Türkiye’de kadın cinayetlerinde korkunç bir artış yaşanıyor. Kadınların korunmak için yaptıkları başvuruların çoğu reddediliyor. Son 7 yılda 463 bini aşkın kadının koruma talebi reddedilmiştir. Kadınlara etkin koruma sağlanmamakta, şiddetin faillerine önleyici tedbir uygulanmamaktadır. 2002’den itibaren 18 yılda öldürülen kadın sayısı 7 bini aşmıştır. Son 10 yılda en az 2727 kadının toplumsal cinsiyet ayrımcılığına dayalı şiddet nedeniyle öldürüldüğü belirtilmektedir. Sadece 2020 yılında öldürülen kadın sayısı 284’tür.
Bununla birlikte, kadın cinayeti dosyalarının “intihar” ibaresiyle kapatıldığı sayısız örnek vardır. “Şüpheli ölüm” diye kayıtlara geçen cinayetlere AKP iktidarı döneminde sıkça tanık olunuyor. 2018 yılında 131, 2019 yılında 152 ve 2020 yılında 255 şüpheli kadın ölümünün gerçekleştiği basına yansıdı. Kadına yönelik şiddet verileri kadın örgütlerinin, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının bu yöndeki çalışmaları, basın-yayın organlarından derlemeleriyle oluşturuluyor. Zira İçişleri Bakanlığı’nın kadına yönelik şiddet verilerini düzenli bir şekilde toplamadığı, var olan verileri ise açıklamadığı biliniyor.
“Şüpheli” ya da “intihar” diye kayda geçirilen kadın ölümlerini aydınlatmayan, şiddet vakalarında etkin soruşturma yürütmeyen, kadın ve çocuklara yönelik şiddet verilerini toplayarak bunların önlenmesi için adım atmayan devlet, tüm kurumlarıyla kadına yönelik şiddeti teşvik edip destekliyor. “Şiddetle mücadele” veya “şiddeti önleme” adına yapılanlar ise gerçekleri örtbas etmekten ibarettir.
Sarayın Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler eski Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk’un çarpık zihniyetini şu bozuk cümle ile dile getirdiği hatırlanacaktır: “Her kadın cinayeti bizim kadına yönelik şiddetteki kadın cinayeti değildir. Her intihar kadın cinayeti değildir. Her şüpheli ölüm de kadın cinayeti değildir.” Sarayın “kadın” bakanı; artan kadın intiharları ve şüpheli kadın ölümlerine vurgu yapmak yerine “Her intihar, her şüpheli ölüm kadın cinayeti değildir” diyerek, hizmet ettiği dinci-faşist rejim döneminde artan kadın cinayetlerinin üstünü örtme telaşıyla hareket etmiştir.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ise kadın cinayetlerinin arttığı söyleminin yalan olduğunu iddia etmiş ve eldeki verilerin bunu desteklemediğini öne sürmüştü. Sözünü ettiği verilerin ise kamuoyu ile paylaşılmadığı biliniyor. Şiddetteki devasa tırmanışa rağmen, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararına yönelik tepkiler üzerine Soylu, “Uluslararası sözleşmelerin varlığı-yokluğu değil, önemli olanın suçu önlemeye yönelik sorumluluklarımız” iddiasında bulunmuştu.
Sedat Peker’in videolarıyla organize suç örgütleri ile yakın işbirliği ifşa olan S. Soylu, kadın cinayetlerini önleme konusundaki sorumluluklarını şöyle sıralamıştı: “Anayasa’nın 10. Maddesi ve 41. Maddesi, TCK’nın ilgili maddeleri, ‘6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un ilgili maddeleri, İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülen Kades, Elektronik Kelepçe İzleme Merkezi gibi uygulamalar.”
Bu kadar sorumlulukları varken, kadın cinayetlerinin neden sürekli arttığını açıklayamayan sarayın bakanı, kadına yönelik şiddetin azaldığı yalanını ortaya atarak, cinayetlerdeki sorumluluklarından kaçmaya çalışıyor. Oysa öldürülen kadınların önemli bir bölümünün önceden koruma istediği ortaya çıkıyor. Yani sorumluluk, doğrudan İçişleri Bakanlığı’na da işaret ediyor.
Soylu’nun bir başka iddiası ise, Türkiye’de diğer ülkelerden farklı olarak, 2020 yılında faili meçhul kadın cinayetinin olmadığı yönündeydi. Halbuki Mart 2020’de İzmir’de Nuray V.’nin, Nisan 2020’de Adana, İstanbul ve Van’da üç kadının ölümü, Mayıs 2020’de Şırnak’ta bir kadının ölümü ve daha niceleri basına “faili belirlenmemiş cinayet” olarak yansımıştı. Oysaki Soylu’nun “faili meçhul kadın cinayeti yok” beyanını “faili meşhur”a yormak gerekiyor. Zira Sedat Peker’in ifşaatlarıyla gündeme gelen Yeldana Kaharman’ın 2019 yılındaki “intihar”ının gerisinde, kontrgerilla şefi olan babasının izinden giden Tolga Ağar; aynı yıl “intihar etti” denilen Nadira Kadirova’nın cinayetinin arkasında AKP’li milletvekili Şirin Ünal gibi “faili meşhurlar” var.
İktidarın, kadına yönelik şiddeti örtbas etmeye dönük adımlarına aynı zamanda şiddeti “normalleştirme” çabaları eşlik ediyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na atanan Derya Yanık, “TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Belirlenmesi Araştırma Komisyonu”nda yaptığı konuşmada bir tür “şiddet sevici” olduğunu gösterdi. Bu saray memuruna göre, salgın döneminde kadına yönelik şiddet olaylarındaki artış “tolere edilebilir” düzeyde oldu.
İstanbul Sözleşmesi’ni feshederek kadınlara düşman olduğunu kanıtlayan AKP-MHP rejimi kadınlara karşı yeni bir saldırıya hazırlanıyor. Dinci-faşist rejimin hedefinde bu defa 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun var.
“Kadına yönelik şiddetin sebeplerinin tüm yönleriyle araştırılarak alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi amacıyla” kurulduğu iddia edilen Meclis komisyonunun başkanı, 6284 sayılı kanunda yer alan “Koruyucu tedbir kararı verebilmek için şiddetin uygulandığı hususunda delil ve belge aranmaz” hükmünü hedef aldı. Bu hükmün birtakım kötü uygulamalara ve suiistimallere neden olduğunu iddia eden saray rejiminin bu görevlisi, tedbir kararı için bilgi ve belge olması gerektiğini savundu.
İktidarın, “haksız tahrik indirimi” adı altında katilleri kayırması kadına yönelik şiddeti arttırırken, komisyon üyeleri, “evlilik birliğinin sadakat yükümlülüğüne yönelik aykırı davranışın haksız tahrik nedeni olduğunu” iddia ediyor ve bu bahaneyle katillerin cezalarını daha da indirmek istiyorlar. Eşe karşı işlenen suçları “basit bir mesele” olarak tanımlayan komisyon başkanları, “şiddete karşı aile arabuluculuğu” önerdiler.
Görüldüğü üzere kadına yönelik şiddetin nedenlerini araştırma ve tedbir belirleme amacıyla oluşturulduğu iddia edilen meclis komisyonlarının tek dertleri katilleri koruyup kollamaktır. Bu kepazelik bir tesadüf değildir. Zira komisyonlara katılanların çoğu, kadın katilleriyle aynı zihniyeti taşıyor.
Af çıkararak kadın ve çocuklara şiddet uygulayan katilleri-tecavüzcüleri sokaklara salan AKP-MHP rejimi, bu icraatıyla yeni kadın-çocuk ölümlerine davetiye çıkarmıştır. Çocuk istismarında “rıza varsa soyun yok” diyerek, 12 yaş üstü çocuklara istismarı suç olmaktan çıkaran bu rejim halen kadın ve çocuk düşmanı politikalarına devam ediyor. Bundan dolayı istismarın, şiddetin, cinayetlerin sorumluluğu bu rejimin sırtındadır.
Bu kokuşmuş düzenin işsizlik, sefalet, şiddet, cinayet, tecavüz dışında emekçilere sunacağı bir şey yok. Emekçilere düşen; krizin, pandeminin, dinsel gerici politikalarla ağırlaşan, kadın ve çocuklara yönelik şiddetin sorumlularından hesap sormak için birleşik mücadeleyi her alanda yükseltmektir.