Geçtiğimiz günlerde Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) eylül ayına ait işsizlik rakamlarını açıkladı. Dar tanımlı işsizlik oranına göre 2019 Eylül döneminde işsiz sayısı, geçen yılın aynı dönemine göre 817 bin kişi artarak, 4 milyon 566 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 2,4 puanlık artış ile yüzde 13,8 seviyesinde gerçekleşti. Genç işsizlik oranı ise 4,5 puan artışla %26,1’e çıktı.
Yukarıdaki tablodan da anlaşıldığı üzere işsizlik oranı hala çift hanelerde seyrediyor. DİSK’in açıkladığı geniş tanımlı işsizlik oranı ise durumun daha vahim boyutlarda olduğunu gösteriyor. Ağustos ayı için TÜİK’in açıkladığı işsizlik oranı %14 olurken, DİSK-AR’ın açıkladığı işsizlik oranı %20,6’dır.
Sermaye devleti tarafından gizlenemez boyutlarda olan işsizlik konusunda AKP iktidarı sadece hayal yaymakla yetiniyor. Maliye Bakanı, arada bir, “Önümüzdeki dönem hedeflerimiz içerisinde işsizliği tek haneye indirmek var” demekten başka bir şey yapmıyor. Sorun, gündeme her gelişinde, boş cümlelerle geçiştiriliyor. İktidar temsilcileri çok sıkıştıkları zaman saldırgan bir dil kullanmaktan da geri durmuyorlar. Örneğin AKP şefi Tayyip Erdoğan, ekranlardan milyonlara seslenerek, “%20 işsizi görüyorsunuz da %80 çalışanı niye görmüyorsunuz” diye çıkışabiliyor. Keza devlet erkanı tek ağızdan, “Türkiye’de işsizlik yok, iş beğenmeme var” iddiasında bulunabiliyor.
Sermayedarlar ise işsizliği, kendilerine sunulmuş bir lütuf olarak görüyorlar. Kapitalist sistemde yedek işgücü deposu sayılan işsizler ordusunun safları, kriz koşullarıyla birlikte sürekli kalabalıklaşıyor. Ellerinden işsizlik sopasını indirmeyen kapitalistler, işsizliği çalışanlara karşı hep tehdit unsuru olarak kullanıyorlar. Böylelikle krizi fırsata çeviren kapitalistler, düşük ücret dayatıyor, az işçi ile korkunç boyutlarda kazanç elde ediyorlar. İşçiler ise aldıkları düşük ücret yetmediğinden fazla mesai yapmak zorunda kalıyor, yaşamları uzun çalışma saatleriyle ellerinden alınıyor, adeta fabrikalara hapsedilmiş birer esire dönüşüyorlar.
İşsizlik sopası, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun bu ay içindeki toplantılarında da kullanıldı. Komisyonda yer alan TİSK temsilcisi ile Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı, vermeyi düşündükleri sefalet ücretine karşı oluşabilecek tepkiyi baştan bloke etmek için, “önceliğimiz istihdam” diyerek, açıkça işsizlik korkusuna oynadılar. Bir başka deyişle, işçilere, “bir şey istemeyin yoksa elinizdekileri de kaybedersiniz” tehdidi savurdular.
Bu arada Asgari Ücret Tespit Komisyon’un üçüncü toplantısına ev sahipliği yapacak olan TİSK, asgari ücrete %12 zam yapılmasını öneriyor. Devlet tarafından ödenen asgari ücret teşvik tutarının da 100 TL’den 200 TL’ye artırılmasını istiyor. Sermayedarlar 2020 asgari ücretinin AGİ dahil 2.262 TL olmasını buyururlarken, kendilerine %100 artış istemekten geri durmuyorlar. Keza kriz koşullarını fırsata çevirmeye hazırlanan MESS patronları ise metal işçilerine 3 yıllık sözleşme ve %6’lık zam dayatıyorlar.
Kapitalistler, işsizlik sopasını kullanarak işçilere daha kötü koşullar dayatıyor, ülkeyi ucuz işgücü cennetine çevirmiş bulunuyorlar. İşçi sınıfının talepleri için mücadeleye atılmasının önüne geçmek ve böylelikle dizginsiz sömürü koşullarını sürdürmek için de işsizlik korkusunu tepe tepe kullanıyor, kendilerine tümüyle dikensiz gül bahçesi yaratmaya çalışıyorlar.
Sınıf mücadelesinden başka çıkış yok
Günümüzde sürekli ağırlaşan sömürü koşullarından, bir diğer deyimle keskinleşen emek-sermaye çelişkisinden kaynaklı işçi sınıfı durmadan yıkıma uğruyor. Kırıntı düzeyindeki son hakları dahi peyderpey gasp ediliyor. Kriz koşullarında dahi kârlarını katlayan kapitalistler ise mağdur edebiyatına devam ediyorlar. “Gemi batarsa hep birlikte batacağız” yalanını kullanarak, işçi sınıfı ve emekçilerden hep fedakarlık bekliyorlar. Sermayedarlar, ihracat ve ithalat rekorları kırarak palazlanıp semirirlerken, işçilere işsizlik, düşük ücret, uzun çalışma saatleri, artan vergiler vb. gibi yükler altında ezilmek kalıyor.
Fabrikalardaki işçilerin çoğunluğu elindekini yitirmemek için harekete geçmeyi aklına getirmiyor. Sorgulayan ve olayların farkında olan işçiler ise mevcut tablodan rahatsızlık duydukları halde, sorunlara karşı sesini yükseltmek yerine, işçilere kızmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Durum böyle devam ederse başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun genelini moral, kültürel, fiziki yozlaşma ve çürümeden başka bir şey beklemiyor.
Bunun önüne geçebilecek tek kuvvet işçi sınıfıdır, sınıf mücadelesidir. Kaldı ki bu onun toplumsal, siyasal, tarihsel sorumluluğudur aynı zamanda. Dolayısıyla işçi sınıfı, üzerindeki ölü toprağını bir an önce silkeleyip, kapitalistlere karşı mücadele bayrağını yükseltmelidir. İşsizlik sorununa karşı, çalışma saatlerinin kısaltılması en öncelikli taleplerden biri olmalıdır. İşçi sınıfı “sınıfa karşı sınıf” bilinciyle mücadeleyi yükselttiğinde hem kapitalistlerden taleplerini koparıp alabilecek hem de toplumu arındıracak taze bir rüzgar estirmiş olacaktır.