Biraz daha geç kalmaya sevinemediğim bir izin gününde kahvaltı sofrasındayım. Adı ücretsiz olan bir izin. Çocuklarımın gözlerine bakılamadan oturulan bir sofra. Salgın başladığından beri ne gelişme olduysa yan etkileri pat diye bizim eve düştü. Covid-19’un ne olduğunu anlamaya başladığımızdan beri hem benim hem eşimin kalabalık fabrikalarda çalışıyor olması kaygılarımı büyüten temel neden olmuştu.
Yüzlerce arkadaş her gün, her vardiya bu koca sanayi kentinin her bir mahallesinden, birçok temas noktasına bulaşmış şekilde yan yana geliyoruz. Pandemiyle mücadele önlemlerinin ilk halkası olarak kalabalık olan fabrikaların, işyerlerinin kapatılacağını düşünüyordum. Ne de olsa “evde kal” denmeye başlanmıştı. Fakat ben bir türlü evde kalamayanlardan biri oldum.
Evet, bugünlerde evdeyim. Çünkü fabrika, kısa çalışma ödeneğinden yararlanamayan ben gibileri ücretsiz izne çıkarıyor.
Çatalı ağzıma getirip götürüyorum ama öyle bir dalmışım ki çocukların sofradan kalktığını fark etmemişim. Dalgınlığımın bir sebebi de bu haftanın alışverişiyle ilgili. Markete, pazara gitmeye kaygılıyım. İnternetten sipariş mi versem diye düşünüyordum. Bir de tabi asıl cevap aradığım soru: Eldeki bütçeden bir şey kalmadan bir alışveriş nasıl yapılabilir?
İki buçuk litre kola 8 TL olmuş. Asgari ücretli bir işçinin 50 dakikası iki buçuk litre kola. Simitle asgari ücret hesaplayanlara yeni bir örnek olsun.
Soru deryasında boğulmak üzereyken telefonuma gelen mesajın sesiyle kıyıya çıktım. Mesaj Nermin’den...
“Güldane, merhaba... Hatice fabrikanın ortasında bangır bangır bağırıyor. Diyor ki: ‘Lütfen beni işten çıkarır mısınız?’”
***
Amirle onuncu defadır konuşuyorum. Üç defa da insan kaynaklarına çıktım. İki aydır fabrikanın koridorlarında beni işten atmaları için dolanıyorum. Yok yok, yanlış duymadınız. Hatta açık konuşmak gerekirse yalvarıyorum. Oysa en büyük kaygılarımdan biri işsiz kalmaktı. Son bir senedir kriz ortamında işten çıkartılanlardan biri olmamak için her denileni kabul ederek çalıştım. Evde ise neredeyse sadece uyuyarak zaman geçirir bir haldeydim.
Sorularınız çalınıyor kulağıma, işsizlik korkumu nasıl yendim de işten atılmayı istiyorum. Aslında açıkçası bu korkumu yenmiş değilim. Hele de hem benim hem de eşimin kredi borcunun tamamlanmasına yıllar olduğunu her hatırladığımda.
“Peki Hatice, işsizlik bu haldeyken, bir daha iş bulman zorken işten çıkmak istemen ne kadar mantıklı? İyisi mi sen git biraz daha düşün...” Amirin cümlelerinin arasına karışıyor sizlerin de merakı.
İnsan kaynakları mı ne dedi? Önce benden memnun olduklarını, işten çıkarmayı düşünmediklerini ifade ettiler. Ben ısrarcı olunca da “o zaman git istifa et” denildi. Bu patron dilindeki cümlenin çevirisi, 11 yıllık tazminatını, ihbarını, işsizlik maaşını vb. biz sermayedarların cebine bırak git. Orası o kadar kolay değil! Ama pandemiden beri dayatılan çalışma haliyle geçinmek de mümkün değil.
Bir de bana ne anlatıyorlar biliyor musunuz? İşten çıkarmanın yasaklandığını... Bu, işçiler için çok büyük bir kazanımmış! Pandeminin biz işçilerin iş güvencesini garantiye almak için böyle çok önemli bir yararı olmuş!
Benim hikayemi dinleyen sizler de bu güzellemelere inanmadınız, değil mi? Her birimizin fabrikasında, mahallesinde, akrabalarında işten atmanın yasaklanması kararı çıktıktan sonra işten çıkarılan en az bir tanıdığımız muhakkak vardır. 25/2 maddesi yasağın kapsamının dışında tutuldu ve böylece kolayca işten atmaların gerekçesi haline getirildi/getiriliyor. Bu gerekçeyle toplu işten atmalar bile oldu. İşten atmalar yasaklandı ama işsizlik oranları sürekli büyüyor. Geçenlerde haberlerde dinledim, son yedi ayda bir milyon kişi işsiz kalmış.
Tüm bunları, bunlarla birlikte örnekleri anlatarak yirmi dakikadır amirle konuşuyorum. Sesimi kontrol edemeyeceğim kadar sinirlerim zıpladı. Bir amire baktım, bir kafamı üst kattaki yönetim katının üretim alanına bakan camlarına çevirdim. “Lütfen, beni işten çıkartır mısınız?” diye avazım çıktığı kadar bağırdım.
Makine aralarından arkadaşların başları göründü. Soluksuz çalışmalarına ara vermişlerdi. Ne olacak diye sağa sola bakınıyorlardı. Biliyorum ki hepsi de aklından “beni işten çıkarsalar ne iyi olur” diye geçiriyorlardı. Özellikle uzun senedir çalışanlar... Ben herkesin aklından geçenin sese gelmiş haliydim.
İşçilerin ortak talebinin işten atılmak olduğunu duysaydım bir zamanlar, bir yerlerde nasıl bir hurafeyle karşılaştığımı tanımlayamazdım. Şimdi tam da bunun yaşandığı zamanlardayız.
Kısa çalışma ödeneği, ücretsiz izin ile esnek çalışmanın ve insanca yaşamaya yetmeyen ücretlerin de bir kısmının alınabilmesinin mirası, güvencesizlik ve geçinememek. Temel giderleri karşılamak üstün matematik profesörlerinin de çözemediği bir denkleme dönüştü. Her şeye gelen zamları, dövizin gündelik hayata yansımasını da ele aldığımızda denklemdeki eşitsizlik artıyor.
İşsiz kalma korkusunu yaşayan ben, işten atılmak için uğraşıyorum. Çünkü düşündüm taşındım; ölçtüm biçtim, işsiz kaldığımda elime geçecek para daha fazla olacak. Ayın yarısı kısa çalışma... Patron, hafta tatilini de ücretsiz izin olarak göstermiş. Kaç aydır fabrikada devran böyle dönüyor. Eşimin çalıştığı yerde üç aydır ücretsiz izin uygulaması var. Günde 39 TL’ye yaşayamama hakkını kullan dediler. Bu hakka sahip olmak ne büyük bir imkân; değil mi? Kullanamayanlar var ne de olsa!
Kriz artı pandeminin denkleminden şu çıkıyor: İşsiz kalmak –tabi işsizlik maaşı alabiliyorsan-; işten çıkarılmak –tabi birikmiş toplu haklar varsa- çalışıyor olmaktan daha iyi. Ele geçecek para yani geçinebilme kriterleri açısından.
Yönetim katının camından, “Hatice Hanım, yukarı gelir misiniz?” sesini duyunca bir kez daha tüm bedenimi yara yara çıkan soru cümlesi makinalara vura vura yankılandı: “Lütfen, beni işten çıkarır mısınız?”
***
Kaç gündür salgın korkusuyla çocukların okula gitmemesinin geleceklerini nasıl etkileyeceği bilinmezliği arasında salınıp duruyorum. Her fırsatta birilerinden çocukları için ne düşündüklerini öğrenmeye çalışıyorum. Okula göndermek istemememi onaylatmak istercesine açıyorum sohbetleri.
Son kararı velilere bırakmak nedir? Alınmayan önlemler... Vebali bize bırakılan çocuklarımızın geleceği.
Öğle yemeğinden sonra çardağa çay almaya doğru giderken Aslı arkamdan seslendi, “Nermin abla, Hatice’den hala bir ses yok. Bir saati aşkındır İK’da ne yapıyor? Ne oluyor dersin?”
“Hatice’yi ikna etmeye çalışıyorlardır” diye söze başlamıştım ki telefonum çaldı. Seyit’ti. Gün içinde pek aramazdı ama. Konuştuktan sonra Hatice’yi unutup Seyit’in anlattıklarını Aslı’ya anlatmaya başladım.
Bu hafta üç vaka daha çıkmış. İkisi Seyit’in bölümündenmiş. Biri bizim mahalleden Ayşe ablaymış. Kaç haftadır ne önlem alındı ne izne çıkarttılar. Patron artık görüşmeyi de kabul etmiyormuş. Çalışmadan kaçınma hakkını kullanacaklarmış. Vardiya çıkışı fabrikada kalacakmış. Bugün gelmeyebilirmiş de.
İçeriden Hatice’nin sesi duyulmaya başladı. Hatice’nin her yükselen sesi fabrikalarda çıkan vakalara; fonların patronlar tarafından talan edilmesine, kıdem tazminatının fona devredilmek istenmesine; kısa çalışmaya, ücretsiz izne; işten atmalara dair haberleri beynimde yankılatıyordu.
Öfkeyle çaresizliğin harmanlandığı ses tonuyla Hatice bağırıyordu, “Lütfen, beni işten atar mısınız?”
Elif Alçınkaya
Kandıra 1 Nolu F Tipi Hapishanesi