Sermaye iktidarı, “olağan” koşullarda işlerini kaba şiddete başvurmadan yürütmeyi tercih eder. Sömürü düzeninin çarkları bir engele takılmadan dönüyorsa, devletin şiddet aygıtları keskin dişlerini göstermeden işlerini idame ettirir. Oysa kriz süreçleri başladığında kurulu düzenin anayasası çöpe atılır, baskı ve şiddet aygıtları sermaye siyasetinin temel araçları olarak öne çıkartılır.
Kriz, kapitalizmin yapısal sorunlarından biridir. Bir döneme kadar, krizleri toparlanma, hatta atılım süreçleri izliyordu. Yeni bir kriz çıkana kadar sömürü çarkları “istikrarlı” bir şekilde dönerdi. Oysa 1970’li yıllardan itibaren dünya kapitalizmi krizleri aşmakta zorlanmaya başladı. 2000’li yıllardan sonra ise krizleri aşmaktan çok yönetmeye odaklanan bir strateji izleniyor.
Sistemin bir parçası olan Türkiye kapitalizmi, uzun yıllardan beri sık sık derinleşen bir “süreklileşmiş kriz” içinde bulunuyor. Bu ise, sınıf çatışmalarını sertleştiriyor, toplumsal muhalefet dinamiklerini diri tutuyor, işçi sınıfı ve emekçileri temsil eden ilerici-devrimci hareketlerin boy vermesine zemin hazırlıyor. Süreklileşmiş kriz, egemenler arası iktidar-rant eksenli çatışmaları da körüklüyor. Sorunlara çözüm üretmekten aciz olan sistem, şiddet araçlarına dayanarak ayakta kalma saplantısına giriyor. Bu ise çeteleşme, yolsuzluk ve rüşveti yaygınlaştırıyor, şiddeti sokaklara salıyor, rejimi iliklerine kadar çürütüyor. Tıpkı işbaşındaki dinci-faşist AKP-MHP koalisyonunun içinde bulunduğu durum gibi…
“Sivil” faşist çeteler rejimin temel araçlarından biri
Sermaye iktidarının faşist çeteleri sokaklara salması yeni bir olay değil. Bu güruhlar defalarca sokaklara salındı, siyasetçileri, gazetecileri, Kürt işçileri hedef aldılar. Son olarak aynı günde sağcı-İslamcı kesimden gelen ancak rejimi eleştiren üç kişiye saldırmaları, faşist çeteler tartışmasını yeniden gündeme taşıdı. Bu saldırılar, sağcı-İslamcı olsa bile saray rejimine biat etmeyenlerin çetelerin şiddetiyle susturulmaya çalışıldığını gösterdi. Daha önce CHP liderini linç etmeye kalkışanlar, TİP milletvekili Barış Atay’a saldıranlar artık biat etmeyen herkese saldırıyorlar.
Faşist çeteler, rejimin besleyip ihtiyaç duyduğunda sokaklara saldığı tetikçilerdir. Bunlar “sivil” olsalar da devletin ilgili kurumları tarafından organize ediliyorlar. Tetikçiler, AKP-MHP şeflerinin işaret ettiği kişileri hedef alıyor. Tabi sarayın savcıları da yakalananları serbest bırakarak çeteleri motive ediyor. Sistem onlara ihtiyaç duyduğu için koruma altında tutuluyorlar.
Bu iğrenç organizasyonlar, AKP-MHP iktidarının ayakta kalmak için faşist zorbalığa sarıldığını gözler önüne seriyor. Çünkü gerici-faşist iktidarın görülmemiş boyutlara varan rüşvet, yolsuzluk, talan skandalları “olağan” sayılarak çürüme dip noktaya vardırıldı. İşsizlik, yoksulluk, sefalet arttı. Rejim toplumsal meşruiyetini yitirdi. Böyle bir rejimin sadece kolluk kuvvetlerinin şiddetiyle yetinmesi mümkün değil. Nitekim her ihtiyaç duyduklarında trollerle linç kampanyaları düzenliyorlar, saray beslemesi ‘gazeteciler’ aracılığıyla hedef gösteriyorlar, “sivil” faşist çeteleri sokaklara salıyorlar.
Suç dosyalarıyla dolu bir tarih
Türk sermeye devletinin tarihinde “sivil” çeteleri kullanma politikası Mustafa Suphi ile yoldaşlarının katledildiği döneme kadar uzanır. Cumhuriyet kurulmadan önce başlayan kirli-kanlı politikanın bir asırlık tarihi var. 28 Ocak 1921’de Mustafa Suphilerin Karadeniz’de vahşi bir şekilde katledilmelerinin hazırlığı, Mustafa Kemal’den direktif alan Erzurum valisinin kentin “it-kopuk” takımını sokaklara salmasıyla başlamış, yol boyunca uğradıkları her yerleşim yerinde bu kirli oyun tekrarlanmış, Trabzon’a vardıklarında ise, katil sürülerinin kurdukları tuzağa düşürülen Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve 13 yoldaşları başında Topal Osman adlı bir celladın bulunduğu çeteler tarafından katledilmişlerdir.
Sermaye devleti 1940’lı yılların ortalarından itibaren gerici güruhları tekrar sokaklara salmaya başladı. 4 Aralık 1945’te İstanbul’da Sabiha Sertel-Zekeriya Sertel yönetimindeki Tan gazetesi ve matbaası ırkçı öğrenci güruhlar tarafından yakılmış, Serteller linç edilmekten şans eseri kurtulabilmişlerdi.
Tan baskınıyla sokaklara taşan gerici histeri 1948’de Ankara’da tekrarlandı. Irkçılar üniversiteye baskın düzenlediler. Bu kez hedef Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes gibi dönemin seçkin ilerici aydın-akademisyenleri idi. Gerici güruhları sokaklara salan devlet, üniversite basanları değil akademisyenleri hedef almıştı. Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes, 1948’de haklarında açılan ceza davası beraatla sonuçlanmasına rağmen üniversiteden uzaklaştırıldılar.
“Sivil” güruhlar 6-7 Eylül 1955’te bu kez İstanbul’da sokaklara salındı. MİT, M. Kemal’in Selanik’te doğduğu evi bombalar. Demokrat Parti borazanı bir gazete, bombalama olayından iki saat önce basılan nüshasında hedef gösterir. Organize edilen güruhlar sokaklara salınır. Rumların evleri, işyerleri yakılıp-yağmalanır, yüzlerce kadına tecavüz edilir, en az 15 kişi katledilir. Saldırıyı organize eden devlet, saldırganların bir kısmını tutuklar. Ancak iki-üç ay içinde tümünü bırakır, olaylardan komünistleri sorumlu tutar. Pek çok ilerici aydın ve yazar hakkında soruşturma açılır.
1960’lı yıllarda CIA patentli ‘Komünizmle Mücadele Dernekleri’ devlet tarafından kurduruldu. Irkçılardan da destek alan bu dinci-gerici güruhlar, 16 Şubat 1969’da sokaklara salındı. Hedeflerinde 6. Filo’nun İstanbul’a gelmesini protesto eden ilerici-devrimci gençler vardı. Protesto eylemine vahşi bir şekilde saldıran güruhlar, iki genci katlettiler. Tarihe ‘Kanlı Pazar’ olarak geçen saldırının ardından saldırgan güruh, 6. Filoyu kıble yapıp toplu namaz kılar.
12 Mart faşist darbesine rağmen devrimci hareketin yükselişini durduramayan devlet, 1970’li yıllarda dinciler yerine ülkücü-faşistleri öne çıkarır. Baştan beri silahlı olan “sivil” faşist çeteler cinayet işleyerek işe başlatılır. 12 Eylül faşist cuntasına giden süreci hazırlayan bu tetikçiler binlerce kişinin hayatına mal olan cinayetler ve katliamlar gerçekleştirdiler. Marş Katliamı’nda ise vahşetleri doruğa çıkar.
Faşist terörün her türlüsünü kolluk kuvvetleri eliyle işleyen devlet, 1980’li yıllarda “sivil” çetelere ihtiyaç duymayacak kadar pervasızdı. 1989-1990’larda Kürt hareketinin sıçramalı gelişimi, Türkiye işçi sınıfının kitlesel eylemleri, ilerici-devrimci hareketin toparlanması gibi gelişmeler üzerine devlet “sivil” çeteleri yine organize etmeye başladı. Kürt halkına karşı Hizbul-kontrayı tetikçi olarak kullanan devlet, 1970’li yılların faşist katillerinin bir kısmını aktifleştirdi. Sivas katliamını ise şeriatçı güruhlara yaptırdı. 1990’lTamamı yıllarda ırkçı-şoven histeri körüklenerek, çeteler tekrar tekrar sokaklara salındı. Faşist çeteler Kürt işçileri-emekçileri hedef alan linç girişimlerinde bulundular, çok sayıda cinayet işlediler.
Halen sermaye adına iktidarın dümeninde bulunan AKP ile MHP’nin şefleri bu “sivil” çetelerin içinde yetişmiştir. Derinleşen ekonomik kriz, sistemi saran yozlaşma, yağmadan beslenerek saray rejimi etrafında öbeklenen çetelerin, mafya artıklarının, tarikatların paylaştığı bir iktidar var işbaşında. Yani ‘kriz-çeteleşme-şiddet-çürüme’ sarmalında dönüp duran bir rejim tablosudur söz konusu olan.
Açık ki, böyle bir rejimin işçilere-emekçilere yeni belalardan başka bir şey sunması olası değil. Tek çıkış yolu var. O da devrimci önderliği ile buluşan işçi sınıfının emekçi müttefikleriyle bu kokuşmuş düzeni parçalayıp tarihin çöplüğüne atmasıdır.