Sözleşme dönemlerinde ücret konusu en temel tartışma konusu olmaktadır. Sermaye bizleri en azına razı etmek için elinden geleni yapmaktadır. Bunu yaparken de ekonomik koşullardan, girdiği risklerden, kendisi olmasa bizlerin aç kalacağından vb. bahseder. Emeğimizin karşılığını verdiğini iddia ederek fazlasını istemememizi sağlamaya çalışır. Peki gerçekte durum nedir?
Emeğimizin karşılığını aldığımızı iddia edenler yalan söylemektedir. Aldığımız ücret, emeğimizin karşılığı olarak bize verilmez. Hepimiz bilmekteyiz ki, emeğimizin karşılığını hiçbir zaman alamamaktayız. Dünyadaki bütün zenginliği üreten bizlerken, yarattığımız servetin çok küçük bir kısmı bize ücret olarak ödenmektedir. Peki ücretler neye göre belirlenir?
İşçiler olarak, emek-gücümüzü yani belirli bir süreliğine emek üretkenliğimizi kapitaliste satarız. O da bize ücret olarak sadece yaşamımızı devam ettirebilecek, çalışarak tükenen emek-gücümüzü yenilemeye yetecek ve ses çıkarmamamızı sağlayacak kadarını vermektedir. Aldığımız ücret, emek gücünün yeniden üretilmesi için beslenme, barınma, giyinme, sağlık, eğitim, ulaşım, sosyal-kültürel ihtiyaçlar vb.nin asgari tutarı üzerinden belirlenmektedir. Emek-gücü kapitalist pazarda bir metadır. Her meta gibi değerini belirleyen şey yeniden üretimi için gerekli değerler toplamıdır.
Tabi büyüyen işsizler ordusu, kapitalist sınıf tarafından bizleri bu temel ihtiyaçların daha da azına çalışmaya razı etme tehdidi olarak kullanılır. Toplamında düşünüldüğünde işçi sınıfının kendi varlığını sürdürebilecek, boyun eğip çalışacak, pazar için üretilen metaları toplam sermaye döngüsünü devam ettirecek kadar tüketebilecek düzeyde bir ücret verilmektedir. Ücretlerimizin temel belirleyeni, emek-gücümüzün yeniden üretim maliyetidir.
Marx ve Engels, işçilere ücret olarak emeğinin değil, emek-gücünün karşılığının verildiğini ortaya koyarak, kapitalizmde ücret meselesinin özünü açıklığa kavuşturmuşlardır:
“…ücret, kapitalistin belirli bir iş zamanı karşılığında ya da belirli bir işin yapılması karşılığında ödediği para tutarıdır. Kapitalist, bundan ötürü, para ile onların emeklerini satın alıyor görünür. Onlar da, kapitaliste bu para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu, ancak görünüşte böyledir. Oysa gerçekte onların para karşılığında kapitaliste sattıkları emek-gücüdür. Kapitalist bu emek-gücünü bir günlüğüne, haftalığına, aylığına vb. satın alır. Ve satın aldıktan sonra da, işçileri baştan şart koşulan süre boyunca çalıştırarak, bu emek-gücünü kullanır.” (Ücretli Emek ve Sermaye, Karl Marx)
Biz işçiler, kapitalizmde emeğimizin karşılığını hiçbir zaman alamayız. Çünkü üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine dayanarak kapitalistler, emeğimizin bütün ürününe el koymaktadırlar. Emeğimizin karşılığını tam olarak almamız demek, kapitalistlerin bir sınıf olarak ortadan kalkması, dolayısıyla üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sona ermesi anlamına gelmektedir.
Bu yüzden, ürettiğimiz ürünlerin değeri ile karşılığı ödenmiş emeğimiz, yani aldığımız ücret arasında büyük bir uçurum vardır. Uçurum, ürettiğimiz, emek harcadığımız ancak karşılığı ödenmemiş artı-değerdir. Artı-değerin tamamı kapitalistin kârıdır. Yani kapitalistin kârı hiç de iddia ettikleri gibi kendi kazançları, sermayelerin payı, kendi emeklerinin karşılığı değil, el koydukları emeğimizin ta kendisidir. “Bütün servetleri bizden çaldıklarıdır!” sözü eksiksiz bir şekilde doğrudur.
Üretim araçlarındaki gelişmişlik düzeyi ve emek üretkenliği düşünüldüğünde, ürettiklerimize kıyasla aldığımız ücret hiçe yakındır. Üretim tekniklerindeki gelişmişliğin düzeyi üzerinden bakıldığında, birçok fabrikada neredeyse bir günde yarattığımız değerle, bir aylık ücretimizin karşılığını üretiyoruz. Ücretli kölelik düzeninde bütün bir hayatımızı, kapitalistin sermaye birikimine adıyoruz.
İşte tam da bu yüzden, TİS masasında sermayenin cebinden bize ne kadar vereceğinin değil, ürettiğimizin ne kadarını çalmalarına izin vereceğimizin, başka bir deyişle cebimizden çaldıklarının ne kadarını geri alacağımızın pazarlığı yapılmaktadır.
Ücret zammı tartışması yapılırken bu unutulmamalıdır. Onlar bize iş veren hayırseverler değildir. Emeğimizi sömüren kan emicilerdir. Sermayenin verebileceğini değil, almamız gerekeni ortaya koymalıyız. Kapitalizm koşullarında insanca yaşamaya yeten ücreti talep edebilmeliyiz. Onun bile ellerimizle yarattığımız zenginlik karşısında devede kulak olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmadan...
Birçok metal fabrikasında toplam maliyetler içinde işçi maliyetlerinin %4-5 seviyesinde olduğu gerçeği önümüzde durmaktadır. “Kriz var!”, “ülke şartları”, “üretimde daralma”, “ekonominin kötü gidişatı” vb. söylemlere karşın artan sermaye birikimi ve kâr oranları kapitalistler tarafından gururla ilan ediliyor.
2019 Ekim ayı itibariyle yoksulluk sınırı 7.000 liraya dayanmıştır. Sendikalı bir şekilde metal sektöründe çalışan işçilerin ne kadarı yoksulluk sınırının üstünde ücretler almaktadır? Yoksulluk sınırda bir ücret aldığımızda dahi emeğimizin karşılığını ne kadar almış olacağız? Bizi daha azına razı etmeye çalıştıklarında, bu soruları kendimize sormayı unutmamalıyız.
Sermayenin krizi, en çok işçi-emekçileri vurmaktadır. Onların serveti büyürken, bizlerin sefaleti derinleşmektedir. Bütün temel ihtiyaçlarımıza yapılan zamlar ve artan enflasyon karşısında bir de bizden fedakarlık beklemektedirler. Başta da dediğimiz gibi artan işsizlik ordusu, baskı ve tehditler ile krizlerinin faturasını bizlere ödettirmektedirler. Birliğimize ve örgütlülüğümüze yönelik saldırılar, sendikalarımızın başına çöreklenmiş sermayenin ajanlığını yapan ihanet şebekelerinin varlığı sayesinde istedikleri dayatmalarda bulunmaktadırlar. Kazanılmış haklarımıza saldırmaktadırlar.
Sürmekte olan MESS Grup TİS’lerinde de MESS’in saldırıları göz önüne alındığında sonucu belirleyecek olan, “MESS’in verebileceği” ve “sendikaların alabileceği” rakamlar gibi tartışmalar değil, metal işçilerinin örgütlülük düzeyi ve eylem kapasitesi olacaktır.
Gebze’den bir MİB’li