1988’de Sovyetler Birliği dağılmanın eşiğine geldiğinde “Dağlık Karabağ sorunu” nüksetmeye başladı. Dağılma ile birlikte Ermenistan ve Azerbaycan, özerk olan bölge üzerinde hak iddia ettiler. Tarafların tutumlarında ısrarcı olması savaşa dönüştü. 1993’te soruna geçici çözüm bulunsa da gerilim devam etti. Bazen silahlı çatışmalar da yaşandı. 30 yıldır süründürülen sorun şimdi bir kez daha savaşa vesile edildi.
Farklı güçler tarafından yapılan ateşkes çağrılarına rağmen, çatışmalar yayılıyor. Başlangıçta her iki taraf da ateşkes çağırılarına itibar etmedi. Ancak Rusya’nın “taraflara eşit mesafedeyiz” açıklamasından sonra, Ermenistan Başbakanı Nikol Vovayi Paşinyan ateşkes görüşmelerine hazır olduklarını ilan etti. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ise, ateşkes için Ermenistan’ın 1990’lardaki savaşta işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesi şartını öne sürdü.
Aliyev’in tutumu, görüşmelerin başlaması için ateşkes ilan edilmesinin önünde engel olarak görülüyor. Bu arada hem Rusya hem AB hem de ABD ateşkes için çağrıda bulunuyorlar. Çatışan iki ülkeye komşu olan, topraklarına kimi zaman füzeler düşen İran ise, tarafları sorumlu davranmaya ve ateşkes görüşmelerine bir an önce başlamaya çağırdı.
Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki 30 yıllık savaşta ‘arabulucu’ olan AGİT Minsk Grubu eş başkanları Rusya-Fransa-ABD üçlüsü, özellikle çatışmalara son verilmesi ve masaya oturulması için çağrıda bulundular. AKP-MHP rejimi hariç, hiçbir ülke “savaş devam etsin” diye çağrı yapmıyor. Öyle olup olmamasından bağımsız olarak, Türk sermaye iktidarının “büyük abi”lik rolüyle tam teşekkül arkasında olduğunu ilan ettiği İ. Aliyev ateşkes konusunda ayak sürümeye devam ediyor. Zira uluslararası konjonktürün, Dağlık Karabağ çevresindeki topraklarını ele geçirmeye elverişli olduğunu düşünüyor. Fakat öte yandan çatışmanın bölgeye yayılması riski büyümeye devam ediyor.
Savaş kışkırtıcılığına devam ediyorlar
AKP-MHP koalisyonu savaş kışkırtıcılığı suçunu Azerbaycan’dan önce Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de işledi/işliyor. Suriye’de İdlib ve çevresinde yuvalanan cihatçı terör örgütleri Türk ordusuna yaslanarak varlıklarını devam ettirebiliyorlar. Bu arada saray rejimi, İdlib’e asker sevkiyatını sürdürüyor. Libya’da da uzun süre Hafter güçleri ile Serrac hükümeti arasında ateşkes yapılmasını sabote etti. Nitekim AKP şefi ile müritleri Libya’da imzalanan ateşkesten rahatsız olduklarını da saklamadılar.
Doğu Akdeniz’deki güç gösterileri, Yunanistan’ı hedef alan üst perdeden vaazlar, yayılmacı-fetihçi histerinin tavan yaptığını gösterdi. ABD’den gelen emir üzerine Akdeniz’de yelkenleri indiren AKP-MHP rejimi, aynı günlerde Azerbaycan ordusuyla ortak tatbikat yaparak yeni bir cephe açmaya hazırlandığının işaretlerini vermişti. Geçen hafta başlayan çatışmaları Ermenistan’ın başlattığı iddia edilse de savaşın seyri bu iddiayı desteklemiyor. Temmuz’da yaşanan küçük çaplı çatışmanın ardından yapılan ortak tatbikat, Türkiye ile Azerbaycan rejimlerinin savaşa birlikte hazırlandıklarına işaret ediyor.
Ateşkes çağrıları yükselirken, dinci-faşist rejimin şefleri T. Erdoğan ile D. Bahçeli’nin yaptıkları açıklamalar, yangına körükle gittiklerinin ispatıdır. T. Erdoğan kararı kendisi veriyormuş gibi, Ermenistan’a belli koşullar dayatarak, bunları yerine getirmediği sürece ateşkes olmayacağını vaaz ediyor. Yayılmacı histerinin yansıması olan bu savaş çığırtkanı tutum, dolaysız bir şekilde işin içinde olduklarının itirafıdır. İ. Aliyev Türk devletinin savaştaki rolünü inkar etse de bu iddiayı ciddiye alan yok.
Faşist partinin şefi D. Bahçeli ise, büyük ortağını da gölgede bırakarak Azerbaycan ile Nahçivan’ı birleştirmenin şart olduğunu vaaz etti. Bu ise, Ermenistan’a bağlı Zengezur bölgesinin işgal/ilhak edilmesi anlamına geliyor. Zira Zengezur Azerbaycan ile Naçivan arasında bulunuyor. İki taraftan yapılan savaş kışkırtıcılığı, AKP-MHP rejiminin Azerbaycan-Ermenistan çatışmasını sefil emellerinin bir aracı olarak kullandığını gözler önüne seriyor.
Maaşlı cihatçı-tetikçiler yine işbaşında
Saray rejimi, yıllardan beri cihatçıları tetikçi olarak kullanıyor. Nerede ihtiyaç duyarsa dolgun maaşlar ödeyip ortaya taşıyor. İlk transferler Libya’dan, Türki cumhuriyetlerden, Orta Asya’dan, hatta Uygur’dan Suriye’ye yapıldı. Emevi Camisi’nde Cuma namazı kılma histerisi uğruna dünyanın dört bir yanından Suriye’ye tetikçi taşıdılar. O dönem finansörler Körfez şeyhleri idi. Organizatörlük ve taşıma ise Türk devleti tarafından yapılıyordu. Katar hariç Körfez şeyhlerinin saray rejimiyle arası açılınca, cihatçılar, AKP-MHP iktidarının kucağında kaldı.
Suriye topraklarını işgal eden Türk ordusunun kullandığı bu tetikçiler, çatışmaların şiddetlendiği Libya’ya taşındı. Oysa 2012’de Libya’dan Suriye’ye taşınmıştı. Şimdi ise, Karabağ bölgesine taşınıyor. Tetikçilerin çatışma başlamadan önce Azerbaycan’a taşınmaya başlaması, savaşa hazırlık yapıldığının bir başka ispatı kabul ediliyor.
Cihatçıları bir yerden bir yere taşımak uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen, AKP-MHP temsilcilerinin sergiledikleri pervasızlık, bu hukukun kendilerine uygulanmayacağı konusundaki rahatlıktan kaynaklanıyor. Ne de olsa batılı emperyalistler işbirlikçilerini bu konuda kayırıyorlar. Olayın hukuksal boyutu bir yana, bu tetikçi taburları bir yerden bir yere taşıyıp toplu cinayetler ve diğer iğrenç suçlar işlemelerine sponsor olmak, insanlığa karşı işlenen bir suçtur. Şimdiden tarihe böyle kaydedilmektir.
Emekçiler yayılmacılığın faturasını ödememeliler
Ülkeyi uçuruma sürükleyen, halkın önemli bir kesimi nezdinde meşruluğu olmayan rejimin yayılmacı maceralarının büyük bir faturası var. Bu faturanın bir boyutu müdahale edilen ülkelerde yaratılan yıkımlar ve insan kıyımlarıdır. Diğer boyutu ise, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerine ödetilen ağır bedellerdir. Ekonomik krizi derinleştiren AKP rejimi ne artan işsizlikle ne kontrolden çıkmış covid-19 pandemisiyle ne de derinleşen yoksullukla ilgileniyor. Ülkenin kaynaklarının çoğunu ya yandaşlarla birlikte yağmalıyorlar ya da yayılmacılık politikası gereği cephelere sürülen ordunun finansmanı ve silahlanma için harcıyorlar.
Sefalete sürükledikleri işçileri-emekçileri din istismarıyla, fetihçilik zırvalarıyla, şoven ırkçılıkla zehirleyip savaş destekçisi haline getirmek için uğraşıyorlar. Emekçiler bu acımasız zorba rejimin dinci, şoven, fetihçi propagandasına itibar etmemeliler. Her tür işgalci-fetihçi maceraya karşı durmalı, ekonomik krizin faturasını kapitalistler ile saraylarda sefahat sürenlere ödemek için örgütlü, kitlesel, meşru mücadeleyi yükseltmelidirler. Sefalet batağına daha çok saplanmayı durdurmanın da geleceği kazanmanın da tek yolu budur!