayacak, onu çokluğu, çeşitliliği vermesini sağlayacak, çocuğu ve genci tek bir mesleğin içine hapsetmeyecek, onu pek çok bilgi kümesiyle karşılaştıracak, bu çok yönlülük içerisinde öğrencinin çok güvendiği bir potansiyelinin gelişebileceğine inandığımız ve yaptığı işi keyif alarak, severek yapacak ve kendini ve dünyayı anlamaya çalışacak bir gençliği yetiştirecek bir üniversite istiyoruz biz.

Ama bugünkü üniversite, öğrenciler için de çok sıkıcı bir mekân. Dar bir bilgi kümesinin giderek daralan bilgileriyle karşılaşacağı için bu gençler, bir tükenmişlik, bir yabancılaşma duygusunu daha çok yaşayacaklar.

Kısaca bu yasa Bologna sürecinin bütün tenkitlerini içinde barındırıyor. Ben şundan ürküyorum: Burs sistemi iyi çalıştırılmazsa, özel üniversiteler açılmasını teşvik ediyor. Belli toplumsal sınıfların, yani orta-üst ve üst gelir gruplarından insanların çocukları bu okullara giderken, ayrıcalıklı dediğimiz kurumsallaşmış üniversitelere de bu üst gelir gruplarının çocukları gidebilecek. Ama emekçi sınıfların çocuklarına kalan üniversiteler, kurumsallaşmamış, yeni kurulan üniversiteler olarak karşımıza çıkacak. Bu üniversitelerin de henüz üniversite olma özelliğini, henüz geleneklerinin yerleşmemesi nedeniyle, baskının olduğu yerler, resmi ideolojinin etkisinin yoğun olduğu yerler, çok yönlü çok kültürlü, evrensel, geniş bir ufuktan bakan bireylerin yetişemeyeceği yerler olması nedeniyle belli kaygılarım var. Kuşkusuz bu, üniversitenin gelişmesini de içerir, ama belli bir toplumsal sınıfın güdümündeki üniversite emekçi sınıflardan kopuk olduğu ölçüde kendi ihtiyaçları çerçevesinde bu üniversiteleri şekillendirecektir. Bu nedenle üniversitenin bütün bileşenleri bu mücadeleye mutlaka katılmak zorundadır. Öğrenciler bu mücadelenin bir parçası olmalıdır. Avrupa’da bu sürecin başından beri paralı eğitime, ticari eğitime karşı yürütülen bir mücadele var öğrenciler tarafından. Türkiye’de de kuşkusuz bu mücadele var ama çok canlı değil, daha soluk bir görüntü sunuyor. Öğrenciler, öğretim üyeleri ve idari personeli bekleyen tehlikelerden az önce bahsettik. Onlar da parasız eğitim, özerk-demokratik üniversite mücadelesinin bir parçası olmalıdırlar. Üniversiteler bizimdir, ve bizim isteklerimiz, ihtiyaçlarımız doğrultusunda, emekçi sınıflar lehine şekillenmelidir.

Yasanın geliş biçimi de önemli. Bütün üniversitelerden görüş isteniyor kısa bir süre içerisinde. Öğretim üyelerinin yoğunlukları içerisinde, bu kadar kısa sürede görüş belirtmeleri mümkün değil. Bu nedenle üstün körü yanıt verme gibi ya da hiç yanıt vermeme gibi eğilimler de olabilir. Ama siyasal iktidar şunu diyecek ‘ben katılımcıyım yeterince, üniversitelerden görüş istedim, onlardan gelen görüşler doğrultusunda ben bunu yaptım’ diyecek. Ama bu gerçek bir demokratik süreç değil. Son derece göstermelik bir süreç. Bu yönüyle de kamuoyunun dikkatle izlemesi gereken bir süreç var. Emekçi sınıfların yani bizim giremediğimiz hastaneler, marketler, alışveriş merkezleri varsa emekçi sınıfların çocuklarının, bizim çocuklarımızın giremediği üniversiteler de olacak. Bunu insanlığın gelişimi ve uygarlık projesi açısında çok geriletici bir çaba olarak görüyorum. Piyasanın gözü kör, kar hırsıyla hareket eden güçlerinin üniversiteyi şekillendirmesi uygarlık projeleri üretmeyecektir. Belki bilgi ve teknoloji gelişecek ama hayatlarımız gittikçe yoksullaşacak. Teknoloji ne kadar ışıltılı hale gelirse iç dünyamız o kadar soluklaşacak. Yine siyasal iktidarların kendilerini siyaset üzerinden çok dayattığı bir üniversite anlayışı. Bugün muhafazakârlık, bugün milliyetçilik, başka bir gün başka bir gücün üniversiteleri teslim almasına izin vermememiz gerekiyor. Üniversitelerin kendi güçleri, dinamikleri var. Ve büyük insanlık projeleri var, bu projelere sadık kalınması gerektiğini düşünüyorum.

(Ekim Gençliği, sayı 141, Kasım 2012)