Derinleşen krizle yükselen gericilik dönemlerinde kadına yönelik baskı ve şiddet gittikçe artıyor. Yapılan araştırmalara göre dikkat çeken konu ise kadının evden sonra en çok şiddete maruz kaldığı ortamın işyeri olmasıdır. Özellikle cinsel taciz ve ayrımcılığa maruz kalan kadınlar, ağır veya hafif her türlü şiddet vakasıyla karşılaşıyorlar.
Fransız Kamuoyu Enstitüsü beş ayrı ülkede 5 bini aşkın kadınla internet üzerinden yaptığı anketin sonuçlarını yayınladı. Araştırma Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere ve İspanya’da gerçekleştirildi. Araştırmaya göre, Avrupa’da kadınların %60’ı cinsel veya cinsiyetçi şiddete maruz kaldıklarını beyan ediyor. Jean-Jaurès Vakfı ve Avrupa İlerici Çalışmalar Vakfı (FEPS) için gerçekleştirilen çalışmada, son 12 ayda cinsel veya bir cinsiyetçi şiddete maruz kalan kadın oranının %21, 30 yaş altı kadınlardaki oranın ise %42’ye vardığı aktarıldı. Keza itaat, korku veya manipülasyon yoluyla, kadınların ortalama %11’i (Fransa’da %9, İspanya’da %15) işyerinden birisiyle zorla veya kendi rızası olmadan cinsel şiddete veya tecavüze maruz kalıyor.
Kayda alınmayan ve küçümsenen cinsiyete dayalı şiddet türleri de en çok yaşanan vakalar oluyor. Kadınların %46’sı “ıslığa, kaba hareket ve yorumlara ve şehvetli bakışlara” maruz kaldığını beyan ediyor. Bu oran Almanya’da %52’yi buluyor. Kadınların %26’sı, bu tarz davranışların “sürekli tekrar” ettiğini vurguluyor.
Cinsel nitelikte bir davranışa başka bir örnek ise, bir işe alım veya terfi karşılığında cinsel ilişki elde etmek için kadınların %9’unun, meslektaşlarının baskısına maruz kalmış olmalarıdır. Kalçaya el atma, zorla sarılma veya öpme gibi fiziksel temaslar, kadınların %18’ine en az bir kez dayatılmış.
Cinsiyetçi söylem ve davranışlarda bulunanların özellikle üst düzey kadrolar olmadığı, bu saldırıların aynı hiyerarşik seviyede bulunan bir meslektaş veya şirket dışından gelen birileri tarafından da gerçekleştirildiği belirtiliyor.
Araştırmada, işyerinde cinsel tacize maruz kalıp, korku duvarlarını yıkan kadın sayısının ise azınlıkta kaldığı ifade ediliyor. Sorunlar karşısında muhatap bulamayan kadınlar, kiminle muhatap olacaklarını da bilemiyorlar. Cinsel temaslara maruz kalanların yalnızca %13’ü ve bir cinsel ilişki için baskıya uğrayan kadınların sadece %16’sı, bir üst düzey yöneticiye veya sendikaya sorunlarını açıkladığını beyan ediyor.
Düzen sınırları içinde İstanbul Sözleşmesi çözümü
Dünden bugüne verilen kadın mücadeleleri sonucu, 1979’dan bu yana Birleşmiş Milletler birçok sözleşme, açıklama, protokol ve tavsiyelerde bulunma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzalanıp, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren son sözleşme oldu. İmzalanmasıyla yürürlüğe girme süresinin 3 yılı aşkın bir zamanı bulması, anlaşmanın ciddiyet seviyesini de gösteriyor.
Sözleşmeyi Avrupa Konseyi üyesi olan 45 ülke ve Avrupa Birliği ülkeleri imzaladı, ancak sözleşme sadece 34 ülkede onaylanarak yürürlüğe girdi.
Sözleşme, psikolojik şiddet, ısrarlı takip, fiziksel şiddet, zorla evlendirme, kadın sünneti, kürtaja zorlama, zorla kısırlaştırma, tecavüz ve taciz gibi, kadına yönelik şiddetin tüm türlerini içeriyor. Hedefleri yerine getirmek için kapsamlı politikalar, tedbirlerin alınması ve uluslararası iş birliğinin yaygınlaştırılması hedefleniyor.
Sözleşmenin gerekliliklerinin yerine getirilip getirilmediği, konuyla ilgili bağımsız uzmanlar birimi olan GREVIO (Kadınlara Karşı Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Uzman Eylem Grubu) tarafından denetlenecek. Standartlara uyulup uyulmadığı üzerine raporlar hazırlanacak. Fakat devletin idare işleyişindeki giderlerinin devlet kurumu olan Sayıştay gibi organlar tarafından ya denetlenemediği ya da denetlese bile sonrasında tüm muğlaklığı ile işçi ve emekçilerden rakamların gizlendiği bir düzende, bağımsız uzmanlar tarafından tam ve kapsamlı bir denetleme yapılmasını beklemek hayalperest bir beklentiden öteye gidemez.
Bu yönüyle İstanbul Sözleşmesi’nin içeriği ne kadar doğru ve gerekli olsa da sömürü düzeni içerisinde çalışmaların önü kesiliyor ve hayat bulması imkansızlaşıyor.
Dünyanın en gelişmiş ve refah düzeyi en yüksek görülen Avrupa ülkeleri, sömürüye bağlı ataerkil bir düzenle yönetildiği sürece, kadının kalıcı özgürlüğü ve kurtuluşu söz konusu olamaz. Kapitalist sistem kadın ve erkeğin birincil kimliği olan sınıf kimliğinin cinsel ayrımını gözetmeksizin sömürür.
Yasalarla, uygulamalarla ve yozlaşmanın topluma aşılanmaya çalışıldığı bu çürümüş zihniyetle kadına çok büyük zararlar verilmektedir. Toplumun dinamik bir kesimini oluşturan kadınlar, ancak mücadeleye başvurarak, gerici zihniyetin dayatmalarını püskürebilir ve daha ileri bir mücadele düzeyine varabilirler.
Yakın geçmişte öfkelerini birleştiren kadınların, tecavüz yasası olarak anılan cinsel istismar düzenlemesine karşı verdikleri mücadeleyle, yasayı nasıl geri püskürttükleri hafızalarda halen canlılığını koruyor. Sınıfsal, siyasal ve sosyal gericiliğin ayyuka çıktığı bu süreçte, diktatörleri yaratan düzeni geriletmenin ve hakları korumanın yolu sosyal mücadeledir. Biriken öfkeyi, aynı sınıf kaderini paylaşan erkek işçi ve emekçilerle sınıfsal düzeyde birleştirerek, düzene karşı “eşit işe eşit ücret” gibi demokratik taleplerinin kavgası verilerek, daha ileri bir mücadele düzeyine ulaşılabilir. İşte o zaman ayrımcılığın ve sömürünün olmadığı bir sosyalist düzene dair özlemler de gerçekleşebilir.
G. Devran