Bu yıl, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi'nin 46. ve Gezi (Haziran) Direnişi'nin de 3. yılını kutlayacağız. Peki, kendiliğinden de olsa her iki Haziran Direnişinin ortaya çıkmasına yol açan o dönemin tarihsel koşullarıyla bu dönemin tarihsel koşulları arasında esasa ilişkin bir farklılık söz konusu mudur?
Öncelikle, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi'nin mayalandığı tarihsel ve toplumsal atmosferin uluslararası ve ulusal düzlemdeki gelişmelerini yeniden anımsayalım:
1968 başkaldırısı, burjuvazinin ve onun kalemşorlarının bugünün genç kuşaklarını inandırmaya çalıştığı gibi, ne haylaz öğrencilerin bir isyanıydı, ne de yalnızca “bireysel özgürlük” için bir başkaldırıydı. Avrupa’da patlak veren ve çok kısa bir zamanda etkilerini tüm kapitalist ülkelerde gösteren '68 başkaldırısı, kapitalist üretim tarzının İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan beri biriken ve keskinleşen çelişkilerinin dışa vurumuydu. 68 başkaldırısı, çürüyen ve çürüdükçe saldırganlığı ve zalimliği daha da artan emperyalist kapitalizme karşı işçi sınıfının ve gençliğin devrimci bir tepkisiydi.
Avrupa’da, özellikle Fransa’da ve İtalya’da '60’lı yılların ortalarında işçi sınıfında başlayan huzursuzluk ve grev dalgası, 1968’e gelindiğinde üniversite gençliğine de sıçrar. Bir yandan işçi sınıfını reformist partiler aracılığıyla düzene entegre etmeye çalışan, öbür yandan da öğrenci gençliği üniversitelerde burjuva eğitim sistemi aracılığıyla burjuva ahlâkına göre eğitip kapitalist toplumun iyi huylu, düzene sadık yurttaşları yapmaya çalışan burjuva devletler, bir anda neye uğradıklarını şaşırırlar. Burjuva düzenin gerçek yüzü işçilerin ve öğrenci gençliğin bilincinde açığa çıkar: Bir yandan refah toplumundan, özgürlüklerden ve ilerlemeden söz eden bu burjuva demokrasileri, öbür yandan da Cezayir’de, Filistin’de, Vietnam’da, Latin Amerika’da, yoksul halklara reva gördükleri baskı, sömürü ve talanla artık yaptıklarını kitlelerden gizleyemez hale gelir. Nitekim 1968 baharında başlayan gençlik eylemleri kapitalist eğitim sisteminden, burjuva toplumun ikiyüzlülüğünden bunalan gençliğin bir patlamasına, başkaldırısına dönüşür.
'68 Mayıs'ında Fransa’da ve hemen ardından İtalya’da başlayan üniversite işgalleri; öğrencileri, burjuva devletin silahlı baskı aygıtlarıyla, ordu ve polisle karşı karşıya getirir. İşçiler, öğrencilerin taleplerine de sahip çıkarak, giderek artan devlet terörüne karşı alanlara çıkarlar. Fransa’da 8 milyon, İtalya’da ise 7,5 milyon işçi genel greve çıkar. Her iki ülkede de işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin eylemleri ortaklaşmaya başlar. Fabrika işgalleri, kitlesel miting ve yürüyüşler, polisle çatışmalar günlük hayatın bir parçası haline gelir.
İşte, “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi'nin ardında yatan kendine güven duygusunun, hakkını sokaklarda arama anlayışının, devletin ordusu ve polisiyle çatışma içerisine girmekten çekinmeyen bir cesaretin ve militan cüretkârlığın, 1968 başkaldırısının bu topraklardaki bir uzantısı olduğunu” görmemiz gerekir.
Fransa’da 68 baharında patlak veren üniversite ve fabrika işgalleri dalgası, derhal Türkiye’ye de sıçrar. 1968 Haziranı’nda İstanbul Üniversitesi'nin işgaliyle yükselen gençlik eylemleri, kısa zamanda tüm okullara yayılır. Bu dönemde, gözünü dünyada olup bitenlere diken yalnızca devrimci öğrenciler değildi, dahası bu devrimci öğrencilerin birçoğu öğrendiklerini işçilere taşımaktan da geri durmadılar. Zira Avrupa’daki mücadele biçimleri işçi sınıfı hareketinde de yansımasını bulur: Derby işgaliyle birlikte Türkiye işçi sınıfı hareketinde de fabrika işgalleri önemli bir yer tutmaya başlar. Devrimci cüretkârlık ve militan mücadele anlayışı inanılmaz bir hızla işçi sınıfı içerisinde yayılır.
Aldığı ivmeyle bir adım daha öne çıkan işçi sınıfının militan eylemliliği, işçi hareketinin hem büyümesinde hem de niteliğinin gelişmesinde ikinci bir dönüm noktası olur. Bu noktadan başlayarak işçi sınıfının kendiliğinden gelişen fakat devrimci bir öz taşıyan, fabrika işgalleri, boykotlar, yasadışı grevler gibi eylemleri patlak verir. Aynı dönemde işçi hareketi ile yüzünü sınıfa dönen devrimci gençlerin buluşması, sınıf hareketinin gittikçe politikleşmesini de beraberinde getirir. Zira 1969 Şubat'ında ABD 6. Filosu’nun İstanbul’a gelişini protesto etmek üzere alanlara çıkanlar, bir yıl önceki gibi yalnızca öğrenciler değildir artık. Bu kez işçiler de alanlara çıkar. 1969 kışında patlak veren Singer işgali ve ardından yaz aylarındaki Demir-Döküm işgaliyle birlikte, direnişlerin artık fabrikaların sınırlarını aşarak tüm bir işçi bölgesine yayılmasına, kadınların da direnişlere militan bir temelde katılmasına tanık olunur. 69 sonbaharındaki Gamak işgalinde, polis silahlı saldırıda bulunur. Öldürülen direnişçi işçi Şerif Aygün’ün cenazesi, binlerce işçi ve onlara destek veren öğrencilerle birlikte kaldırılırken, artık “evde çocuk ekmek bekliyor” gibi sloganlar bir tarafa bırakılır, “Kahrolsun Kapitalizm!”, “Bağımsız Türkiye!” gibi sloganlar öne çıkmaya başlar. Sungurlar işgali de aynı şekilde gelişirken, Alpagut linyit işletmelerinde ve Günterm işgalinde işçiler yalnızca işgalle kalmazlar, kurdukları işyeri konseyleri aracılığıyla işyerini çalıştırmaya devam ederler.
1968 başkaldırısının Türkiye’ye de hızla yansıması, öğrenci gençlik hareketinin hızla devrimcileşmesi, işçi sınıfı eylemliliğinin yasal sınırların ötesine taşması ve yükselen bu hareketin DİSK bünyesinde toplanması… DİSK’in çatısı altında gerçekleşen işçi eylemliliği yükselip düzeni tehdit etmeye başlayınca, burjuvazi 274-275 sayılı sendikalar yasasını değiştirerek DİSK’i tasfiye edecek yeni bir yasa tasarısı hazırlığına girişir. Üstelik bu yasanın hazırlayıcılarından biri de '70’li yılların sonlarında DİSK’in başkanlığına seçilecek olan o dönemin CHP milletvekili Abdullah Baştürk idi.
Yasa değişikliklerinin mecliste kabul edilmesinin ardından, işçi temsilcilerinin de geniş katılımıyla yapılan kalabalık toplantıda DİSK eylem kararı alır. DİSK yönetimi, bir protesto mitingi yapmayı planlar ve fabrikalardaki işçilere DİSK’ten gelecek talimatları beklemelerini salık verir. DİSK’in planına göre miting 17 Haziran’da yapılacaktı. Ancak DİSK’in kanuna karşı çıktığı ve protesto edeceği haberi bir anda tüm fabrikalara, işyerlerine, kahvelere ve hatta evlere kadar ulaştığında, zaten istim üzerinde olan işçi sınıfı kendiliğinden derhal sokaklara akar.
15 Haziran günü, 115 işyeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayıp, 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçiyi kucaklayan 15-16 Haziran Direnişi, modern sanayi proletaryasının beşiği olan İstanbul ve İzmit yöresini kapsar. 15 Haziran sabahı İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalar durur. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler ve mitingler düzenler ve kent merkezlerine doğru hareket ederler. DİSK’in böylesi bir kararı olmamasına rağmen işçiler bu protestoları kendi inisiyatifleriyle ve elbette ki öncü işçilerin ve devrimcilerin yol göstermesiyle yalnızca iş bırakmakla sınırlamazlar… “Eylemin tahmin edilen sınırları aşması, hareketin daha ileri bir noktaya evrilmesi üzerine DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler radyodan işçilere seslenir ve provokasyona kapılmamalarını, anayasal sınırları aşmamalarını ister.” Yani işçi sınıfının bu militan direnişi karşısında reformizm, aslına rücu eder. İşte 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi'nin arka planında bunlar yatar.
Şimdi de 2013 Gezi (Haziran) Direnişi'nin mayalandığı tarihsel ve toplumsal atmosferi anımsayalım:
“Türkiye, bunalımlar, savaşlar, iç savaşlar ve toplumsal hareketliliklerle çalkalanan bir coğrafya ile çevrilidir ve kendisi de çok yönlü bunalımlar içinde bir ülkedir. Ekonomide biriken sorunlar giderek ağırlaşıyor ve her an patlak verebilecek yeni bir bunalımı hazırlıyor. Uzun yıllardır sürdürülen sosyal yıkım saldırılarının mayaladığı sosyal bunalım katmerleşiyor, sosyal gerginlikler büyüyor. Rejim bunalımında yeni bir denge oluşmuş gibi görünse de gerçekte her şey hala belirsizliğini koruyor. Olup bitenleri cumhuriyetin kuruluş ilke ve değerleriyle bir hesaplaşma sayan önemlice bir toplum kesimi var ve bunların güçlenen muhalefeti zaman zaman sokağa taşıyor. Türkiye’nin en yakıcı sorunlarından olan Kürt sorunu bölgeselleştiği ölçüde rejimi giderek daha çok zorluyor, düzenin kendi bünyesindeki parçalanma ise sorunu daha karmaşık hale getiriyor. Dinsel gericilik devlet ve toplum yaşamına daha etkin bir biçimde yerleştiği ölçüde milyonlarca Alevi yurttaşın kaygıları ve huzursuzluğu artıyor, Alevi sorunu daha da bir yakıcı hale geliyor. Aynı şekilde, dinsel gericiliğin kendi değer ve tercihlerini tüm topluma dayatmaya yeltenmesi, kamusal alanda dinsel ideoloji ve uygulamalara sürekli yeni alanlar açılması, yaşam tarzına sinsi ama sistemli müdahaleler, yeni türden bir siyasal-kültürel bunalımı mayalıyor ve bunun ürünü bir muhalefeti hazırlıyor. Aynı gelişmeler kadın sorununu daha da ağırlaştırıyor, ona yeni biçimler ve boyutlar kazandırıyor.
Tüm bunların etki ve sonuçları, beslediği muazzam tepki birikimi, Haziran Direnişi aynasından tüm açıklığı ile yansıyor. Denebilir ki Haziran Direnişi tüm bu farklı türden tepki ve hoşnutsuzluklar birikiminin birleşik bir patlaması olmuştur.” (Kızıl Bayrak Gazetesi, Haziran Direnişi-1 / H. Fırat)
Meselenin özü ve özeti, her iki Haziran Direnişi'ni mayalayan tarihsel ve toplumsal koşullarda esasa ilişkin bir farklılık olmadığı gibi, büyük direnişler karşısında reformistlerin takındıkları tutumlarda da esasa ilişkin bir değişiklik söz konusu değildir. Zira 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, 2013 Gezi (Haziran) Direnişi, Greif Direnişi ve Metal Fırtınası karşısındaki tutumları ile 2016 1 Mayıs alanına ilişkin tutumları buna en iyi örneklerdir. Üstelik 1 Mayıs alanı olarak Bakırköy Halk Pazarı'nda uzlaşmaları nedeniyle iki büyük konfederasyon (DİSK ve KESK) ve iki büyük meslek örgütü (TMMOB ve TTB) hükümet tarafından teşekkürle ödüllendirilmiştir(!)
Kapitalizm var olduğu sürece ne büyük direnişleri mayalayan tarihsel ve toplumsal koşullarda esasa ilişkin bir değişiklik ne de bu direnişlere karşı reformistlerin tutumlarında esasa ilişkin bir değişiklik olacaktır. Dolayısıyla tüm devrimci dinamikler, işçi sınıfı ve emekçileri hem 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi'nin hem 2013 Haziran Direnişi'nin ve hem de Greif Direnişi'nin yol göstericiliğinde sermaye diktatörlüğüne ve reformizme karşı fiili meşru ve militan bir çizgide örgütlü mücadeleye sevk etmek göreviyle yükümlüdürler.