Yoldaşlar! Bana, burada bir Lenin’i anma gecesi düzenlediğiniz ve benim konuşmacı olarak çağrılı olduğum söylendi. Lenin’in etkinliği üzerine derli-toplu bir rapor sunmanın gerekli olmadığını düşünüyorum. Kendimi, insan ve politikacı olarak Lenin’in bazı özelliklerini belirten bir dizi olguyu iletmekle, sınırlamanın daha iyi olacağını sanıyorum. Belki de bu olgular arasındaki iç bağıntı eksik olabilir.Ama Lenin hakkında bir düşünce edinilmek isteniyorsa, bunun belirleyici bir önemi yoktur. Her halükarda ben, şimdi söz verdiğimden daha fazlasını, bu vesileyle sizlere verme olanağına sahip değilim.
Dağ kartalı
Lenin’i ilk kez 1903 yılında tanıdım. Ancak bu kişisel ve doğrudan bir tanışma değil, yazışma yoluyla ortaya çıkan bir tanışma idi. Ama bu bende, Partideki bütün çalışmam boyunca beni bırakmayan, silinmez bir etki bıraktı. Ben o zaman Sibirya’da sürgündeydim. Lenin’in doksanlı yılların sonundan bu yanaki, özellikle 1901 yılından, “Iskra”nın yayınlanmasından sonraki devrimciçalışması ile tanışma, beni, bizim Lenin’de olağanüstü bir insana sahip olduğumuz inancına vardırmıştı. O sıralar o benim gözümde Partinin sıradan bir önderi değildi, aksine onun gerçek yaratıcısıydı; çünkü yalnızca o, Partimizin iç özünü ve ivedi gereksinimlerini anlamıştı. Onu Partinin diğer önderleriyle karşılaştırdığımda, Lenin bana daima, mücadele arkadaşlarından -Plehanov, Martov, Akselrod ve diğerleri- bir kafa daha üstün görünüyordu; onlarla karşılaştırıldığında Lenin, sıradan önderlerden bir tanesi değil de, aksine daha yüksek tipten bir önder, mücadelede korku tanımayan ve Partiyi Rus devrimci hareketinin bilinmez yolunda cesaretle götüren bir dağ kartalı olarak görünüyordu. Bu izlenim ruhuma öylesine yerleşmişti ki, ben, o zamanlar sürgünde yaşayan yakın bir arkadaşa, bu konuda yazma ve onun düşüncesini alma gereksinimi duydum. Belli bir dönem sonra, ben Sibirya’da sürgünde iken—1903yılının sonuydu—, arkadaşımdan coşkun bir yanıt, ve anlaşıldığı kadarıyla, arkadaşımın mektubumun içeriğinden haberdar ettiği Lenin’in kısa, ama zengin özlü bir mektubunu aldım. Lenin’in mektubu, görece kısaydı ama Partimizin pratiğinin cesur ve korkusuz bir eleştirisini ve gelecek dönem için Parti çalışmasının tüm planının son derece berrak ve özlü bir açımlamasını veriyordu. Yalnızca Lenin, en karmaşık şeyler üzerine basit ve berrak bir şekilde, o denli özlü ve cesur bir şekilde yazmasını başarırdı. Öyle ki, her tümce, yalnızca konuşmakla kalmadı, aynı zamanda hedefini buldu. Bu kısa ve cesur mektup bende, Lenin’de Partimizin bir dağ kartalına sahip olduğumuz inancını daha da pekiştirdi. Lenin’in bu mektubunu da, diğer birçok mektup gibi, eski bir yasadışı Parti işçisinin alışkanlığı ile yakmamı asla affedemem.
Lenin’le tanışmam bu zamanda başladı.
Alçakgönüllülük
Lenin’le ilk kez, Aralık 1905’de Bolşeviklerin Tammerfors (Finlandiya)’daki konferansında karşılaştım.Partimizin dağ kartalını, yani büyük bir adamı, yalnızca politik değil, fiziki olarak da büyük bir adam olarak görmeyi umuyordum; çünkü benim düş kurgumda Lenin bana, boyu posu yerinde, kelli felli bir dev gibi geliyordu. Ama, sıradan ölümlülerden hiçbir şekilde, kelimenin gerçek anlamıyla hiçbir şekilde ayrılmayan, tamamıyla alışılmış, orta boyda bile olmayan bir adam görünce, düş kırıklığım öylesine büyük olmuştu ki...
“Büyük bir adamın” toplantılara alışılageldiği gibi geç kalması, böylelikle toplantıya katılanların çarpan yüreklerle onun görünmesini beklemeleri ve bu arada “büyük adamın” görünmesinden önce toplantıya katılanlar arasında, “hişt... susun...geliyor” şeklinde fısıltıların dolaşması, sanki yazılmamış bir kuraldır. Bu tören bana gereksiz gelmiyordu; çünkü bu etkilidir, saygı uyandırır. Ama, Lenin’in delegelerden önce toplantıya geldiğini, herhangi bir konferans delegesi ile sıradan bir konuşma sürdürdüğünü öğrendiğimde, düş kırıklığım büyük olmuştu. Bunun bana o zaman, belli gerekli kuralların belli ölçüde zedelenmesi gibi geldiğini saklamıyorum.
Lenin’in bu sadeliği ve alçakgönüllülüğü, bu dikkatleri üzerine çekmeden kalma ve her halükarda göze çarpmama ve yüksek konumunu öne çıkarmama çabası—bu özelliğin Lenin’in, yeni kitlelerin, insanlığın “en alt” tabakalarının sade ve alışılmış kitlelerinin bu yeni önderinin en güçlü yanlarından biri olduğunu ancak sonraları kavradım.
Mantık gücü
Lenin’in bu konferansta yaptığı iki konuşması muazzamdı: şimdiki durum üzerine ve tarım sorunu üzerine. Ne yazık ki, bu konuşmalar elde kalmadı. Bunlar, tüm konferansı coşkuya boğan ateşli konuşmalardı. Alışılmamış ikna gücü, kanıtlamanın basitliği ve berraklığı, kısa ve herkes tarafından anlaşılabilir cümleler, her türlü poz satmanın olmaması, etki uyandırmaya yönelik her türlü başdöndürücü el-kol hareketlerinin ve etkin boş lafların olmaması—bütün bunlar, Lenin’in konuşmalarını alışılmış “parlamento hatipleri”nin konuşmalarından üstün bir şekilde ayırmaktaydı.
Ama beni çeken, o zaman, Lenin’in konuşmalarının bu yönü değildi. Beni çeken, Lenin’in konuşmalarındaki, gerçi biraz duru, ama buna karşın dinleyenleri etkisi altına alan, onları elektriklendirenve sonra da deyim yerindeyse tümüyle tutsak alışılmaz mantık gücü oldu. Delegelerin çoğunun ne dediğini hatırlıyorum: “Lenin’in konuşmalarındaki mantık, seni her taraftan kıskaç gibi saran ve sarılmasından kendini kurtaramayacağın güçlü bir ahtapotun kollarına benziyor: Ya teslim olacaksın, ya da tam yenilginden emin olabilirsin.”
Lenin’in konuşmalarının bu özelliğinin, onun konuşma sanatının en güçlü yönü olduğunu sanıyorum.
Sızlanma yok
Lenin’le ikinci kez, 1906 yılında, Partimizin Stockholm Kongresinde karşılaştım. Bolşeviklerin bu kongrede azınlıkta kaldıkları ve bir yenilgi aldıkları, bilinmektedir. Lenin’i ilk kez orada yenilmiş olarak gördüm. Bir yenilgiden sonra sızlanmaya başlayan ve cesaretlerini kaybeden önderlere hiç mi hiç benzemiyordu. Aksine, Lenin yenilgiyi, yoldaşlarının yeni savaşımlar, gelecek zaferler için coşku aldıkları bir enerji topuna çevirdi. Ben, Lenin’in bir yenilgisinden söz ediyorum. Ama nasıl bir yenilgi? Lenin’in karşıtları, Stockholm Kongresinin galipleri -Plehanov, Akselrod, Martov ve diğerleri- görülmeliydi: hiç de gerçek galiplere benzemiyorlardı. Çünkü Lenin, Menşevizmin amansız eleştirisi ile, deyim yerindeyse, onlarda sağlam bir yer bırakmamıştı. Biz Bolşevik delegelerin, nasıl sıkıca kenetlenmiş, Lenin’e baktığımızı ve ona akıl danıştığımızı hatırlıyorum. Bazı delegelerin açıklamaları yorgunluğu ve ümitsizliği açığa vuruyordu. Lenin’in böylesi konuşmalara nasıl dişlerini sıkarcasına yanıt verdiğini hatırlıyorum: “Sızlanmayınız yoldaşlar, biz kesinlikle yeneceğiz, çünkü biz haklıyız.” Sızlanan aydınlara karşı nefret, kendi gücüne güven, zafere güven- Lenin o zaman bizimle bunlar üzerine konuştu. Bolşeviklerin yenilgisinin geçici olduğu, Bolşeviklerin en kısa gelecekte zafer kazanmaları gerektiği seziliyordu.
“Yenilgi durumunda sızlanmamak” - bu tam da Lenin’in çalışmalarında, etrafında tümüyle bağlı ve kendi gücüne güvenen bir orduyu bir araya getirmesinde ona yardım eden özelliktir.
Kibirlilik yok
1907 yılında Londra’da yapılan bir sonraki kongrede galipler Bolşeviklerdi. Lenin’i ilk kez o zaman galip olarak gördüm. Zafer, bazı önderlerin başına vurur, onları burnu büyük ve kibirli yapar. Onlar, böylesi durumlarda zaferi kutlamaya başlar ve yan gelip yatarlar. Ama Lenin bu önderlere hiç benzemiyordu. Tersine, zaferden sonra özellikle uyanık ve dikkatli oldu. Lenin’in o zaman şunu delegelere nasıl üzerine basa basa açıkladığını hatırlıyorum: “Birincisi, zafer sarhoşu olmamak ve kibirli olmamak gerekir; ikincisi, zaferi kalıcılaştırmak gerekir; üçüncüsü, düşman yokedilmelidir, çünkü o sadece yenilmiştir, yokedilmiş olmaktan çok uzaktır.” “Artık menşeviklerin işi bitti” diye dikkatsizce güvence veren delegeleri dokunaklı bir alaya boğdu. Menşeviklerin işçi hareketi içinde hala kökleri olduğunu, onlara karşı savaşımın ustalıkla yürütülmesi gerektiğini ve bu yapılırken kendi gücünü abartmaktan ve düşmanın gücünü küçümsemekten kesinlikle kaçınmak gerektiğini kanıtlamak onun için kolay birşeydi.
“Zaferle birlikte kibirli olmamak”- bu, Lenin’in karakterinde, ona düşmanın güçlerini soğukkanlı bir biçimde tartmada ve Partiyi olası sürprizlerden korumada yardımcı olan özelliği idi.
İlkelere bağılık
Parti önderleri, parti çoğunluğunun düşüncesine saygı göstermek zorundadır. Çoğunluk, önderin hesaba katması gereken bir güçtür. Lenin bunu diğer Parti önderlerinden daha kötü anlamadı. Ama Lenin, hiçbir dönem çoğunluğun tutsağı olmadı; özellikle, bu çoğunluk ilkesel bir temelden yoksunsa! Partimizin tarihinde, çoğunluğun düşüncesinin ya da Partinin anlık çıkarlarının, proletaryanın temel çıkarları ile çelişkiye düştüğü anlar oldu. Böylesi durumlarda Lenin, sakınca görmeksizin, kararlılıkla, ilkelere bağlılıktan yana çıktı ve Parti çoğunluğuna karşı geldi. Dahası, böyle durumlarda, -kendisinin sık sık söylediği gibi-“ilkelere bağlı politikanın tek doğru politika olduğundan” hareket ederek, kelimenin gerçek anlamında tek başına herkese karşı mücadele etmekten çekinmedi.
Bu bakımdan aşağıdaki iki olguözellikle karakteristiktir:
Birinci olgu: Partinin karşı-devrim tarafından yenildiği, dağılmayla yüzyüze bulunduğu 1909-1911 dönemi. Bu dönem, Partiye inançsızlık dönemi; sadece aydınların değil, yer yer işçilerin de Partiden kitle halinde kaçtıkları bir dönem, yasadışılığın reddedildiği dönem, tasfiyecilik ve dağılma dönemiydi. Yalnızca Menşeviklerde değil, aynı zamanda Bolşeviklerde de o dönem, büyük ölçüde işçi hareketinden kopmuş bir dizi fraksiyon ve akım vardı. Yasadışı örgütü tümüyle tasfiye etme ve işçileri yasal ve liberal bir Stolipin partisinde örgütleme düşüncesinin tam da bu dönemde ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu genel salgına yakalanmayan, Parti bayrağını yüksekte tutan, Partinin dağınık ve darbe yemiş güçlerini şaşılası bir sabırla ve eşi görülmemiş bir direngenlikle toplayan, işçi hareketi içindeki bütün ve hertürden Parti düşmanı akıma karşı savaşım yürüten, Parti düşüncesini eşi görülmez bir cesaret ve dayanıklılıkla savunan, o zaman bir tek Lenin’di.
Parti düşüncesi uğruna bu çatışmadan daha sonra Lenin’in galip çıktığı bilinmektedir.
İkinci olgu:1914-1917 dönemi, bütün, yada hemen hemen bütün sosyal-demokrat ve sosyalist partilerin genel yurtseverlik salgınına kapıldıkları ve kendi ülkelerinin emperyalizminin hizmetine girdikleri, emperyalist savaş kasırgası dönemi. Bu II. Enternasyonal’in sermaye önünde bayrakları indirdiği, bizzat Plehanov, Kautsky, Guesde vs. gibi kişilerin bile şövenist dalgaya, direnmedikleri dönemdi. Sosyal-şövenizme ve sosyal-pasifizme karşı kararlı savaşımı başlatan, Guesde ve Kautsky’nin ihanetini ortaya seren ve ikiyüzlü “devrimci”lerin yüzeyselliğini damgalayan yalnızca, ya da hemen hemen yalnızca Lenin’di. Lenin, ardında önemsiz bir azınlığın olduğunun bilincindeydi. Ama bu onun için tayin edici önemde değildi. Çünkü o, geleceğin ona ait olduğu tek doğru politikanın tutarlı enternasyonalizm politikası olduğunu, ilkelere bağlı politikanın tek doğru politika olduğunu biliyordu.
Yeni Enternasyonal uğruna olan bu çatışmadan da Lenin’in galip çıktığı bilinmektedir.
“İlkelere bağlı politika, tek doğru politikadır”- bu formülle Lenin, “ele geçirilemez” kaleleri bir bir fethetti ve proletaryanın en iyi öğelerini devrimci Marksizme kazandı.
Kitlelere inanma
Halkların tarihini bilen, devrimlerin tarihini baştan sona incelemiş olan kuramcılar ve parti önderleri, bazen kötü bir hastalığa yakalanmaktadırlar. Bu hastalık, kitlelerden korku, kitlelerin yaratıcı yeteneklerine inançsızlıktır. Bu zemin üzerinde, gerçi devrimlerin tarihçesi hakkında bilgileri olmayan, ama eskiyi yıkmak ve yeniyi kurmak yeteneğinde olan kitlelere karşı önderlerde belli bir aristokratizm doğar. Kendiliğinden unsurun zincirinden kurtulabileceği ve “çok tahribat yapabileceği” korkusu; kitlelere, kitaplara göre öğretmeye çalışan, ama onlardan öğrenme isteği olmayan akıl hocalığı rolünü oynama isteği- bunlar, bu tür aristokratizmin temelidir.
Lenin, böylesi önderlerin tam karşıtıydı. Proletaryanın yaratıcı gücüne ve proleter sınıf içgüdüsünün devrimci amaca uygunluğuna Lenin kadar inanan bir devrimci daha tanımıyorum. “Devrimin kaosu”nun ve “kitlelerin keyfi eylemlerinin azgınlığı”nın kendini beğenmiş eleştirmenlerini Lenin kadar amansız ve sert eleştiren başka bir devrimci tanımıyorum; Lenin’in, bir konuşma sırasında, bir yoldaşın “devrimden sonra normal düzenin tekrar kurulması gerektiği” yollu bir açıklaması üzerine nasıl alaycı bir şekilde yanıt verdiğini anımsıyorum: “Devrimci olmak isteyen insanların, tarihteki en normal düzenin devrim düzeni olduğunu unutmaları kötüdür.”
Lenin’in, kitlelere tepeden bakan ve onları kitaplara göre eğitmeye çalışanların tümüne değer vermemesi bundandır. Bundan dolayıdır Lenin’in yorulmaksızın yaptığı uyarı: Kitlelerden öğrenme, onların davranışlarının içyüzünü kavrama, kitlelerin savaşımının pratik deneylerini özenle inceleme.
Kitlelerin yaratıcı gücüne inanma- işte faaliyetinde Lenin’e, kendiliğinden unsurun davranışını kavrama ve onu proleter devrimin yoluna sokma olanağını veren tam da onun bu özelliğidir.
Devrim dehası
Lenin devrim için doğmuştu. O, gerçekten devrimci patlamaların dehası ve devrimci önderliğin en büyük ustasıydı. O kendisini hiçbir dönemde, devrimci sarsıntılar çağında olduğu kadar özgür ve sevinçli hissetmezdi. Bununla Lenin’in, her devrimci sarsıntıyı aynı derecede sevinçle karşıladığını ya da onun her koşul altında ve daima devrimci patlamalardan yana olduğunu söylemek istemiyorum. Asla. Bununla yalnızca, Lenin’in dahiyane keskin görüşlülüğünün hiçbir zaman, devrimci patlamalar döneminde olduğu denli tam ve açık bir şekilde kendisini açığa vurmadığını söylemek istiyorum. Devrimin dönüm noktası günlerinde, adeta açıldı, kahin oldu, sınıfların hareketini ve devrimin olası zikzak yollarını kestirdi, onları tümüyle berrak bir şekilde önünde gördü. Parti çevremizde boşu boşuna, “İlyiç, devrimin dalgalarında sudaki balık gibi yüzmeyi biliyor” denmemektedir.
Lenin’in taktik sloganlarının “şaşılası” berraklığı ve devrimci planlarının “başdöndürücü” ataklığı buradan gelmektedir.
Lenin’in bu özelliğini niteleyen iki özellikle karakteristik olguyu anımsıyorum:
Birinci olgu: Cephe gerisindeki ve cephedeki bunalımın önüne kattığı milyonlarca işçi, köylü ve askerin barış ve özgürlük istediği; generallerin ve burjuvazinin, “sonuna dek savaş”ın çıkarları doğrultusunda askeri bir diktatörlük hazırladıkları; tüm sözümona “kamuoyu”nun, bütün sözümona “sosyalist partiler”in Bolşeviklere karşı çıktıkları ve onlara “Alman casusları” diye küfrettikleri; Kerenski’nin Bolşevik Partisini yasadışılığa zorladığı ve bunu belli ölçüde de başardığı; Avusturya-Alman koalisyonunun hala güçlü ve disiplinli ordularının bizim yorgun ve dağılan ordumuzla karşı karşıya kaldığı ve Batı Avrupalı “sosyalistler”in “tam zafere kadar savaş”ın çıkarları doğrultusunda kendi hükümetleri ile blok yapmayı önceden olduğu gibi muntazaman sürdürdükleri Ekim Devrimi öncesi dönem...
Bu anda ayaklanmayı geliştirmek ne demektir? Böylesi bir durumda ayaklanmaya girişmek, herşeyi tehlikeye atmak demektir. Ama Lenin rizikodan çekinmedi, çünkü biliyordu ve uzak görüşlülüğüyle görmüştü ki, ayaklanma kaçınılmazdır, ayaklanma zafere ulaşacaktır, Rusya’daki ayaklanma emperyalist savaşa son verecektir, Rusya’daki ayaklanma Batının bezgin kitlelerini canlandıracaktır, Rusya’daki ayaklanma emperyalist savaşı iç savaşa çevirecektir, ayaklanma Sovyet Cumhuriyetini doğuracaktır ve Sovyet Cumhuriyeti tüm dünyadaki devrime bir üs olarak hizmet edecektir.
Lenin’in bu devrimci öngörüsünün eşi görülmemiş bir doğrulukla yerine geldiği bilinmektedir.
İkinci olgu: Halk Komiserleri Konseyi’nin isyan eden bir generali, baş-komutan Duhonin’i, savaşı durdurma ve Almanlarla ateşkes görüşmelerine girmeye zorladığı Ekim Devrimi’nden sonraki ilk günler. Bizim -Lenin, Krilenko (sonradan başkomutan oldu) ve ben- nasıl Petrograd’daki genel karargaha hareket ettiğimizi ve Duhonin’le doğrudan hat üzerinden nasıl pazarlık ettiğimizi anımsıyorum. Zor bir dakikaydı. Duhonin ve genel karargah, Halk Komiserleri Konseyi’nin buyruğunu yerine getirmeyi kategorik olarak reddediyorlardı. Ordunun kumanda heyeti tümüyle genel karargahın elinde bulunuyordu. Askerlere gelince, Sovyet iktidarına karşı eğilimli ordu örgütleri denilen örgütlere bağlı ondört milyonluk ordunun ne söyleyeceği bilinmiyordu. Petrograd’ın içinde ise, bilindiği gibi, harp okulu öğrencilerinin ayaklanması olgunlaşıyordu. Ayrıca, Kerenski birliklerine Petrograd üzerine doğru yürüyordu. Aygıtın başında belli bir aradan sonra, Lenin’in yüzünün alışılmamış bir şekilde nasıl parladığını anımsıyorum. Artık bir karara vardığı belli oluyordu. “Telsiz istasyonuna gidelim”, dedi Lenin, “onun bize iyi bir hizmeti dokunacak: Özel bir emirle, General Duhonin’i görevinden alacağız. Onun yerine Krilenko yoldaşı başkomutan atayacak ve kumandanlar heyetini aşarak, askerlere, generalleri tutuklama, savaşı durdurma, Avusturyalı ve Alman askerlerle ilişkiye geçme ve barış davasını kendi ellerine alma çağrısı yapacağız.”
Bu, “bilinmeyene bir atlayış” idi. Ama Lenin bu “atlayış”tan korkmadı, tam tersine ona doğru gitti. Çünkü o, ordunun barış istediğini ve barışın yolunun üstündeki tüm engelleri süpürüp atarak barışı elde edeceğini biliyordu; çünkü o, böylesi bir barış yapmanın, Avusturyalı ve Alman askerler arasında etkisiz kalmayacağını ve istisnasız bütün cephelerde barışa olan güçlü arzuyu alevlendireceğini biliyordu.
Lenin’in bu devrimci öngörüsünün de aynı şekilde bir doğrulukla yerine geldiği bilinmektedir.
Dahice keskin görüşlülük, yaklaşan olayların iç yüzünü hızla kavrama ve anlamını çıkarma yeteneği- bu Lenin’in, devrimci hareketin dönüm noktalarında hareketin doğru stratejisini ve berrak çizgisini saptamasında ona yardımcı olan özelliğidir.
(Kremlin kursiyerlerinin anma gecesinde konuşma, 28 Ocak 1924)
“Pravda” No. 34, 12 Şubat 1924.
J.V. Stalin, Eserler, Cilt 6, İnter Yayınları, sayfa 62-72.