“Daha önce TKİP Merkezi Yayın Organı EKİM’de Sosyalist Ekim Devrimi’nin 100. yılı vesilesiyle yayınlanan baş yazıyı büyük devrimin 107. yılında okurlarımıza sunuyoruz.”
“20. yüzyıl çok sayıda devrime sahne oldu; denilebilir ki yüzyılımız bir devrimler yüzyılı oldu. On yıllar boyunca halk devrimleri ve milli kurtuluş devrimleri birbirini izledi. Fakat Ekim Devrimi bu devrimler zincirinden herhangi biri olmadığı gibi, onlardan herhangi biriyle de kıyaslanamaz bir özel konuma ve niteliğe sahip bir devrimdir. Ekim Devrimi yalnızca tüm öteki devrimlerin önünü açmakla kalmayan, onların tümünü kapsayan ve aşan bir anlama, öneme ve kapsama sahip olmak yönünden de çağımızda apayrı bir yere sahiptir. O teorik ve pratik yönden hala da aşılamayan muazzam bir evrensel tarih olayıdır. O yalnızca proleter devrimler çağını açmakla kalmadı, bugün önümüzde hala da tarihin kaydettiği en ileri proleter devrim örneği olarak durmaya devam etmektedir. Yüzyılın ilk muzaffer devrimi olduğu halde, sonradan onu peş peşe bir dizi başka halk devrimi izlemiş olduğu halde, bugün gücü ve etkisi bakımından tüm ötekilerle kıyaslanamaz bir yere ve canlılığa sahip olmasının gerisinde bu özel, bu kendine özgü tarihsel konum vardır.”
(Büyük Devrimin Aynasında Parti Davası, Kasım 1997)
John Reed’in ünlü ve çok değerli kitabı, adının da vurgulu bir biçimde ifade ettiği gibi, Ekim Devrimi’nin ilk günlerini anlatır. Kitap devrimi önceleyen günlerin genel havasını vermekle başlar ve 7 Kasım’dan yaklaşık iki hafta sonra toplanan Köylü Kongresi’nin sonuçlarıyla sona erer. Bu kongre, işçi sınıfı ve emekçi köylü ittifakını kurumlaştırmış, böylece Sovyet iktidarının meşruiyetini ve gücünü yeni bir düzeyde pekiştirmişti. Bu nedenle 7 Kasım’ı izleyen sarsıcı günlere ayrılmış bir anlatım için gerçekten isabetli bir bitiş noktasıdır.
Öte yandan, muzaffer sosyalist devrimin, Şubat devrimiyle birlikte aylardır devrimci çalkantılar içinde kaynayan Rusya’yı, daha ilk günden itibaren bir baştan bir başa sarstığı kesin olmakla birlikte, bu aşamada dünyada bir sarsıntıdan sözetmek henüz olanaklı değildir. O günün iletişim koşullarında, hele de sürmekte olan emperyalist savaşın ayrılmaz öğesi olan ağır militarist sansür altında, dünyanın geriye kalanının o ilk günlerde Rusya’da neler olup bittiğini anlaması için daha fazla zamana ihtiyaç vardı. Hiç değilse emekçiler ve ezilenler dünyası için bu kesin olarak böyleydi.
Fakat John Reed’in kitabına başlık olarak seçtiği tanımlama yine de tarihsel açıdan tümüyle doğru ve aynı ölçüde anlamlıdır. Kendisi de bunun tam olarak bilincinde olduğu içindir ki kitabına 1 Ocak 1919’da yazdığı önsözde, aradan geçen bir yılın ardından Ekim Devrimi’nden hala da bir “serüven” olarak söz etmenin moda olduğunu hatırlatır ve şöyle devam eder: “Evet, bu bir serüvendir ve insanlığın bugüne kadar giriştiği serüvenlerin en görkemlisidir; bu, geniş ve basit istekleriyle her şeyi sarsan emekçi yığınların tarihe geçen bir serüvenidir.”
Bu sözler, büyük devrimin tarihsel özü ve anlamının vurgulu bir dile getirilişidir. Ekim Devrimi, 7 Kasım’ı izleyen ilk günlerin somut dünyasında belki henüz değil, fakat dünya tarihinin genel akışında büyük bir sarsıntı ve sıçrama yaratan muazzam bir olaydı. 7 Kasım sabahından başlayarak bu ilk günlerde, ilk “on gün”de yapılanlara bu açıdan kısaca bir göz atalım.
O günün dünyasında en demokratik biçimi içindeki burjuva cumhuriyeti, Geçici Hükümet şahsında burjuvazinin sınıf egemenliğini temsil ediyordu ve emekçi kitlelerin acil taleplerini hiçe sayarak emperyalist savaşı sürdürmenin bir aracıydı. Ekim Devrimi, bu cumhuriyeti tüm temel kurumlarıyla yıkıp bir kenara atarak, böylece burjuva sınıf egemenliğine son vermiş oldu. Yerini işçi sınıfı önderliğinde birleşmiş silahlı emekçilerin tümüyle yeni tipte iktidarı olan Sovyetler, bu iktidar yapısı içinde cisimleşmiş sosyalist işçi-emekçi cumhuriyeti aldı. Bu, çok sınırlı ve aynı ölçüde kısa süreli Paris Komünü deneyimi sayılmazsa, dünya tarihinde tümüyle yeni bir durumdu. Bu, işçi sınıfının önderlik ettiği ezilen ve sömürülen yığınların, tarihte ilk kez olarak egemen güç olarak örgütlenmesi, böylece kendi kaderlerine egemen olmasıydı.
Ekim Devrimi’nin zaferiyle ortaya çıkan bu tümüyle yeni tipte iktidarın tarihsel anlamını ve önemini muzaffer devrimin liderinden, Lenin’den dinleyelim:
“Sovyetler iktidarı nedir? Ülkelerin çoğunda henüz anlaşılmak istenmeyen ya da anlaşılamayan bu yeni iktidar nasıl bir özellik taşımaktadır? Bütün ülkelerin işçilerini gitgide kendine çeken şey, eskiden şu ya da bu biçimde zenginler ya da kapitalistler tarafından yönetilen devletin, bugün ilk kez olarak ve geniş ölçüde, kapitalizmin baskı altında tuttuğu sınıflar tarafından yönetilmesidir. Hatta en demokratik, hatta en özgür cumhuriyetlerde bile devlet, sermaye egemenliği sürdükçe, toprak özel mülk olarak kaldıkça, her zaman onda-dokuzu kapitalistlerden ya da zenginlerden oluşan küçük bir azınlık tarafından yönetilir. Dünyada ilk kez olarak devlet iktidarı bizde, Rusya’da, yığın örgütleri olan Sovyetler, sömürücüler dışarda bırakılarak, yalnızca işçilerin, yalnızca emekçi köylülerin oluşturacakları biçimde kuruldu ve tüm devlet iktidarı, işte bu Sovyetlere devredildi.”
Bu muazzam tarihsel adımın kendisi başlı başına o günün dünyasını temellerinden sarsacak nitelikteydi. Ama bunun yalnızca bir ilk adım olduğunu, kendisini izleyecek tüm öteki adımların ise ancak bununla olanaklı hale gelebildiğini biliyoruz. Tarihte ilk kez olarak ortaya çıkan bu yeni tipte sınıf iktidarı, Sovyetlerde ifadesini bulan sosyalist işçi-emekçi cumhuriyeti, sosyalizmin kuruluşunun bir ilk büyük adımı ve olmazsa olmaz koşulu idi.
İkinci adım, devrilmiş bulunan sömürücü sınıfların mülksüzleştirilmesiydi. Kurulu devlet düzeninin alaşağı edilmesine, onun bekçiliğini yaptığı mülkiyet düzeninin tasfiyesi eşlik edecekti. Fabrikalar ve işletmeler derhal işçilerin denetimine verildi, kuşkusuz çok geçmeden tümüyle kamulaştırılmak üzere. Bankalara ve hisse senetli şirketlere el konuldu, tüm iç ve dış devlet borçlar geçersiz sayıldı. Toprakta özel mülkiyet kaldırılarak tüm topraklar millileştirildi. Büyük toprak sahiplerinin, kilise ve manastırların elindeki topraklara, üzerlerindeki her türden canlı ve cansız demirbaşlarla birlikte, tazminatsız olarak el konuldu ve her yöredeki köylü Sovyetlerinin denetimine verildi. Bu, toprak köleliğinin köklü bir tasfiyesi, özgürlüğe ve toprağa susamış milyonlarca köylünün en temel talebinin bir hamle de yerine getirilmesiydi.
Sömürücü sınıfların devlet ve mülkiyet düzenine daha ilk adımda vurulan bu darbeleri, aynı anda uluslararası politikadaki adımlar izledi. Devrimin ilk günü toplanan II. Tüm Rusya Sovyetler Kongresi’nde benimsenen Barış Kararnamesi, gizli antlaşmaları geçersiz ilan etti, gizli diplomasiye son verdi. Üç yılı aşkın süredir dünyanın yeniden paylaşılması uğruna sürdürülen emperyalist kıyım savaşının derhal tazminatsız ve ilhaksız olarak sona erdirilmesi için hükümetlere, onların omuzları üzerinden gerçekte halklara çağrıda bulundu. Ve en önemlisi, ilhaklara ve yabancı hakimiyetine karşı tutumunu hiç de savaş döneminde gerçeklemiş olanlarla ya da Avrupa’yla sınırlamadı; zamandan bağımsız ve dünya ölçüsünde, zayıf ve güçsüz tüm ulusların, kendi istem ve tercihlerine rağmen yabancı hakimiyeti altında tutulması genel sorununa, dolayısıyla sömürgeler sorununa bağlayarak, 20. yüzyılın üçte ikisini kaplayan ulusal kurtuluş mücadeleleri fırtınasının işaret fişeğini ateşledi.
Uluslararası alandaki bu devrimci enternasyonalist politikanın ülke içindeki yansıması ise, Rusya bünyesindeki tüm ezilen ulusların ve milliyetlerin temel hak ve özgürlüklerinin tanınması oldu. Devrimi izleyen hafta içinde yayınlanan “Rusya’daki Ulusal-Toplulukların Hakları Bildirgesi”, ezilen ulusların ve azınlık milliyetlerin hak ve özgürlükleri sorununu, anlamlı bir tutumla, özetlemiş bulunduğumuz devrimci programın bütünlüğü üzerinden ortaya koymaktaydı. O güne dek atılan öteki adımları sıralayan Bildirge, ardından şu sözlerle devam ediyordu: “Şimdi geriye yalnızca, Rusya’nın, baskıdan ve zulümden çok çeken ve hala da çekmekte olan ulusal-toplulukları kalmıştır. Onların da özgürlüğü derhal gerçekleştirilmeli, bozulamaz bir biçimde ve kesinlikle sağlanmalıdır.”
Daha ilk adımda atılan, denebilir ki ilk “on gün”e sığdırılan bu adımlar bütünü bir arada bize, Ekim Devrimi’nin dünya tarihinde yarattığı büyük devrimci sarsıntı ve sıçramanın açıklamasını vermektedir. Bütün büyük devrimlerin evrensel bir yönü vardır. Bu nedenledir ki etkileri gerçekleştikleri toplumların ötesinde de yankılanır. Ama Ekim Devrimi insanlık tarihinde bu açıdan benzersiz bir yere sahiptir.
1640 İngiliz Devrimi dünya tarihinin kilometre taşlarından biridir. İngiltere’de önünü açtığı toplumsal gelişmeler bu ülkeyi hızla kenarda kalmış bir ada devleti olmaktan çıkardı ve ardından onun birinci emperyalist dünya savaşına kadar sürecek yüzyıllık dünya hakimiyetini hazırladı. Fakat gerçekleştiği dönemde yarattığı sarsıntı İngiltere’nin ötesinde, denebilir ki yalnızca Avrupa’nın kraliyet saraylarında yankılanabildi. Bunun da asıl nedeni, devrimin fırtınalı akışı içinde ve devrime etkin bir biçimde katılan alt sınıfların özel basıncı altında, İngiltere tacının o günkü taşıyıcısı kralın kellesinin vurulması ve krallığın yerini kısa bir süreliğine cumhuriyete bırakmasıydı. Kralların yönetme hakkının ilahi bir kaynağa dayandırıldığı ve kralın tanrının yeryüzündeki temsilcisi sayıldığı bir çağda, İngiliz Devrimi’nin bu cüretli girişiminin Avrupa’nın kraliyet saraylarında yarattığı dehşeti tahmin etmek güç değildir. Ama hepsi bu!
Bu sarsıntının bizzat İngiliz toplumunun kendi bünyesinde bile çok geçmeden atlatıldığını, bu olaydan yalnızca bir on yıl kadar sonra burjuva devriminin yarattığı yeni koşullara uyarlanmış biçimiyle de olsa krallığın yeniden restore edildiğini biliyoruz. Üstelik devrime önderlik eden burjuvazi ile onun devirdiği soylular sınıfının ittifakı sayesinde. İkisini bu gerici restorasyonda birleştiren ise, devrimin yarattığı büyük çalkantılar içinde emekçi sınıfların kazandığı özel inisiyatif, böylece ileri sürdükleri eşitlikçi düşünce ve taleplerdi.
1789 Büyük Fransız Devrimi’nin kendi sınırlarının ötesinde yarattığı sarsıntı kuşkusuz kıyas kabul etmez ölçüde çok daha büyük oldu. Fransız Devrimi kralların ilahi yönetme hakkına en öldürücü darbeyi vurarak tüm sarayları dehşete düşürmekle kalmadı, her türden feodal ayrıcalığı kaldırarak ve feodal toprak mülkiyetini tasfiye ederek, Avrupa’nın feodal soylu sınıflarını da büyük korkulara boğdu. Bu düzeyde bir radikalizmi, İngiliz Devrimi’nde olduğu gibi, bir kez daha emekçi sınıfların devrime etkin ve geniş çaplı katılımına, bunun sağladığı büyük devrimci itilime borçluydu. Ama yaptığı işlerin Fransa’nın sınırları ötesinde büyük yankılara neden olmasının gerisinde temelde İngiliz Devrimi’ni neredeyse yüz elli yıl arayla izlemiş olması gerçeği vardı.
Bu, batıda kapitalist gelişmenin ve dolayısıyla burjuva uluslaşmanın maddi koşullar yönünden hayli mesafe kat ettiği bir çağdı. 1789 Fransız Devrimi, bu gelişmeye uygun düşen ve önünü yeni bir düzeyde açmayı kolaylaştıran düşünce ve ideallerin kaynağıydı. Yarattığı büyük sarsıntıyı ve burjuva gelişme sürecindeki toplumlar için tükenmeyen bir ilham kaynağı olmasını asıl olarak buna borçluydu. Fakat hiç de çağlar boyunca ezilmiş ve sömürülmüş emekçiler dünyası için değil, fakat yalnızca o çağda gelişmekte olan burjuva dünyası için, kendi ulusal pazarı üzerinde ve ulus devlet biçimi içinde kendi yeni sınıf egemenliğini kurmak peşindeki ulusal burjuvaziler için bir etki ve ilham kaynağıydı. Kuşkusuz Fransız Devrimi köylülüğü feodal boyunduruktan kurtarmış ve toprağa kavuşturmuştu. Ama hemen ardından, çok daha acımasız ve yıkıcı olan sermaye boyunduruğu ve sömürüsü ile baş başa bırakmak üzere. Elbette “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!” cazibeli bir slogandı. Ama önünü açtığı burjuvazinin sınıf egemenliği koşullarında gerçek anlamını ve sınırlarını görmek de çok sürmedi. Bizzat devrimin kendi ülkesinde ve yalnızca elli yıl sonra, işçi sınıfı Fransız Devrimi’nin üç renkli bayrağına karşı “toplumsal cumhuriyet”in kızıl bayrağını yükseltti.
Oysa Ekim Devrimi’nin, insanlık tarihinde tümüyle yeni bir çağ açan, dünya ölçüsünde ezilenlerin ve sömürülenlerin bilincinde, yüreğinde ve en önemlisi de eylemlerinde yankılanan etki ve sarsıntısı, temelden ve tümüyle farklıydı. Ekim, Ekim Devrimi’nin 70. Yılını konu alan değerlendirmesinde bu köklü ve temelli farklılığa ilişkin olarak şunları söylemişti: “Ekim Devrimi insanlık tarihinde yeni bir sayfaydı. Paris işçilerinin kısa ömürlü Komün deneyi dışında tutulursa, kendinden önceki tüm devrimlerden temelden farklıydı. O güne kadar insanlığı ilerleten her devrim, bir sömürü biçimi yerine bir başka sömürü biçimini, bir mülkiyet biçimi yerine bir başka mülkiyet biçimini koymayı amaç edinmiş, sömürücüler değişmiş fakat sömürü devam etmiş, mülk sahibi sınıflar değişmiş, özel mülkiyet sürmüştü. Oysa Sosyalist Ekim Devrimi, sömürüyü ve mülkiyeti kaldırmayı hedefleyen bir devrimdi; bunu ilke ve amaç edinen bir devrimler dönemini, proletarya devrimleri dönemini başlatmıştı.” (Buz Kırılmış, Yol Açılmıştır, Kasım 1987)
Ekim Devrimi, ezen ve sömüren sınıflar dünyasını kaygı ve korkulara boğarken, ezilen ve sömürülenler dünyasının kurtuluş umutlarını görülmemiş ölçülerde büyütmüş, onlara kurtuluş yolunu somut olarak göstermiş, bunu açtığı çığır içinde somutlayıp bir gerçeklik haline getirmiş, muazzam önemde ve kapsamda bir tarihsel olayıdır. O etki ve sonuçları bakımından tartışmasız olarak 20. yüzyılın en temel gerçeğidir. Yüzyılın son çeyreğine kadar dünyada olup biten temel önemde tüm olay ya da gelişmelerde onun dolaysız ya da dolaylı ama kesin olarak etkisi ve yankısı vardır.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin açtığı yeni çağın 1970’li yılların sonuna kadar dünya ölçüsünde büyük sarsıntılarla süren fırtınalı sürecini burada en özet bir biçimde sunmak bile kolay değildir. Aslında bu gerekli de değildir. Onun yükselttiği bayrak altında, yaptığı çağrılar üzerinden ve açtığı yoldan tam altmış yıl boyunca, dünyanın dört bir yanında yüz milyonlarca işçinin ve emekçinin, ezilen ve sömürülen insan yığınlarının, umut ve heyecanla, coşku ve cesaretle, büyük bir mücadele ve fedakarlık ruhuyla yürüdüğünü, dövüşüp savaştığını biliyoruz. İsyanlara ve ayaklanmalara giriştiklerini, zafere ulaşan ya da başarısızlığa uğrayan devrimlere yöneldiklerini biliyoruz.
Birinci emperyalist paylaşım savaşının ardından tüm Avrupa’yı boydan boya saran devrimci çalkantılar dolaysız olarak Ekim Devrimi’nin yarattığı sarsıntının ürünüydüler. Ellerde onun bayrakları, dillerde onun şiarları vardı. Amaç ve hedefler kadar, yol ve yöntemler de ondan alınma, hiç değilse ondan etkilenme ya da esinlenme idi. Dünyanın dört bir yanında ortaya çıkan ve onyıllar boyunca kendi toplumlarında etkin bir sınıf savaşı yürüten komünist partileri Ekim Devrimi’nin en dolaysız meyveleriydi. Doğu’daki büyük ulusal uyanışlarda, Büyük Çin Halk Devrimi’nden Küba Devrimi’ne tüm halk devrimlerinde, zafere yürüyen ulusal kurtuluş mücadelelerinde ve klasik sömürgeciliğin çatırdamasında, tüm bunların gerisinde dolaysız olarak hep Ekim Devrimi’nin ruhu ve gücü vardı. Tüm bu büyük tarihi olaylar onun açtığı devrimci çığır içinde, gösterdiği yolda ve yarattığı olanaklar üzerinden gerçekleşiyordu.
Tüm ‘30’lu yıllar Avrupa’da, bir toplumsal-siyasal istikrarsızlık ve devrimci çalkantılar dönemiydi. Ve bunun bir yanında Ekim Devrimi’nin dolaysız ürünü güçler vardı. Faşizmin kendisi Ekim Devrimi’nin yolunu açtığı toplumsal devrim sürecine burjuva gericiliğinin bir yanıtıydı. Tarihte görülmemiş türden bir barbarlığı temsil eden faşizme karşı destansı mücadeleyi de Ekim Devrimi’ni temsil eden güçler yürüttüler. Tüm insanlığı yıkımla tehdit eden bu barbarlığın tarihe gömülmesinde en büyük ve belirleyici rolü, Sovyetler Birliği ile birlikte çeşitli ülkelerin komünistleri oynadılar.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi inşasına ve bunun kendinden öte tüm ezilenler ve sömürülenler dünyası için yarattığı kazanımlara henüz hiç değinmiş değiliz. Bu ve sonradan onu izleyen sosyalist inşa deneyimleri, son tahlilde tarihsel güçlüklere yenilerek, sonuçta başarısızlığa uğramış bulunuyorlar. Ama bu onların tarihsel haklılığını, taşıdığı derin anlamı ve insanlık tarihi içinde yarattığı silinemez izleri öyle kolayca silemez. Sosyal eşitliği, sosyal adaleti, kardeşliği, dayanışmayı, genel toplumsal çıkar uğruna fedakarlığı modern insanlık tam da Sovyet deneyimi sayesinde tanıdı. Onun ürünlerinden yalnızca doğrudan Sovyetler Birliği’nin işçi sınıfı ve emekçileri değil, fakat daha dolaylı biçimler içinde on yıllar boyunca batılı işçi sınıfı ve emekçiler de yararlandılar. Kamusal zenginliklerin tüm topluma ait olması, bunun sağladığı imkanlarla parasız eğitim, parasız sağlık, parasız ya da son derece ucuz konut, parasız ya da son derece ucuz ulaşım, tam istihdam ve dolayısıyla güvenceli iş, kültürel ve sanatsal ürünlerin sıradan kitlelere sunulması vb., vb., tüm bunlar Sovyetler Birliği’nde emekçilerin en temel, en dokunulmaz kazanımlarıydı. Bürokratik bozulmanın son evrelerine kadar da bu kazanımlara dokunmak kolay değildi.
Tam da bu kazanımların gerçekliği ve batıda bundan esinlenen devrimci işçi hareketinin mücadeleleri sayesindedir ki, batılı burjuvazi kendi emekçilerine bir dizi alanda sosyal tavizler vermek zorunda kalmış ve bunu da “sosyal devlet” olarak yutturmaya kalkmıştı. Oysa Ekim Devrimi’nin yüzyılın üçüncü çeyreğini de kapsayan fırtınası diner dinmez batılı burjuvazi bu kazanımlara çullanmaya başladı. Fırtına ‘70’li yılların sonunda dindi ve hemen ‘80’li yılların başında batılı burjuvazi tam da kendi işçi sınıfına ve emekçilerine yönelik büyük neo-liberal saldırısını başlattı. ‘90’lı yıllara dönülürken bu kez Doğu Bloku çöktü ve Sovyetler Birliği dağıldı. Yani Ekim Devrimi’nin biçimsel izleri de silinmiş oldu. Bunun hemen arkası ise küreselleşme adı altında batılı işçi sınıfı ve emekçilerin iktisadi ve sosyal kazanımlarına yeni düzeyde bir saldırı oldu. Öteki her şey bir yana, kendi başına işsizlik ve dolayısıyla işini kaybetme korkusu, bugün batılı bir işçi için en büyük kabustur. Bu kabusa düşmemek için elindeki tüm öteki kazanımların parça parça gaspına çoğu durumda uysalca boyun eğmektedir.
İşte bu ve benzer olgular, Ekim Devrimi’nin açtığı çığıra tüm ülkelerin işçi sınıfı ve emekçilerinin neler borçlu olduğunu göstermeye yeter. Gerek zamanında çeşitli türden sosyal kazanımların elde edilmesinde ve gerekse aynı kazanımların sonradan bu denli kolay yitirilmesinde, dünya ölçüsündeki sınıflar mücadelesinin dolaysız rolü bugün her zamankinden çok daha kolay anlaşılabilir.
“Dünya ölçüsünde sosyalizm güçlü ve prestijli bir akım iken, devrimci sınıf mücadeleleri dünyanın dört bir yanında çeşitli biçimleriyle sürüyorken, bunun önemli yansımalarından biri olarak ön saflarını komünistlerin tuttuğu uluslararası devrimci işçi hareketi güçlü ve örgütleyken, metropol ülkelerin emperyalist burjuvazisi kendi ülkesindeki işçilerin sınırlı mücadelelerini bile onları tatmin edecek ve yatıştıracak, böylece sisteme bağlayacak tavizlerle karşılama yoluna gidebilmiş, gitmek zorunda kalmıştı. Savaşı izleyen birkaç on yılın kapitalist büyüme dönemi (ve bu dönemin keynesyen ekonomik politikaları) bunu ayrıca kolaylaştırmış olsa bile, kurumlaşan ve ‘sosyal devlet’ olarak devrim ve sosyalizme karşı bir savunma siperi haline getirilen iktisadi ve sosyal reformların gerisinde, temelde bu, yani dünya devrim sürecinin dolaysız basıncı vardı. Bağımlı ülkelerde yaygın biçimde gericilik, beyaz terör ve faşist diktatörlük rejimleri ile karşılanan bu basınç, metropol ülkelerde iktisadi-sosyal tavizler/reformlarla çelişkilerin yumuşatılması, böylece emekçilerin yatıştırılması yoluyla göğüslenmişti.
“Buradan bakıldığında, işçi sınıfı ve emekçilerin metropol ülkelerdeki kazanımları, dar anlamda her bir ülkenin kendi işçi ve emekçilerinin verdikleri ulusal mücadelelerin ürünü olmaktan çok, büyük ölçüde dünya ölçüsündeki devrimci sürecin yan ürünleriydiler. Buna elbette her bir ülkenin kendi içindeki sınıf mücadeleleri de dahildi, ama tayin edici çerçeve uluslararası çapta, yani dünya ölçüsünde oluşmaktaydı. Dolayısıyla burada sözkonusu olan, devrim-reform diyalektiğinin uluslararası düzlemdeki işleyişi ve sonuçları idi. Sosyalizme yönelen toplumlardan ve etkili sosyal ve siyasal mücadelelere sahne olan bağımlı ülkelerden gelen basınç, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının örgütlü basıncı ile de birleşince, sosyal tavizler vermek ve giderek bunu bir politika (‘sosyal devlet’) olarak da benimsemek, hele de kapitalist genişleme konjonktürü bunu kolaylaştırıyorsa, batılı burjuvazi için tutulabilecek en uygun yol olmuştu.” (‘Sosyal devlet’in ve sosyal barışın sonu, Ekim, Sayı: 241, Mart 2005).
Bütün bunları bizim kadar, belki de bizden çok, burjuva gericilik dünyası da biliyor. Onun Ekim Devrimi’ne bitmeyen kin ve nefretinin, ona yönelik her türden karalama ve değerden düşürme çabasının gerisinde tam da bu var. Hiç değilse 1950’li yıllara kadar Ekim Devrimi’nin yarattığı korkuyu kesin olarak iliklerinde duyan, ‘70’li yılların ortasına kadar bu büyük korkunun ağırlığı altında hala da ezilen gericilik dünyası, ancak ‘80’li yıllardan itibaren soluklanmaya, giderek rahatlamaya ve ‘90’lı yıllara girilirken yeniden belirli bir özgüven kazanmaya başlamıştır.
Ama tarihsel açıdan bu geçici olmaya mahkumdur. Kapitalist sistem beklenmedik gelişmelere yol açarak dünyamızı telafisi imkansız felaketlere sürüklemezse eğer, gelecek kesin olarak Ekim Devrimi’ne aittir, “Gelecek mutlak sosyalizm” olacaktır!
***
Partimiz Ekim Devrimi’nin 80. yılını izleyen yıl içinde kuruldu ve programında 20. yüzyıl sosyalizm deneyimine teorik bir bölüm ayırmanın yanı sıra, programın “Giriş” bölümünü de geride kalan yüzyılın en özet bir bilançosu üzerinden geleceğe bakışına ayırdı. Buna ilişkin pasajları, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin 100. Yıl’ında geçmişten geleceğe bakışımızın en özlü bir anlatımı olarak aşağıya alıyoruz:
“Emperyalist kapitalizm, ulaştığı gelişme düzeyinden, şiddetlendirdiği çelişmelerden ve yaşadığı çürümeden dolayı, sosyalist devrimin arifesi oldu. Üretici güçlerin uluslararasılaşması, üretimin ileri düzeyde toplumsallaşması ve muazzam servet birikimi, proletarya devrimi ve sosyalizm için koşulları dünya ölçüsünde olgunlaştırdı. Çağı belirleyen kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişmenin çözümü tarihin gündemine girdi. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferi, proletarya devrimleri çağını, dünya ölçüsünde kapitalizmden sosyalizme geçiş çağını başlattı. Bu yeni çağ, 20. yüzyılın büyük bölümünü kaplayan devrimler zinciri ve sosyalizmin inşası süreçlerinde açık ifadesini buldu.
“Emperyalizm çağında üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkilerine başkaldırısı, 20. yüzyılın başından itibaren açık bir olgudur. İnsanlığı iki kez toplu yıkıma götüren emperyalist savaşlar, sayısız gerici bölgesel savaşlar, faşist barbarlık, tüm yıkıcı sonuçlarıyla ‘büyük bunalım’lar, sert sınıf mücadeleleri, iç savaşlar ve devrimlerden oluşan yüzyıllık bilanço, kapitalist dünya sisteminin onulmaz çelişkiler içinde debelendiğini, tarihsel bir sistem olarak bir genel bunalım aşamasına girdiğini kanıtlamıştır.
“20. yüzyıl sosyalizminin zamanla yaşadığı yozlaşma ve yıkım, bu kanıtlamanın değerini hiçbir biçimde azaltmaz. Sorunlar ve çelişkiler, dolayısıyla devrimi ve sosyalizme yönelimi üreten maddi zemin, bunun taşıyıcısı olan toplumsal güçlerle birlikte, yerli yerinde duruyor.
“Günümüz dünyasında proletarya devrimi ve sosyalizm için nesnel koşullar her zamankinden daha çok olgunlaşmıştır. Dünya devriminin yeni dalgası, gerek maddi koşullar ve gerekse tarihsel deneyim bakımından, çok daha ileri bir noktadan işe başlayacak ve bu kez nihai zafer için koşullar her bakımdan daha uygun olacaktır.”
EKİM