15-16 Haziran 50. yılında 2020’de Kızıl Bayrak’ta yayınlanan yazıyı okurlarımıza sunuyoruz…
İşçi sınıfımızın en görkemli eylemi!
15-16 Haziran Direnişi işçi sınıfı hareketinin halen aşılamayan bir eşik noktasını işaret etmektedir. 1970 yılı başında işçi sınıfı görkemli bir ayağa kalkışla kendi varlığını ortaya koymuş, gücünü ve kapasitesini dosta düşmana göstermiştir. Sınıf hareketimiz ‘70’li yılların ikinci yarısından itibaren siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyi açısından çok daha gelişkin bir dizi eylem, direniş ve greve imza atmıştır. Fakat bunlardan hiçbirisi, anlamı ve yol açtığı sonuçlar bakımından, 15-16 Haziran’ın mücadele tarihimizin en önemli eylemi olduğu gerçeğini değiştirememiştir.
15-16 Haziran 1970’te yaşanan, işçi sınıfının sermaye düzenine, onun yasa ve kurumlarına büyük bir meydan okumasıydı. Bu meydan okumaya yol açan görünürdeki neden sendikalar yasasında yapılan değişiklikler ile DİSK’in etkisizleştirilmesi olsa da, kalkışmayı ortaya çıkaran esas dinamik, son on yılda çok hızlı bir gelişim gösteren işçi hareketinin yarattığı birikimlerdi. Zaten saldırının hedefi de DİSK’i kapatmaktan çok bu birikimi ve işçi sınıfının her geçen gün düzenle daha çatışmalı hale gelen gelişim sürecini kontrol altına almaktı.
İstanbul ve Kocaeli’nde üretimi durduran 100 binden fazla işçi iki gün boyunca, önüne çıkan her türlü engeli ve barikatı aşarak fabrikalardan şehir merkezlerine aktı. Düzen, bu büyük işçi selini durdurmayı ancak sıkıyönetim ilanı ve DİSK yönetimin ihanetiyle başarabildi. Buna rağmen birçok fabrikada işçiler günlerce işbaşı yapmadılar.
Anayasa Mahkemesi eylemin basıncıyla Şubat 1971’de ilgili yasayı iptal etti. Böylece düzenin işçi hareketinin önünü kesmeye dönük bu hamlesi boşa düşürülmüş oldu. Fakat işçi sınıfının bu büyük ayağa kalkışından ürken sermaye saldırılarını yoğunlaştırdı. Altı bin civarında işçi işten atıldı. Onlarca işçi ve sendikacı tutuklandı. Baskı ve terör tırmandırılarak 12 Mart askeri darbesine giden yol düzlendi.
Ne sonrasında yaşanan tensikat saldırısı, ne 15-16 Haziran başkaldırısının DİSK bürokrasisinde yarattığı korku ve paniğin sonrasında sendikal harekette yol açtığı tahripkâr sonuçlar, ne de 12 Mart ‘71’de gerçekleşen askeri darbe işçi hareketinin gelişim sürecini engelleyebildi. ‘74 yılından itibaren yeniden güçlenen sosyal mücadele içinde işçi sınıfı, DGM boykotları, MESS grevleri, faşizme ihtar eylemleri, kitlesel 1 Mayıslar, TARİŞ grevi vb., her biri sınıf mücadelesi açısından büyük anlam ifade eden önemli örnekler yaratmaya devam etti. Bu gözü pek militan kalkışmanın öcünü almak ve denetim altına alamadığı işçi hareketini bastırmak için sermaye düzeni 12 Eylül’ü beklemek zorunda kaldı.
15-16 Haziran Direnişi, cumhuriyetin kuruluşundan beri zapturapt altına alınmaya çalışılan ama her fırsatta kendini şu veya bu biçimde ortaya koyan işçi sınıfının örgütlenme arayışının, ‘60’lardaki sosyal-siyasal uyanış içinde ulaştığı tepe noktası oldu. ‘50’li yıllardan itibaren nicel ve nitel ağırlığı artan, ‘60’lı yılların ekonomik-politik koşulları içinde biçimlenen, özellikle fabrika merkezli sert mücadele deneyimleri içinde kapasite kazanan işçi hareketinin görkemli bir dışa vurumuydu. ‘60’lı yılların işçi hareketi, aynı yıllarda kendine toplumsal meşruiyet sağlayarak kitleselleşmeye başlayan sol-sosyalist düşünceden beslenerek, ona paralel bir biçimde fakat ondan ayrı gelişti. Dünya çapında yaşanan kitle hareketlerinden, ulusal kurtuluş mücadeleleri ile güçlenen anti-emperyalist yükselişten ve gençlik hareketinin militan eylemlerinden dolaylı olarak etkilendi. Mücadele içinde kendi kadrosunu yaratmakla birlikte, direnişe önderlik edenler, 1946 sonrasının netameli yıllarının ilk sendikal girişimlerinden gelen güçler oldular.
Bu sendikal güçler, işçi sınıfının tabandan yükselen mücadele arayışı ile sendikal harekete ilk andan itibaren hâkim kılınan devlet merkezli korporatist sendikacılık anlayışı arasındaki sıkışma içerisinde biçimlenmişler, ‘50’li yılların sonunda başlayıp ‘60’lı yılları boydan boya kesen sosyal-siyasal uyanıştan olumlu etkilenmişlerdi. Ancak siyasal duruşları, pratik tutumları hiçbir zaman düzen siyasetinin sınırlarını aşmadı. İçlerinde TİP ve TKP ile bağları olan kimseler bulunmakla birlikte, siyasetle kurdukları ilişki pragmatistti. İçinden geldikleri devlet/düzenle uzlaşmaya dayalı sendikacılık geleneğinin izlerini güçlü bir biçimde taşıyorlardı. DİSK’in kuruluşunda başı çeken bu güçlerin 15-16 Haziran gibi düzen sınırlarını aşan bir kalkışma karşısında “ihanet yolu”nu seçmeleri hiç de şaşırtıcı değildi. İşi valiliği kuşatmaya vardıran işçileri geri dönmeye davet ettikleri “anayasal düzen”, onların ideolojik-politik konumlanışlarının özünü oluşturuyordu. Oysa işçi hareketinin içine sığamadığı tam da bu anayasal düzendi. Harekete geçen işçilerin yalnız DİSK’i değil aynı zamanda anayasayı da savunduklarını düşünmeleri bu gerçekliği değiştirmiyordu. İşçi sınıfının hak alma ve örgütlenme mücadelesi sadece zorba baskıcı yasalara değil, topluma özgürlük vaadeden ‘61 Anayasası’nın içine de sığmıyordu.
Sonraki yıllar bu bürokratik kastın, gitgide siyasallaşmaya başlayan işçi hareketi içinde oynadıkları rolü, her kritik anda düzene nedamet getirme tutumlarını sürdüreceklerine tanıklık edecekti. DİSK çatısı altında gelişen hareket DİSK’e sığmayacak, ancak onu aşacak devrimci bir kapasiteye de ulaşamayacaktı.
‘50-60’lı yıllarda gerçekleşen hızlı kapitalistleşme süreci sadece işçi hareketini büyütüp geliştirmedi. Aynı zamanda sosyalist örgütler de toplumsal bir taban kazandılar. 1970’lere gelindiğinde, Türkiye İşçi Partisi (TİP), milli demokratik devrim hareketleri, devrimci gençlik grupları süregiden mücadelede önemli özneler olarak yerlerini almışlardı.
‘60’lı yılların başında, sistemin yeniden organize edilmesinin yarattığı özgürlükçü atmosfer içinde sendikacılar tarafından kurulan TİP, adındaki işçi ibaresine ve sözde sosyalist devrimciliğine rağmen, pratikte işçi sınıfına toplumsal ilerlemeyi sağlayacak güçlerden biri olmanın ötesinde bir misyonu hiçbir zaman biçmedi. Seçim başarısının derinleştirdiği parlamenter yönelim ile fabrika işgalleri, grevler, özyönetim deneyimleriyle büyüyen işçi hareketinin ihtiyaçları arasındaki açı her geçen gün adım adım büyüdü. Ne TİP’i kuran sendikacıların işçicilikleri, ne de sonradan yönetimi devrettikleri aydınların “güleryüzlü sosyalizm” anlayışları, militan bir karakter kazanmaya başlayan işçi hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verebildi. DİSK’in kurulmasındaki yeri reddilemeyecek olan TİP’in 15-16 Haziran Direnişi ile ilişkisi, parlamentoda yasaya karşı gösterdiği “anayasal direniş” ile sınırlı kaldı.
15-16 Haziran’da üretimi durdurup sokaklara dökülen işçiler yanlarında sadece devrimci gençlik gruplarını buldular. Ne yazık ki kendilerine başka bir yol çizmeye çoktan başlamış olan devrimci gençlik önderlerinin bu direnişten çıkardığı asıl sonuç, “şehirlerde mücadelenin devletin baskı ve denetimi yüzünden zor olduğu”, “hızla kırlara çekilip silahlı mücadeleyi başlatmanın daha da acil hale geldiği” olacaktı. Etkisinde oldukları ideolojik yargılar, bulundukları sınıfsal zemin, karşı-devrimin büyüyen basıncı, sert bir kopuş gerçekleştirmeye çalıştıkları burjuva sosyalizmine duydukları tepki, el yordamlarıyla yürüdükleri bu devrimci yolda doğru bir çizgiye ulaşmalarını engelledi. 15-16 Haziran Direnişi, çatısı altında şekillendikleri TİP merkezli palamentarizmden ve ideolojik etkisi altında bulundukları MDD Hareketi’nin ordunun devrimciliği tezlerinden kopmalarında önemli bir kilometre taşı oldu. Kendi çizgileri ile Marksizmin temel gerçekleri arasındaki boşluğu “işçi sınıfının ideolojik önderliği” tezi ile kapatmaya çalıştılar. Ya da katıksız bir inanç duydukları devrimin gücünü, bütün çarpıcılığıyla kendini ortaya koyan işçi hareketinde değil, kapitalist gelişmenin yıkıma uğrattığı köylülük içerisinde arayabildiler.
‘60 darbesiyle iktidarı ele alan askerlerin “sol kesimleri”ne yol gösterme misyonu üstlenen Yön-Devrim çizgisi, bu çizgiyi marksist bir terminoloji içinde yeniden üreten MDD Hareketi, onun etkisiyle gelişip oportünizmine tepki olarak ondan yolunu ayıran devrimci gençlik hareketi ve görünürde çok farklı bir kulvarda yürüyen TİP, iş işçi sınıfının devrimci rolüne geldiği zaman aslında bir bütünlük oluşturuyorlardı. İşçi sınıfının tarihsel rolüne güvensizlik tümünün de ortak ekseniydi. İşçi sınıfı 15-16 Haziran’a giden yolu, önüne katabildiği sendikacıları iterek, ama aynı zamanda onun pratik-politik önderliği altında yürüdü.
15-16 Haziran Direnişi, devrimci bir önderlikten ve kalkışmanın yükünü taşıyabilecek sendikal bir yönetimden mahrum olarak, taban inisiyatifinin ürünü olarak gelişti. Bu yönü ile kendiliğinden bir hareketti. Devrimci bir siyasal öncülükten yoksunluk eylemin sınırlarını belirledi. Kalkışmanın siyasal mücadele ve işçi sınıfının politikleştirilmesi doğrultusunda sağladığı muazzam imkânlar bu sınırlılık içinde heba edildi. Ellerinde Türk bayraklarıyla, “Ordu-işçi elele!”, “Bağımsız Türkiye!”, “Amerikan üsleri kapatılsın!” vb. anti-emperyalist sloganlarla yürüyen, yasanın geri çekilmesini ve hükümetin istifa etmesini isteyen kitlenin militan eylemi ile bilinci arasında tabii ki büyük bir açı vardı. Ancak dönemin hakim sosyalist hareketlerinin programatik ufku düşünüldüğünde, eyleme rengini veren bilinç bunun çok da gerisinde değildi.
Büyük Haziran Direnişi, kendisinden sonraki mücadeleler için ise paha biçilmez dersler bıraktı. O güne kadar çok tartışılan (hala da bir şekilde tartışılmaya devam edilen) Türkiye işçi sınıfının gücünün, kapasitesinin ve militanlığının parlak bir göstergesi oldu. İşçi sınıfının devrimci bir önderlikten yoksunluk koşullarında dahi ayağa kalkabileceğini, düzeni tehdit eden büyük militan gösterilere kalkışabileceğini gösterdi. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin sarsılmaz olmadığını, o güne kadar bel bağlanan ordu ve parlamento gibi kurumların düzenin sadık hizmetkârları olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koydu.
Büyüyüp gelişen işçi sınıfı gerçekliği, siyasal öncülük, devrimci partinin rolü ve misyonu, sendikalar ve sendikalizm gibi konularda somut açıklıklar sağladı. Düzen tarafından gayet haklı biçimde bir ayaklanma provası olarak algılanan hareket, Türkiye devriminin temel toplumsal dinamiği, sürükleyici gücü ve gelişme çizgisi konusunda önemli açıklıklar yarattı.
15-16 Haziran, genç işçi sınıfımızın kısa süre içinde aldığı yolun ifadesiydi. İşçi sınıfının kendisi için sınıf olma yolunda attığı dev bir adımdı. Yeni gelişmeye başlayan işçi sınıfımızın önünün kesilmeye çalışılmasına, örgütlenme hakkının gasp edilmesine karşı başvurmak zorunda bırakıldığı ama kaçınılmaması gereken erken bir atılımdı. Her erken atılım gibi kendi sınırlarının ve bu sınırları aşmasını sağlayacak devrimci bir önderlikten mahrumiyetin sonuçlarını yaşadı. Arkasında şanlı bir miras ve çok önemli dersler bıraktı.
15-16 Haziran’ın işçi sınıfının belleğinde hala önemli bir yer tuttuğuna şüphe yoktur. 50. Yılında bu mirasın hala sahipleniliyor olması bunun en büyük göstergesidir. Ancak sorun bu mirası sahiplenmek değil onun dersleri ve deneyimleriyle donanmayı başarabilmektir. Bugün dibe vuran, ancak alttan alta yeni biçimler içinde mayalanan işçi sınıfı mücadelesi er ya da geç yeni büyük başkaldırılara imza atacak, 15-16 Haziranlar’ı aşacaktır.
Yalnızca bu tür eylem ve kalkışmaların değil Türkiye devriminin geleceğini de, sınıfa ve devrime öncülük iddiası taşıyanların işçi sınıfıyla ilişkilenme düzeyleri, sınıfın eylemine müdahale etme kapasiteleri belirleyecektir. 50. Yılında 15-16 Haziran’ı anmak, onun derslerinden gerekli sonuçları çıkarabilmektir. Zira 15-16 Haziran başkaldırısı 50. Yılında yolumuza ışık tutmaya devam etmektedir.