Son yıllarda pek çok ülkede ilham verici kitlesel kadın hareketlerine tanık oluyoruz. Kadın hareketinin güçlendiği ülkelerden biri de İsviçre’dir. 8 Mart, 25 Kasım ve özellikle de “Kadın Grevi”, İsviçre’de en kitlesel eylemlerin yapıldığı tarihler arasında yer alıyor. Kadın greviyle İsviçre, son on yılların en kitlesel kadın seferberliklerine sahne oluyor. Yüz binlerce kadın, “Eşit işe eşit ücret!” başta olmak üzere özgün talepleri uğruna mücadele ediyor. İlki 1991, ikincisi 2019'da yapılan kadın grevleri -1918 ulusal grevi hariç- İsviçre’de son 30 yılın “en büyük halk seferberlikleri” oldu. Yapısal sorunlara dikkat çekmek için her iki greve de yüz binlerce kadın katıldı. Her iki grevde de “Eşit işe eşit ücret!” temel talepti. Ücret sorununun her zaman toplumsal cinsiyet eşitliği talebiyle yapılan eylemlerin gündeminde olması şaşırtıcı değil. Bu talep 1991, 2019 ve 2023’te İsviçre’de yapılan grevlerin merkezinde durduğu gibi, dünya çapındaki kadın hareketlerinin de ana temasıdır aynı zamanda.
Kapitalizmin vitrini, “refahın ve demokrasinin” beşiği kabul edilen İsviçre’nin kapitalist düzeni, kadınların yaşam koşulları söz konusu olduğunda -sanılanın aksine- özellikle gericidir. Kadınlar için oy hakkının bile İsviçre’de ancak 1971 yılında kabul edilmesi, gericiliğin örneklerinden biridir. Lichtenstein Kantonu’nda kadınlar bu hakka kavuşmak için 1984’e, Appenzeller’de ise 1990 yılına kadar beklemek zorunda kaldı. 7 Şubat 1971’de federal düzeyde kadınların oy hakkının kabulü, büyük kutlamalara vesile olduğu gibi çeşitli kadın örgütlerinin kurulmasına da konu edildi. Kadın hakları örgütleri, “Eşit işe eşit ücret!” talebi başta olmak üzere, ayrımcılık ve tacize, kadına yönelik şiddete, aile içi şiddete, pornografiye, ırkçılığa, işyerinde cinsel tacizle mücadele ve cinsiyetçiliğe karşı bir dizi eylemler örgütledi ve somut talepler ileri sürdü. “Kadın isterse, her şey durur!” sloganı altında 14 Haziran 1991’de gerçekleştirilen kadın grevi, beklenmedik şekilde yüz binlerin katıldığı güçlü bir “eşit haklar” gösterisine dönüştü.
Katılımı engellemeye çalışan kapitalistler grev yasağı, maaş kesintisi, işten çıkarma gibi tehditler savursa da bu işe yaramamış, beklenenin çok üzerinde kadın greve katılmıştı. Kadınlar kimi işyerlerinde kısa süreliğine işi bıraktı, işte, sokakta, parklarda, meydanlarda, fabrikaların, dükkanların ve şirketlerin önünde toplandı. Grev yasakları tanınmadı. Birçok yerde uzun molalar, pankartlar asmak, grev butonu takmak, oturma eylemleri, sokak tiyatrosu, imza toplama etkinlikleri, stant eylemleri, bildiri dağıtımı, sokaklarda pankartlar asmak gibi eylem ve etkinlikler düzenlediler. 2019 yılındaki grev ise, merkezinde “Eşit işe eşit ücret!”, “Kısa çalışma saatleri” taleplerinin bulunduğu, cinsiyetçiliğe karşı mücadele istemlerinin yükseltildiği, yarım milyon kadının katıldığı dev bir gösteriye dönüştü.
“Kadın grevi” yerine, “Feminist grev” olarak isimlendirilen bu yılki grevin 1991 ve 2019’dakilerin birikimi üzerine inşa edilmesi ve “üçüncü büyük grev” olarak “tarihe geçmesi” amaçlanıyordu. Zürih Feminist Grev Kolektifi’nden Anna-Béatrice Schmaltz, ülke çapında bir greve tekrar neden ihtiyaç duyulduğunu “Eşitlik hala sağlanamadı, bu yüzden sokaklardan gelen baskıya ihtiyaç var” sözleriyle ifade ediyor. Eşitlik sağlamak bir yana, 2019’daki kadın grevinde sağlanan tarihi kitlesel seferberliğe rağmen, o zamandan beri kadınların durumu kötüleşmeye devam etti. Kadınların emeklilik yaşının 65’e çıkarılması, kadınlara vurulan büyük bir darbe oldu.
Dolayısıyla “Feminist grev” kolektifinden bir temsilci, “14 Haziran 2023’te güçlü bir feminist grev çağrısı yapıyoruz. İşte, evde, eğitimde, tüketimde ve kamusal alanlarda grev yapacağız. Ataerkil ve kapitalist sistemde bir değişiklik için somut, acil ve gerekli taleplerde bulunuyoruz” derken, sorunun kaynağına dikkat çektiği gibi, çetin ve uzun bir mücadele döneminin kadınları beklediğine de işaret etmiş oldu. Sendikalar da bu yılki grevde çalışma hayatındaki kadınların durumuna odaklandı. Eşit işe eşit ücret, daha yüksek emekli maaşı, daha kısa çalışma saatleri, doğum izninin getirilmesi ve işyerinde cinsel saldırılara karşı sıfır tolerans talep ediyorlar.
“Grev mi, kitlesel siyasi protesto mu?”
“Kadın grevi / feminist grev” eylem ve protestolarına elbette ki sadece çalışan kadınlar değil, yanı sıra öğrenciler, ev kadınları, işsiz kadınlar ve hatta kendi hesabına çalışan kadınlar da katılıyor. Grev, çalışan kadınların üretimden gelen güçlerini kullanarak üretim alanlarında topluca iş bırakmak biçiminde de gerçekleşmiyor. Dolayısıyla yapılanın “grev mi kitlesel bir protesto mu?” sorusu yanıtlanmaya değerdir. Çalışan kadınların toplu iş bırakması, en etkili mücadele ve hak alma aracıdır. Çünkü üretim durdurularak kapitalistler en çok etkilendikleri yerden vurulmuş olunuyor. Tabir uygunsa üretimin durdurulması, kapitalistleri “Aşil topuğu”ndan vurmak anlamına gelir. Bu nedenle “Kadın grevleri” sembolik bir eylem günü değil de kolektif olarak iş bırakmak, fiilen genel grev biçiminde gerçekleştirilseydi çok daha etkili olurdu.
İsviçre’de kadınların %75’inden fazlası istihdam ediliyor. Bu, AB üyesi ülkelerin çoğundakinden daha yüksek bir orandır. Eşit işe eşit ücret kağıt üzerinde yasal olmasına rağmen, İsviçre’de erkeklerle kadınlar arasında hala %18’den fazla ücret farkı var. Öte taraftan tüm ücretlilerin yaklaşık üçte biri, (yaklaşık 1,5 milyon işçi), bin 600 büyük şirkette çalışıyor. İhracatın %80’i ve GSYİH’nın %30’u bu büyük fabrikalarda üretiliyor. Dolayısıyla işçi sınıfının, çalışan kadınların güçlü olduğu, gücünü grev biçiminde kullanabilecekleri, kapitalistlere ise gerçekten geri adım attırabilecekleri merkezlerdir buralar. Bundan dolayı “Kadın grevi”nin de esas merkezleri buralar olabilmeli. Örneğin en büyük 100 şirkette yapılacak gerçek bir “Kadın grevi” üretimi felç edeceği gibi kapitalistleri büyük tavizler vermeye de zorlayabilir.
Eşit işe eşit ücret, ücretlerin arttırılması, çalışma saatlerinin kısaltılması, daha yüksek emekli maaşları, emekli yaşının yükseltilmemesi, asgari ücretin yükseltilmesi, doğum izninin getirilmesi, her ebeveyn için çocuk başına en az bir yıl ebeveyn izni ve işyerinde cinsel saldırılara karşı sıfır tolerans gibi talepler, özellikle çalışan kadınların talepleridir. Bu taleplerde sınıfsal boyut cinsel boyuttan çok daha baskındır. Talepler, kadın mücadelesinin aynı zamanda bir sınıf mücadelesi olduğunu gösteriyor. Sınıfın gücü ise kapitalist üretimin merkezinde oynadığı etkin rolden gelmektedir. Sınıfın en güçlü mücadele aracı olan grevin bu alanlarda gerçekleşmesi, üretimi durdurması halinde gerçek hedeflerine ulaşması açısından çok daha işlevsel olurdu.
Kapitalistler, kârlarını arttırmak için ücretleri düşürme, emekli maaşlarını asgaride tutma ve çalışma saatlerini uzatma yoluna giderler. Buna karşı en etkili ve sonuç alıcı mücadele araçlarından biri, üretim alanlarında örgütlü iş bırakma eylemi, yani grevdir. Kadın grevlerinde olmayan da budur. “Kadın Grevi” kolektiflerinden bir temsilci, “birçok eşitsizliğin kökleri iş dünyasındadır” derken temel bir gerçeğe dikkat çekmiş oluyor. Dolayısıyla kadın grevinin hedeflerini hayata geçirmek için “grevi” ve mücadeleyi fabrikalara, işletmelere ve çeşitli sektörlere taşımak gerektiği açıktır.
Fakat tüm bunlara rağmen, İsviçre Kadın Grevi, cinsiyetçilikten, düşük ücretlerden ve çifte sömürü ve baskının yükünden bıkmış kadınların pasif isyanının “militanca” sokağa taşınması ve giderek radikalleşmesinin bir ifadesidir. Kadın grevi hareketiyle birlikte İsviçre’de de kadın sorunu tüm yakıcılığıyla toplumun gündemine taşınmış olmakla kalmadı, büyük kadın kitlesinin politikleşmesinde önemli bir rol oynadı. 14 Haziran, kadınlara yönelik baskıya karşı mücadele etme ihtiyacının ne kadar büyük olduğunu etkileyici bir şekilde gösterdiği gibi, kadın hareketinin giderek politikleştiğinin de verilerini sunuyor. Kitlesel yürüyüşlerde taşınan pankartlar, atılan sloganlar ve yapılan konuşmalar bunu gösteriyor. Onlarca yıllık sessizliğin ardından, İsviçre’de kadınlar, siyasi sahneye geri dönüyor ve hak kazanma mücadelesinde inisiyatifi eline alıyor. Yanı sıra bu grevler, kadın mücadelesinin gerçek bir sıçrama potansiyeline sahip olduğunu da ortaya koyuyor.
Cinsiyetçilik ve şiddet…
Kadınların ezilmesi-sömürülmesi, baskı altında tutulması, horlanıp aşağılanması, her türlü şiddete maruz kalması, cinsiyetçiliğin ve ayrımcılığın hedefi olması elbette ki sadece fabrikalarla, işletmelerle, çeşitli çalışma sektörleriyle sınırlı değil. Bu, toplumsal yaşamın her alanı için geçerlidir. 2019’da yapılan bir anket, beş kişiden birinin cinsel şiddete maruz kaldığını göstermişti. Ayrıca, şiddete uğrayanların yarısı bu konuda kimseyle konuşmuyor. Tüm cinsel saldırıların sadece %1’i rapor ediliyor. Bu şaşırtıcı değil. Zira kadınlar, mevcut kurumlardan şiddet veya tacize karşı çok az koruma bekleyebileceklerini biliyorlar ve sıklıkla ek engeller ve cinsiyetçilikle karşılaşıyorlar. İsviçre kadın danışma merkezlerine 2021’de 2020’ye göre neredeyse %12 daha fazla cinsel şiddet bildirimi yapıldı. Hal böyleyken aşırı sağcı parti SVP, kürtaj haklarını kısıtlamak için iki girişim başlattı.
Özellikle genç kadınların yaşam koşulları, sistemin genel durumu hakkında çok şey anlatıyor. 2020’den 2021’e kadar akıl sağlığı sorunları nedeniyle hastaneye başvuranların sayısında %17’lik bir artış oldu. 10-14 yaşındakiler için bu oran %60’lara ulaşıyor. Gösterilen sebepler arasında, genel kriz, salgın, savaş, iklim krizi, toplumsal eşitsizlik ve enflasyon var. Gençler ve özellikle genç kadınlar artık bu sistemde bir gelecek göremiyorlar. Kapitalist sistemde gelecek, kadınlara, haklarına ve yaşam koşullarına yönelik daha fazla saldırı anlamına geliyor. Cinsel taciz, tecavüz, kadına yönelik şiddet, aile içi şiddet, pornografi, ayrımcılık ve ırkçılık, kadınların toplumsal yaşamın her alanında maruz kaldığı gündelik saldırılardır. Gündelik olarak artan cinsiyetçilik, ırkçılık, transfobi gibi saldırılara karşı, sendikalarda ve diğer alanlarda mücadele etmek özel bir önem taşıyor. Zira işçiler arasında cinsiyetçi önyargıların güçlü olduğu, bu nedenle işçi hareketi içinde cinsiyetçiliğe karşı mücadelenin de temel bir öneme sahip olduğu biliniyor.
Kadına yönelik her türlü saldırı, sınıflı toplumun ayrılmaz bir parçası ve kaçınılmaz sonucudur. Dolayısıyla kadın hakları uğruna mücadele, kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin bir parçası olabildiğinde çok daha etkili olacaktır.
Kapitalizmde gelecek yok!
Özellikle de son kırk-elli yılda kadın mücadelesinin bir ürünü olarak federal düzeyde yasal anlamda bir dizi kazanımlar elde edildi. 1991’deki İsviçre kadın grevine 500 binden fazla kadın katıldı. Bu mücadelenin sonunda “Eşit Ücret Yasası” çıktı. Ancak bu sembolik taviz pek bir şey değiştirmedi. Dolayısıyla “Kadın Grevi”nin tüm temel talepleri çözülmeden yerli yerinde duruyor. İsviçre kapitalizmi de kadınların yaşam koşulları söz konusu olduğunda son derece gericidir. Büyük kitlesel kadın seferberliğine rağmen temel talepler karşılanmak bir yana, kadınların sorunları ağırlaşmaktadır. Dünya çapında olduğu gibi İsviçre’de de kriz, daha çok kadın işçilerin sırtına yıkılıyor. Kadınların emeklilik yaşı yükseltildi, pandemi sırasında daha fazla kadın işini kaybetti. Kadınların yoğun şekilde çalıştığı sektörlerdeki koşullar, özellikle bakım sektöründe keskin bir şekilde kötüleşti. Aile içi şiddet, cinsiyetçilik, ayrımcılık ve kadın erkek arasındaki klasik rol dağılımı arttı.
Cinsiyetçilik ve cinsel şiddet, İsviçre dahil olmak üzere bugün hala günlük yaşamın bir parçasıdır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünya çapındaki tüm kadınların %35,6’sı (yüksek gelirli ülkelerde %32,7) yaşamları boyunca, çoğunlukla eşleri tarafından uygulanan fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor. Bildirilmeyen vakaların sayısı ise çok yüksek. İsviçre’de bu tür tacizlere-saldırılara maruz kalan kadınlara yönelik yardımlar çok yetersiz. Kadın sığınma evlerinin çatı organizasyonu DAO’ya göre, 2017’de korunmak isteyen bin 200’den fazla kişi geri çevrilmek zorunda kaldı. Aile içi şiddete maruz kalan kadınların sığınma yeri olması gereken kadın konukevleri aşırı kalabalık ve yetersizdir. Bu tür yerler ayakta kalmak için finansman ve bağışlara bağımlı.
Tüm bu belalardan kurtulmak, iyi yaşamak için yeterli ücretlere, çalışma saatlerinin düşürülmesine, eşit ücrete, herkes için ücretsiz sağlık sistemine, ücretsiz kreşlere, düşük kiralara, işyerlerinde, okullarda ve mahallelerde ücretsiz kantinlere, çocuk bakımının toplumsallaşmasına, kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanmasına vb. ihtiyaç var. Ancak esas sorun bu taleplerin nasıl kazanılacağı noktasında düğümleniyor. Yanıtı ise kadın hakları uğruna gündelik mücadelenin anti kapitalist bir perspektifle ele alınması, devrimci bir program, örgüt ve önderlik ihtiyacının karşılanmasıdır.