Ekonomik krizler, kapitalizmin yapısal hastalıklarıdır. Sistemin bu yapısal hastalığına dinci-faşist rejiminin ranta/talana dayalı icraatları eklenince, ekonomik çöküş kaçınılmaz hale geldi. Bugün gerici-faşist rejiminin keyfi ve kuralsız yönetimi altında işçi ve emekçilerin yaşamı katlanamaz noktaya vardı. Alım güçlerini yitiren ve açlık sınırının altındaki bir ücretle hayatta kalmaya çalışan işçi ve emekçiler, gelinen yerde gram ya da tek tek alışveriş yapmak zorunda kalıyor. Servet-sefalet arasındaki uçurum her geçen gün derinleşiyor ve işçilerin büyümede aldığı pay ise küçülmeye devam ediyor.
Sahte TÜİK verilerine göre yaklaşan seçimler dolayısıyla “baz etkisi” adı altında enflasyon aylardır düşük gösterilmektedir. Ancak enflasyonun düşmediğini tam tersi yükselişte olduğunu anlamak için, soğan veyahut kırmızı etteki fiyat artışlarına bakmak bile yeterli olacaktır. Dinci-faşist rejim işçilere “tarihi ücret artışını” kendi iktidarı döneminde olduğunu iddia ededursun, asıl gerçek ise yoksulluğun ve sefaletin cumhuriyet tarihinin hiç görmediği kadar büyük boyutlara ulaşmasıdır. Geçtiğimiz günlerde gerici-faşist rejime dalkavukluk yapan Türk-İş, Nisan ayının açlık ve yoksulluk sınırını açıkladı. Bu verilere göre açlık sınırı 10 bin 135,50 TL’ye çıkarken yoksulluk sınırı ise 33 bin TL oldu. Asıl görevlerinin ne olduğunu unutan ve istatistik kurumu gibi çalışan sendikacılara sormak gerekir. Bu verileri açıklarken hiç mi yüzünüz kızarmıyor? İşçiler açlık sınırı altındaki bir ücrete mahkûm olurken hiç mi sorumluluk duymuyorsunuz? Rejim kadar sendika ağalarının da ülkenin sermaye için ucuz iş gücü cennetine dönüşmesinde katkıları vardır. Onlar, kapitalistlerin ve rejimin suç ortaklarıdır.
Böylesi bir tabloda Türkiye seçime gidiyor. Seçim günü yaklaştıkça bir yandan iktidarın, diğer yandan düzen muhalefetinin sahte vaatleri havada uçuşuyor. İşçi ve emekçilere adeta umut tacirliği yaparak ölü ve sömürü sisteminin bekasının devam etmesini sağlamak için yarışıyorlar.
Ülkede toz pembe bir tablo olduğunu öne süren rejim, yükselen enflasyona, açlık sınırı ile asgari ücret arasındaki makasa aldırış etmeden seçim sonrası vaatlerine utanmadan devam ediyor. Seçim yaklaştıkça ekonomik yıkıntının altında ezilen işçi ve emekçilere seçim rüşvetleri vererek oy devşirmeye çalışılması nafile bir çabadır.. Kaybetme korkusunu şimdiye kadar bu boyutta hissetmeyen Erdoğan, tam anlamıyla “çıldırdı” ve “bütün tuşlara” bastı. Fakat bu çabalar, işçi sınıfının ve yoksul emekçilerin yaralarına merhem olmadığı gibi yeni mağduriyetler yarattı. Örneğin, EYT yerini bu kez emeklilikte prime takılanlara bıraktı. Emekli ücretlerine yapılan zamla birlikte, bütün emekli ücretleri en düşükte birleştirildi.
2001 Şubat krizi AKP’ye iktidar yolunu düzleyen temel etmenlerden biriydi. Şimdilerde 2001 krizinden daha derin bir ekonomik krizin sonuçlarıyla işçi ve emekçiler boğuşuyor. Bu yüzden dinci-faşist rejimin bugünden sonra ağzıyla kuş tutsa işçi ve emekçiler nezdinde hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Bunu gören gerici-faşist rejimi “milli/yerli”, “dış düşmanlar”, “ülke güvenliği” gibi söylemlere sığınıyor. Anketlerdeki ve mitinglerdeki başarısız tablosunu gördükçe de kaybedeceğini hisseden rejimin şefleri son zamanlarda histeri krizleri geçiriyorlar.
Diğer yandan düzen muhalefeti ise, toplumda yaşanan hoşnutsuzluğu fırsat biliyor ve sorunları çözeceği iddiasıyla iyimser bir hava estiriyor. “Her şey çok güzel olacak” diyerek topluma cehennem azabından kurtuluşun anahtarının kendilerinde olduğunu söylüyorlar. Vaatlerinde sınır tanımayan düzen muhalefeti, ekonomik krizden çıkış yolunu ülkede güven ortamı sağlamakla baş edeceklerini ifade ediyor. Bu ne demektir? Başta Londralı tefeciler olmak üzere yabancı sermayeden borç para almak ve ülkeye yatırımlarını çoğaltmaya çalışmaktır. Ülkeye borç para akışını sağlayarak sermaye için refah ortamı hazırlığı içinde olan düzen muhalefeti, işçi sınıfına yönelik kemer sıkma politikalarını hayata geçirecek ve böylelikle yeni yıkımların mimarı olacaktır.
TÜSİAD ve İMF programının temsilcisi düzen muhalefetinin işçi sınıfına ve yoksul emekçilere yeni saldırılar dışında verebileceği bir şey yoktur. “Bir an olsun nefes almak” için dahi, sermaye düzeninin çarklarını sorunsuz şekilde dönmesi için varlık gösterenlere katkı sunmak, işçi sınıfı için kölelikten başka bir anlam taşımıyor. Kılıçdaroğlu ekseninde birleşen düzen muhalefeti ve parlamento budalası reformist partilerin seçim vaatlerinin ‘cazibesi’ne kapılmak, kapitalistlerin siyasi temsilcilerinden medet ummak işçi sınıfı ve emekçilere hüsrandan başka bir şey getirmez.
1950’de başlatılan “çok partili” sistemin 73 yıllık tarihine bakıldığında işçi sınıfı mücadele ettiğinde kazanmış, düzen partilerinin vaatlerine kandığında ise kaybetmiştir. Örneğin işçi sınıfının özellikle 1960’lı ve ‘70’li yıllardaki tüm kazanımları bizzat kendi eseri olmuştur. Fakat şimdilerde düzen partilerinden medet ummasının derin ve acı sonuçlarını yaşamaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfının izlemesi gereken yolu bellidir. Tüm sorunların kaynağı olan kapitalist düzeni hedeflemeli, sömürüyü ve ücretli köleliği ortadan kaldırmak için mücadele etmelidir. Sınıfsız ve sömürüsüz sosyalist bir dünya kurmak için mücadeleyi yükseltmelidir.