Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran en büyük tarihsel olay olan sosyalist Ekim Devrimi yüz yaşında. Ne aradan geçen yüz yıl, ne bu devrimi izleyen onlarca devrim deneyimi, ne de başta Sovyetler Birliği olmak üzere Ekim Devrimi’nin ürünü olan “reel sosyalizm” girişimlerinin akıbeti, onun 20. yüzyılın en büyük tarihsel, siyasal ve sosyal olayı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tersine, emperyalist-kapitalist sistemin yol açtığı sorunlar ve bu sorunlar karşısında yaşanan çözümsüzlük, Ekim Devrimi’ne yüz yıl sonra bile çok güçlü bir güncel anlam yüklüyor.
Ekim Devrimi 20. yüzyıl boyunca kendini izleyen onlarca halk devrimine ve ulusal kurtuluş mücadelesine esin kaynağı oldu. Yol açtığı sonuçlarla 20. yüzyıla damgasını vurdu. Onu izleyen hiçbir devrim kapsam ve içerik bakımından onu aşamadı. Onu izleyen hiçbir devrim ya da siyasal kalkışma, Ekim Devrimi’nin yöneldiği toplumsal ve siyasal değişimin yanına dahi yaklaşamadı. Ve ondan önceki hiçbir devrim, işçi sınıfı ve emekçilere onun sunmaya çalıştıklarını vermeye teşebbüs dahi edemedi.
Kuşkusuz Ekim Devrimi’nin tarihsel anlamını esas olarak, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine, yani toplumsal devrimin teori ve pratiğine yaptığı muazzam katkıda aramak gerekir. Ekim Devrimi tarihin kaydettiği en ileri proleter devrim örneğidir. İşçi sınıfı-siyasal mücadele ilişkisi, parti-sınıf ilişkisi, sınıf-iktidar ilişkisi vb. açılarından marksist-leninist yaklaşımın parlak bir doğrulanması olmuştur. Bu doğrular ve ondan çıkarılan sonuçlar Ekim Devrimi ilkelerine evrensel bir karakter kazandırmış, onu takip eden pek çok devrim ve sınıf mücadeleleri ondan önemli etkiler barındırmışlardır. Ve kuşku yok ki, bugünden sonra gerçekleşecek her gerçek siyasal devrim de, muhakkak ki ondan güçlü izler taşıyacaktır.
Fakat Ekim Devrimi’nin önemi sadece devrim teorisi alanındaki katkısı, etkisi ve birikimi ile sınırlanamaz. İnsanlık tarihinin bu en ileri devrimi, binlerce yıllık sınıflı toplumlar gerçeğinin ürünü olan siyasal, sosyal ve toplumsal sorunlara dayanmış, bu sorunlar üzerinden çözümler ortaya koymuş ve birçoğunun çözümünde önemli başarılar elde etmiştir.
İşçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarından kültürel yaşama, siyasal demokrasiden yönetim ilişkilerine, eğitim ve sağlık alanından kadın ve çocuk haklarına, bilim ve tekniğin geliştirilmesinden çevrenin korunmasına kadar birçok temel alanda Ekim Devrimi ve onun ürünü olan işçi sınıfı iktidarının attığı adımlar bugün bile herhangi bir kapitalist ülke ile karşılaştırılamayacak denli ileridir. Burjuvazinin ve onun her türden çanak yalayıcısının yüz yıldır her fırsatta bu devrime ve onun kazanımlarına azgınca saldırmasının temel nedenlerinden biri tam da bu durumdur.
Bir çırpıda çözülen ulusal sorunlar yumağı
İçinde bulunduğu tüm olumsuz koşullara rağmen Ekim Devrimi’nin ürünü olan işçi iktidarının en önemli başarılarından birini, bir “halklar hapishanesi” olan Rusya’da ulusal sorunun çözümünde attığı adımlar oluşturur.
Çarlık Rusya’sı gibi çok sayıda ezilen ulus ve milliyeti bünyesinde barındıran bir ülkede gerçekleşen devrim, son derece kapsamlı ve karışık olan “ulusal sorunlar yığınını”, neredeyse “bir vuruşta çözmüştür”. Çarlık ve ardından kurulan burjuva iktidar yıkılmış, ulusların özgürlüğü, eşitliği ve gönüllü birliğine dayalı SSCB kurulmuştur. 15 ayrı cumhuriyetten ve onlarca özerk bölgeden oluşan “Sovyetler Birliği”nde yıllar boyunca halklar kardeşçe bir arada yaşamışlardır. Devrimi takip eden yıllarda yaşanan bürokratik yozlaşma ve deformasyon bile değişik halk ve ulusları bir arada tutan mayayı kolayca bozamamıştır. Ulusal sorunun çözümünde atılan adımlar öylesine güçlüdür ki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan 15 bağımsız ülke arasında başlangıçta ciddi hiçbir sorun yaşanmamıştır. Hemen her devlet, Sovyetler Birliği döneminde sahip olduğu sınırlar ve yönetim aygıtı ile kolayca birbirinden ayrılmıştır. Ulusların kültürel değerlerinin geliştirilerek yaşatıldığı, şoven ve gerici yönlerinden arındırılarak enternasyonal kültüre doğru evriltildiği görülmüştür.
Sorunun karmaşıklığına ve çok yönlülüğüne, mevcut işçi iktidarının karşı karşıya kaldığı devasa sorunlara rağmen sağlanan bu başarıda temel faktör, devrimin önderi olan Bolşevik Parti’nin ulusal sorun politikasının sağlamlığıdır. Yakın dönemde Güney Kürdistan ve Katalonya referandumları vesilesiyle sık sık atıfta bulunulan ama çoğu zaman tarihsel bağlamından ve Bolşevizmin dayandığı ana eksen olan proleter devrim ekseninden koparılarak olur olmaz biçimde tekrarlanan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi bu politikada çok özel bir yer tutar. Dolayısıyla, Ekim Devrimi’nin 100. Yılı vesilesiyle Bolşevizm ve Ekim Devrimi’nin ulusal sorun konusundaki başarısını anlamak için öncelikle “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesine yakından bakmak gerekir. Fakat bundan önce Marks ve Engels’in kendi dönemlerinde ulusal sorunlara ve ulusların kendi kaderini tayin hakkına nasıl yaklaştığına dair kısa da olsa bazı hatırlatmalar yapmak faydalı olacaktır. Zira Marks ve Engels’in ulusal sorunları yanlış yorumlayıp görmezden geldiği, Lenin’in “bu sapmayı düzelttiği” yaygın bir söylemdir.
Marksizm'in sağlam temeli üzerinde yükselen ezilen uluslar politikası
Lenin önderliğindeki Bolşevik Parti, diğer birçok sorunda olduğu gibi ulusal sorun konusunda da Marksizm'in sağlam temeli üzerinde yükselmiştir. Marks ve Engels’in ulusal sorunlara “ikincil sorunlar” olarak yaklaştıkları, bütünlüklü bir ulusal sorun tanımlaması yapmadıkları da büyük ölçüde doğrudur.
Fakat bu durumun yol açtığı bazı sonuçlardan ve Lenin’in ulusal sorun üzerinden o güne kadarki birikimi alıp somut bir politikaya döndürmesindeki başarıdan yola çıkarak, Marksizm’in bu konuya önem vermeyip “hiçbir miras bırakmadığını” söylemek, hele de bunu Lenin’in “varolan sapmayı düzelttiği” tezi ile birleştirmek, tümüyle dayanaksız bir söylemdir. (bkz. Lukacs, Ulusal sorun değerlendirmeleri)
Marks ve Engels’in yaşadığı dönemin önemli bir kesitinde “ulusal sorunlar”ın, hem muhteva hem de önem açısından kendini takip eden dönemlere göre bazı önemli farklılıklar gösterdiği kuşkusuz doğrudur. Nihayetinde Marks ve Engels kapitalizmin gelişim sürecinde ve burjuva demokratik devrimler döneminde yaşamış, Avrupa’daki uluslaşma hareketlerine, haklı ve yerinde olarak, bu devrim süreciyle olan ilişkileri ve onlara etkileri üzerinden yaklaşmışlardır. Bu yüzden, örneğin Polonya ve İrlanda’nın bağımsızlığından yana tutum alırlarken, Avrupa gericiliğine hizmet ettiklerini düşündükleri Slav hareketinin karşısında durmuşlardır. Sık sık demagoji konusu yapılan Hindistan ve Cezayir gibi bazı sömürgelere yaklaşımda da “eski feodal yapının” tasfiyesi bakış açısına sahiptirler. Bu yaklaşımlar hem tarihsel materyalizmin temel yapı taşlarıyla uyumludur, hem de tüm hayatları boyunca kitle hareketinin tabanı üzerinde duran Marks ve Engels’in her türlü soruna “sınıf merkezli bir devrim mücadelesi” üzerinden yaklaştığının göstergesidir.
Bazı ezilen ulusların geleceği ve bunların taşıdığı devrimci dinamikler konusunda yaptıkları tespitlerin içerdiği hatalar (Engels’in “tarihsiz uluslar” tespiti gibi), her iki önderin de ulusal sorunları proletaryanın devrimci kurtuluş mücadelesinin güncel ve tarihsel çıkarları üzerinden ele aldıkları, ama aynı zamanda ezilen halkların mücadelesindeki derin haklılığa kesin bir şekilde sahip çıktıkları gerçeğini zerrece değiştirmemektedir. İrlanda sorunu üzerinden ortaya koydukları “Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” yaklaşımı, marksistlerin ulusal sorun konusundaki politikasının oluşturulmasında anahtar işlevi görmüş, ulusal sorun ile demokratik devrim arasında kurdukları bağ proleter devrim döneminde yol gösterici olmuştur.
Marksizm'in sadık takipçisi olan Bolşevikler ulusal soruna yaklaşımlarını tam da bu ana çizgiler üzerine kurmuş, ezilen ulusların mücadelesinin meşruluğuna sahip çıkmışlardır. Ama esas olarak proletaryanın devrimci kurtuluş mücadelesinde ulusal sorun ve istemlerin yeri, önemi ve bunların bu mücadele ile nasıl bağdaştırılacağı sorunu üzerine yoğunlaşmışlardır. Tam hak eşitliği ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkelerini tam da bu yoğunlaşmanın ürünü olarak kabul edip geliştirmişlerdir.
Mücadele içinde gerçek muhtevasına kavuşan bir ilke: “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”
Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin gerçek kuruluş kongresi kabul edilen II. Kongre’de oluşturulan programda ulusal sorun birkaç kısa madde olarak yer alır: Cins, ırk, din ve milliyet ayrımı yapılmaksızın tam eşitliği işleyen 7. madde, Dillere tam hak eşitliği tanıyan 8. madde ve Rosa Luxemburg önderliğindeki Polonyalı komünistlerin yoğun itirazlarına rağmen tek satırlık bir cümle ile yer alan “devleti oluşturan bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı formüle eden ünlü 9. madde.
Lenin hayatı boyunca bu programa sadık kalmış, özelikle de, hâlâ da tartışma konusu olmaya devam eden ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini değişik kişi, akım ve anlayışlara karşı mücadelesi içinde geliştirme imkanı bulmuştur.
1890’ların sonunda II. Enternasyonal içindeki Hollandalı ve Belçikalı bazı temsilciler tarafından savunulan “sömürge sosyalizmi” tezleri bunlardan ilki kabul edilebilir. Bu akıma göre “sömürgecilik sosyalizm koşullarında uygarlaştırıcı bir rol oynayabilir”di. Dolayısıyla “sömürgeciliğe ilke olarak karşı çıkılamaz”dı. Daha sonra kendileri de şovenist politikalara yönelen Kautsky gibi Alman sosyal demokrat önderlerin de çabalarıyla etkisizleştirilen bu anlayışlara Lenin şiddetle karşı çıkmış, sömürgeciliği sosyalizme bulaştırma çabalarını çok tehlikeli bir sapma olarak mahkum etmiştir.
“Ulusal kültürel özerklik”e karşı mücadele
Diğer bir akım Avusturya sosyal demokrat hareketinin içinden çıkmıştır. Önce bazı Avrupa partilerini ve Yahudi örgütü Bund’u, sonra da değişik biçimlerde Rus Menşevizmini etkisi altına almıştır. “Ulusal kültürel özerklik” adı altında savunulan politika, görünüşte “değişik ulusal yapılara dayalı toplumları sosyalizm bayrağı altında bir arada tutma hedefi” taşıyor, ama esasta ortaya koyduğu model ile proletaryayı ve onun gelecekteki devletini “kültürel sosyal örgütlenmeler” adı altında ulusal biçimler üzerinden bölüyordu.
Sosyal demokrat hareketin, gelişen milliyetçiliğe hem bir tepkisi, hem de onun etkisi altında yankılanması olarak kabul edilebilecek bu yaklaşıma göre, aynı devlet çatısı altında yaşayan ulusların sosyal ve kültürel özerk yapılar biçiminde örgütlenmesi gerekliydi. Böyle yapılmadan halklar arasındaki ayrımlar, doğal olarak buna dayalı baskı ortadan kaldırılamazdı. Başlangıçta bölgesel ayrımlara dayalı bir “kültürel özerklik” önplanda iken, zamanla başını Rennen ve Bauer gibi teorisyenlerin çektiği “ayrımsız kültürel özerklik” düşüncesi güç kazandı. Bu anlayışa göre, kim kendini “hangi ulusa ait hissediyorsa, o ulusun sosyal kültürel örgütlenmesi içinde yer alacak, bu örgütlenmeler kültür ve eğitim sorunlarına yoğunlaşacak, ancak bunlarla bağlantılı siyasal kararlarda söz sahibi” de olacaklardı. Ayrımsız kültürel özerkliği uygulayan organların varlığı, bir yandan onların “ulusal sorunlarla ilgili olmayan politik problemlerden uzak durmasını sağlayacak”, aynı zamanda, “merkezi hükümetin kültürel özerkliği ihlal etmesi karşısında bu organlar güvence” olacaktı.
Lenin ve Bolşevikler başından itibaren bunu, işçilerin ait oldukları ulusal ve etnik kimlikler üzerinden “eğitilip bilinçlendirilmesini”, sınıfın ortak enternasyonal kültürünün gelişmesini engelleyen, dolayısıyla onu bölen çok zararlı bir talep olarak ele aldılar. Ulusun değişik sınıflara, dolayısıyla değişik kültürlere sahip bir yapı olduğunun altını çizdiler. “Ulusal kültür”ün hakim kültür olacağını, bunun da son tahlilde egemenlerin, yani toprak ağalarının ve burjuvazinin kültürü olacağını söylediler. “Yalnızca din adamları ve burjuvazi ulusal kültürden söz eder. Emekçiler ise, evrensel işçi hareketinin uluslararası kültüründen söz ederler.” (Lenin)
Bolşevik yaklaşıma göre işçilerin örgütlenmesi gereken yer kendi sınıf örgütleri idi. Bunu reddeden her yaklaşım sınıfı etnik, dinsel ve ulusal temellerde bölüp onun mücadelesini zayıflatmaktaydı.
“Sınıf bilinci taşıyan işçiler, her eğitsel, siyasal işçi örgütünde ve işçi birliklerinde (sendikalarda) bütün ulusların işçileri arasında tam birlikten yanadır. (...)
“İşçiler, ulusal kültür ya da ‘kültürde ulusal özerklik’ gibi tatlı-dilli sözlerle bölünmelerine izin vermeyeceklerdir. Bütün ulusların işçileri, bütün işçilerin malı olan örgütlerde tam özgürlüğü ve tam hak eşitliğini birlikte ve uyum içinde yüce tutacaklardır. Gerçek kültürün güvencesi de budur.” (Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, Ekim 1993, İkinci Baskı, s.71)
Bolşevikler ulusal ayrım ve baskı sorununu her zaman önemsediler. Ancak hangi gerekçeyle olursa olsun, sınıfsal ayrımlar dışında herhangi bir ayrım temelinde ortaya konulan politikalara karşıydılar. Bu, işçi sınıfının tarihsel misyonu üzerinden dünyaya bakan teorinin temeli üzerinde durmalarının doğal sonucuydu. “Kültürel özerklik” ulusal sorun konusunda gerçek bir çözüm ortaya koymadığı gibi, kültürel önyargı ve ayrımları derinleştirerek proletaryanın enternasyonal bilincinin geri plana atılmasına hizmet edecekti.
“Emperyalist ekonomizm”
Marksizm temel esasları ile ilişkisi fazlasıyla tartışmalı olan bu sağ çizginin tersine, Lenin tarafından “emperyalist ekonomizm” olarak adlandırılan akım ise ulusların kendi kaderini tayin hakkı politikasına soldan karşı çıkıyordu. Emperyalist ekonomistler bu talebin “doğrudan sosyal yurtseverliğe yol açacağı” ve “her ulustan proletaryanın ortak mücadelesini zedeleyen” bir işlev göreceğini iddia ediyorlardı. Daha önce Rosa Luxemburg tarafından dile getirilen bu yaklaşım, böyle bir talebin kapitalizm koşullarında gerçekleşme şansının olmadığını, sosyalizmde ise tamamen gereksiz hale geleceğini, bu nedenle ulusların kendi kaderini tayin hakkının parti programından çıkarılması gerektiğini savunuyordu. Emperyalist savaşla birlikte II. Enternasyonal partilerinin “anayurdu savunma” adı altında yaşadığı utanç verici teslimiyet de bu yaklaşıma güç verdi.
Bu ve benzeri görüşleri daha önce Rosa Luxemburg ile giriştiği polemiklerde (1902, 1908 ve 1909) ele alan Lenin, Marksizm'in ekonomik-determinist yorumuna dayalı bu anlayışın parti içinde siyasal bir mahiyet kazanması nedeniyle sorunu tekrar tekrar tartışmak durumunda kaldı. Ve bu anlayışın dayanaktan yoksunluğunu ortaya koymakla kalmadı, onun hiçbir somut politika sunmayarak sorunun üzerinden atladığı gerçeğinin üzerine de gitti. Lenin emperyalist ekonomistlerin bütün argümanlarını “Gelişen emperyalist ekonomizm eğilimi ve P. Kievski’ye yanıt” ve “Marksizm’in bir karikatürü ve emperyalist ekonomizm” başlıklı yazılarında ele alıp çürüttü. Bu polemikler yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinden ne anlaşılması gerektiğini eksiksiz olarak ortaya koydukları için değil, aynı zamanda demokrasi-kapitalizm, ekonomi-siyaset gibi temel konularda sağladığı teorik açıklıklarla da leninist yazının önemli metinleri arasında yer aldı.
“Bu hakkı sosyalizm için devrimci savaşımdan ayrı bir şey olarak istiyor değiliz”
Kendi kaderini tayin hakkının proletarya enternasyonalizmi ve tutarlı bir sosyalizm programıyla çeliştiği yönündeki eleştirileri Lenin tam bir “dar kafalılık” örneği olarak görüyordu. Bu hakkı tam da proletaryanın birleşik mücadelesini sağlamak için savunuyordu. Esasında “proletarya enternasyonalizmi ilkesini yok sayanlar bu talebin halkların ortak mücadelesi için önemi”ni göremeyenlerdi. Bu talep ayrılma için değil, halkların ortak mücadelesi ve özgür birlikteliğinin yolunun açılması için ileri sürülüyordu.
“Bunu, sosyalizm için devrimci savaşımımızdan ayrı bir şey olarak istiyor değiliz; eğer bu savaşım, ulusal sorun dahil, demokrasinin bütün sorunlarına devrimci bir yaklaşımla ilişkilendirilmezse boş bir sözden öteye gitmeyeceği için istiyoruz. Kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, ya da küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletten ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez.” (age, s.204)
Kapitalizm koşullarında tüm demokratik talepler ancak istisnai olarak elde edilebilir
Diğer bir itiraz, kapitalizm koşullarında bu tür bir talebin gerçekleşmesinin mümkün olamayacağına dair yaklaşımdı. Emperyalist ekonomistler emperyalist-kapitalizm koşullarında ulusların kendi kaderini tayininin zaten mümkün olmayacağını söylerken, aslında demokratik taleplerle kapitalizm arasındaki ilişkiyi anlayamadıklarını göstermiş oluyorlardı. Zira bu mantıkla bakıldığında, tüm demokratik istem ve taleplerin kapitalizm koşullarında hiçbir hükmü kalmıyordu.
“Bu itiraz, genel olarak demokrasiyle kapitalizm arasındaki ilişkinin hiçbir şekilde anlaşılmamış olduğunu ortaya koyuyor. Kapitalizmde, ezilen sınıfların kendi demokratik haklarını ‘kullanmalarını’ olanaksız hale getiren koşullar istisna değildir, sistemin tipik özelliğidir. Kapitalist düzende, birçok durumda, boşanma hakkı gerçekleştirilememiş olarak kalacaktır; çünkü ezilen cinse, iktisadi olarak baş eğdirilmiştir. Kapitalist sistemde ne kadar demokrasi olursa olsun, kadın ‘evcil bir köle’ olarak yatak odasına, bebek odasına, mutfağa kapatılmış bir köle olarak kalmaya devam etmektedir. Kapitalizmde halkın ‘kendi’ yargıçlarını, resmi görevlilerini, okul öğretmenlerini, juri üyelerini vb. seçmesi de aynı biçimde, işçilerle köylülerin iktisadi yönden boyun eğdirilmiş olmaları nedeniyle, birçok durumda gerçekleştirilememektedir. Aynı şey demokratik cumhuriyet için de söz konusudur. Bizim programımız demokratik cumhuriyeti ‘halk tarafından yönetim’ diye tanımlar. Ama bütün sosyal-demokratlar pek iyi bilirler ki, kapitalizmde en demokratik cumhuriyette bile, burjuvazinin, görevlileri rüşvetle ayartmasından, hisse senetleri borsasıyla hükümet arasındaki ittifaktan kurtulmanın yolu yoktur.
“Buna bakarak, ancak, doğru-dürüst düşünemeyenler ya da Marksizm hakkında hiçbir bilgisi olmayanlar, öyleyse cumhuriyet olmanın hiçbir anlamı yok, boşanma özgürlüğünün hiçbir anlamı yok, demokrasinin hiçbir anlamı yok, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının hiçbir anlamı yok sonucuna varır. Marksistlerse demokrasinin sınıfsal baskıyı ortadan kaldırmadığını bilirler.” (age, s.243-244)
“Yığınları savaşım ruhu ile eğitmeksizin sosyalizm olanaksızdır”
Lenin bütün demokratik taleplerin kapitalizm koşullarında ancak iğreti olarak gerçekleşebileceği konusunda açık bir görüşe sahipti. Ancak sorun bu değildi. Sorun yığınların demokrasi okulunda okuyup eğitilmeleriydi. Bu olmadan “devrim ve sosyalizm boş bir söz kalıbına” dönerdi.
“Bütün ‘demokrasi’, kapitalizmde ancak çok ufak ölçüde ve yalnızca göreli olarak elde edilebilen ‘haklar’ın ilanını ve gerçekleştirilmesini içerir. Ama bu hakları ilan etmeksizin, bu hakları hemen şimdi gerçekleştirmek için savaşım vermeksizin, yığınları bu savaşım ruhu ile eğitmeksizin, sosyalizm olanaksızdır.” (age, s.245)
Proletarya zaferi ancak bütün demokratik istemleri tam ve eksiksiz formüle ederek, bu uğurda kararlı bir mücadele örgütleyerek kazanabilirdi. Sosyalist program adına demokratik taleplere ya da bu taleplerden biri olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkmak, onun mücadelesini güçlendirmez zayıflatırdı.
“Proletarya, demokrasi aracılığıyla, yani demokrasiyi tam uygulayarak ve savaşımının her adımını, en kararlı biçimde formüle edilmiş demokratik isteklerle ilişkilendirerek zafer kazanabilir, böyle yapmaksızın kazanamaz. Sosyalist devrimi ve kapitalizme karşı devrimci savaşımı, demokrasinin sorunlarından yalnızca biriyle, burada ulusal sorunla karşı karşıya koymak saçmadır. Kapitalizme karşı devrimci savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu (militia), resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz.” (age, s.198)
Proletarya tam demokrasiyi uygulamaksızın zaferini pekiştiremez
Lenin sosyalizm koşullarında bu talebin zaten gereksiz olduğu konusundaki düşünceleri “siyasal hafiflik” olarak nitelendirdi ve bir devrimin yüzyılların ürünü ulusal ayrımcılığı kendiliğinden kaldıracağı fikriyle alay etti. “Teorik bakımdan saçma, pratik siyasal bakımdan şovenist” olan bu görüş demokrasi mücadelesinin önemini tamamen yadsımaktaydı. Sosyalizmde demokrasinin gereksiz olması bir yana tam demokrasi sağlanmadan sosyalizmin zaferi düşünülemezdi.
“... utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez, ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını, kendi kaderini tayin hakkının sosyalizmde gereksiz olduğunu iddia etmek, bu nedenle, sosyalizmde demokrasinin gereksiz olduğunu öne sürmek kadar anlamsız ve deva bulmaz bir şaşkınlıktır.
“Kapitalizmde genel olarak demokrasi ne ölçüde olanaksızsa, kendi kaderini tayin hakkı da o kadar olanaksız, sosyalizmde genel olarak demokrasi ne kadar gereksizse, kendi kaderini tayin hakkı da ancak o kadar gereksizdir.” (age, s. 246)
Üstelik emperyalist ekonomistler tutarsız taktiklerle ve indirgemeci ekonomist yaklaşımlarla esas konunun kendisinden kaçınıp sorunu ortada bırakıyorlardı. Proletaryanın ortak mücadelesi adına ulusların kaderini tayin hakkına karşı çıkıyorlardı ama sorun tam da bu ortak mücadelenin sağlanabilmesi için ulusal sorunların nasıl bir çözüme bağlanacağı idi. Lenin aynı polemikte Kievski’ye şöyle yazmıştı:
“... Kievski, kendi özel konusuna ilişkin temel soruyu, yani biz sosyal-demokratların ulusal baskıyı nasıl yok edeceğiz sorusunu atlamaktadır. Dünyanın ‘kana boğulduğu’ yollu sözlerle (ki bu sözlerin tartışılan konuyla hiçbir ilgisi yok) soruyu başından atmaktadır. Bu durumda geriye tek sav kalıyor: Sosyalist devrim her şeyi çözecektir! Ya da bazen, onun görüşlerini paylaşan kişilerin ortaya attığı sav kalıyor. Kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmde olanaksız, sosyalizmde gereksizdir!”
Emperyalist ekonomistler siyasal sorunlar ile ekonomi arasındaki ilişkiyi doğru ele alamıyorlardı. Mevcut sınıf iktidarının devrilmesi, böylece kapitalist ekonominin temelinin tasfiyesiyle, onun sonucu olarak ortaya çıkmış sorunların ortadan kalkacağını düşünüyorlardı. Kendilerinin meseleyi nasıl ortaya koyduklarından bağımsız olarak bu temel yanılgı onları ulusların kendi kaderini tayin hakkı dahil olmak üzere bütün demokratik taleplerin pratikte reddine götürüyordu.
Görünürde tartışılan ulusal sorun olsa da, aynı mantık kapitalizm şartları altında bütün demokratik sorunlara uygulanabilirdi. Bu durumda proletaryanın siyasal mücadele içinde eğitilmesi gibi temel bir alan yadsınmış oluyordu. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı değişik milliyetlerden proletaryanın ortak mücadelesinin manivelasıydı.
Lenin bu polemiklerde ve konuyu ele aldığı her yazıda ulusların kendi kaderini tayin hakkının temel ilkelerini tekrar tekrar anlatmaya devam etti.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere ezilen ulusun geleceği konusunda tam olarak söz sahibi olmasını içermeliydi. Aynı devlet çatısı altında yaşayan tüm proleterler genel ilke olarak ortak sınıf örgütlerinde örgütlenmeliydi. Gene hangi ulusa mensup olursa olsun tüm proleterlerin görevi özgürlük ve eşitlik temelinde gönüllü bir birlikteliğin yaratılmasıydı. Ancak ayrılma ya da birlikte yaşama konusunda son söz ezilen ulusa aitti.
Zira ulusların kendi kaderini tayin hakkı, doğal olarak, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere ezilen ulusa bütün haklarının tam ve eksiksiz olarak tanınması anlamına geliyordu. Proletaryanın somutta ayrılmayı destekleyip desteklemeyeceği başka bir konu idi. Burada ölçü, kendi sınıf çıkarları ve sosyalizm mücadelesi ile bu talep arasındaki bağın gerekleriydi. Dolayısıyla, ulusların kendi kaderini savunuyor olması, proletaryanın her türlü ulusal hareketi kayıtsız şartsız destekleyeceği anlamına gelmiyordu. Proletarya tam hak eşitliği ilkesinin doğal sonucu olarak hiçbir ulusal kültür ya da dilin diğerleri üzerindeki üstünlüğüne izin veremezdi. Ancak enternasyonalist bir sınıf olan proletaryanın tüm insanlığı en ileri değerler etrafında birleştirmeye çalışması, onun devrimci misyonunun ayrılmaz bir parçası idi. Kapitalizm koşullarında ulusların kendi kaderini tayin hakkı, tıpkı diğer demokratik talepler gibi istisnai ve eksik olarak gerçekleşebilirdi. Çünkü kapitalizm bu sorunları, yapısal sorunlarının ürünü olarak yeniden yeniden üretmekteydi.
Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere, Marksizm-Leninizm ulusal istemlerin kendi başına amaçlaştırılmasına ve bunun proletaryanın mücadelesinin ekseni haline getirilmesine temelde karşıdır. Zira ulusal ilke ve esasları değil, sınıfsal ilke ve esasları temel alır. Ezilen ulusların haklı mücadelesini meşru bulur ve destekler ama bunların kendi içinde amaçlaştırılmasına, her türden ulusal önyargı ve milliyetçiliğe karşı mücadele eder. Birliğin yolunun temennilerden değil başta ulusal kendi kaderini tayin hakkı olmak üzere, ezilen ulusun tüm meşru ulusal haklarını kararlılıkla savunmaktan geçtiğine inanır. Bunun gereklerini pratikte yerine getirir.
Ekim Devrimi sonrası
Bir halklar hapishanesinde iktidara gelen Bolşevikler, diğer konularda olduğu gibi ulusal sorun konusunda da kendi programlarını büyük bir sadakatle uygulamaya koyuldular. Devrimden bir hafta bile geçmeden yayınlanan “Ulusal Haklar Bildirgesi”, hem yeni iktidarın soruna ne kadar önem verdiğini, hem de önden ilan ettiği programa sadakatle bağlı kalacağını gösteriyordu. Bildirge, Sovyet İkinci Kongresi’nin aldığı kararlara dayanarak, tüm ulusal toplulukların eşitliğini ve ortak egemenliğini ilan ediyor, buna rağmen her ulusun ayrılma ve kendi devletini kurma hakkını tanıyordu. Bütün ulusal ayrıcalıklar ve sınırlamalar kaldırılmış, ulusal azınlıkların ve etnografik grupların özgür gelişmesi işçi iktidarının güvencesi altına alınmıştı.
Bu ilkeler üzerinden birleşen uluslar 1918’de Sovyetler Birliği’ni oluşturdular.
İç savaş ve emperyalist kuşatma altındaki devrimin bundan sonraki dönemde çok ciddi sorunlarla yüz yüze kaldığı biliniyor. Buna rağmen ezilen ulusların hakları konusunda büyük bir duyarlılık gösterilmiş, iç savaş ve tek ülkeye sıkışmış sosyalist inşa sürecinin zorladığı merkezileşme zaruretine rağmen bu konudaki hassasiyet uzun yıllar boyunca sürdürülmüştür.
Sonuçta, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi ve bunun pratik uygulamaları, onlarca ulusun ve milliyetin on yıllar boyunca birlikte yaşamasında özel bir rol oynamış, Sovyet iktidarı altında yaşayan tüm ulusların enternasyonal değerler temelinde gelişimi büyük ölçüde başarılmıştır.
100 yıl sonra ulusal sorun
Bugünün dünyasında ulusal sorunların nasıl ele alınması gerektiği parti basınımızda birçok kez işlenmiştir. Bunun 100. Yılı vesilesiyle Ekim Devrimi ile olan bağı içinde özel olarak işlemek ise, 30. yıl konferansımızın da ilan ettiği gibi, ayrıca yapılacaktır.
Emperyalizmin savaş politikalarının tüm insanlığı yıkıma götürdüğü ve bunun en büyük bedelini ezilen halkların çektiği bir dönemde, Ekim Devrimi’nin mirası ve bugüne bıraktıkları özel bir anlam ifade etmektedir. Fakat bundan da öte ülkemizde bütün ağırlığı ile süren Kürt sorununun varlığı, Kürt ulusal hareketinin emperyalizmle kurduğu bağlar, tasfiyeci savrulmalar içinde debelenen Türkiye devrimci hareketinin bazı kesimlerinin bu konuda yarattığı tahrifat, başta devrim teorisi ve örgüt anlayışı olmak üzere leninist ilkeleri her açıdan terk edenlerin kendi kuyrukçuluklarına Lenin’i alet etme (ya da diğer bir kesimin tersinden kendi şovenizmlerini Lenin ile örtme) çabaları bu sorunu ele almayı ayrıca gerekli kılmaktadır.
Ele aldığı tüm konuları Ekim Devrimi ile olan özel bağı içinde tartışan TKİP 30. Yıl Konferansı, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ulusal kurtuluş mücadelelerinin yaşadığı evrimi incelemenin öneminin altını çizmiştir. Konferansın sonuç bildirgesinde bu konuda şunlar söylenmektedir:
“100. Yılını kutladığımız Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, dünya ölçüsünde yarattığı muazzam sarsıntıyla, mazlum halkların ulusal özgürlük mücadeleleri için de yepyeni bir çığır açmıştı. Sömürge ve yarı-sömürge halklarının özgürlük ve bağımsızlık mücadeleleri Ekim Devrimi’nin açtığı bu çığır içinde kendini bulmuş, emperyalizme, ondan ayrı düşünülemeyen sömürgecilik sistemine ve bu sistemin iç sosyal-siyasal dayanaklarına yönelmiş, bu nesnel yönelimleriyle dünya devrimci sürecinin bir bileşeni olmuşlardı. Öte yandan Sovyetler Birliği ve komünistler önderliğindeki dünya devrimci işçi hareketinin varlığı ve büyük desteği bu mücadelelerin tarihsel başarısını alabildiğine kolaylaştırmıştı.
“Ekim Devrimi’nin açtığı büyük devrimci çığırın 20. yüzyılın sonuna doğru geçici olmaya mahkum bir büyük kırılmaya uğraması, ulusal sorunların ve hareketlerin çehresini de baştan aşağı değiştirdi. Devrimci ulusal kurtuluşçuluk yerini gerici ya da en iyi durumda reformist burjuva milliyetçiliğine bıraktı. Ulusal sorunlar birçok durumda emperyalizme karşı mücadelenin dayanakları olmaktan çıktılar, tersine bizzat onun elinde halkları bölüp parçalamanın, şu veya bu ülke ya da bölgeye müdahalenin bahaneleri haline geldiler. Emperyalizm bugün, kendi kirli hesap ve çıkarları doğrultusunda istismar ederek, en haklı ulusal davaları bile kirletiyor, en mazlum halkları bile bir bakıma kendi suç ortakları durumuna düşürüyor.
“Bütün bunlar tüm temel konularda olduğu gibi ulusal sorunda da Ekim Devrimi’nin büyük tarihsel mirasının, ortaya koyduğu programın, izlediği pratiklerin ve gerçekleştirdiği çözümlerin paha biçilmez önemini gösteriyor. Partimiz önümüzdeki bir yıl boyunca Ekim Devrimi’nin tüm öteki alanlarda olduğu gibi ulusal sorun alanındaki tarihsel kazanımları ve mirası üzerinde de çok özel bir tarzda duracaktır.” (TKİP 30. Yıl Konferansı Bildirgesi)
(TKİP Merkez Yayın Organı EKİM'in Ocak 2018 tarihli 310. sayısından alınmıştır...)