(17 Aralık 2011 tarihinde verilmiş bir konferansın elden geçirilmiş kayıtlarıdır... / Ekim, Sayı: 280, Mart 2012)
20 yıl önce 20 yıl sonra
EKİM’in siyasal mücadele sahnesine çıktığı tarih, dünya ölçüsünde büyük bir gericilik döneminin de başlangıç evresi idi. EKİM çıkışını 1987 Ekimi’nde duyurdu. Bu aynı yılın bu aynı günlerinde, Gorbaçov, Ekim Devrimi’nin 70. yılı vesilesiyle, gerici yankılar yaratan o ünlü konuşmasını yaptı. Bunu, iki yıl gibi kısa bir zaman aralığı ile, önce Doğu Bloku’ndaki genel yıkılışı, sonra da Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve dağılması izledi. Yıkılış dünya ölçüsünde büyük bir gericilik atmosferinin de ateşleyicisi oldu. Olayların bu biçimde seyrettiği 1991 yılının hemen başında ise, EKİM I. Genel Konferansı toplandı. Bu da bize 20. yüzyıl tarihi üzerine bir genel değerlendirme yapmak olanağı verdi.
Sözkonusu evrede dünya gericiliğinin temel ideolojik argümanlarından biri, “tarihin sonu”nun geldiği üzerine idi. Bu, ekonomide kapitalist piyasa düzeninin ve siyasette burjuva demokrasisinin ebediliğinin ilanı anlamına geliyordu. Sözkonusu olan Hegel’den esinlenme bir felsefi argümandı. Piyasa ekonomisinin ve burjuva demokrasinin ebediliği bir olguysa, bunların alternatifi artık gerçekten yoksa ve aşılmaları gerçekten olanaksızca, sonuçta insanlık ebediyen bu toplumsal-siyasal formlara mahkumsa, bu durumda elbette tarihin sonu da gelmiş demekti. Öyle ya, bu böyleydiyse eğer, insan toplumu tüm gelişme sınırlarına varmış, dolayısıyla da tarih bitmişti. Gerici burjuva ideologlarının felsefi manadaki iddiası işte tamı tamına buydu.
EKİM I. Genel Konferansı işte bu gürültülü gericilik propagandası ortamında, tüm dünyaya hakim bu ağır gericilik atmosferinde, 1991 yılının Ocak ayında toplandı. Ve bu gerici gürültüye karşı geride kalmakta olan yüzyıl üzerine temel önemde bir değerlendirme ortaya koydu. Bu değerlendirme yayınlarımızda birçok kez belli bölümleri üzerinden yeniden yeniden yayınlandı. Tam metnine ise birden fazla kitap içinde yer verildi. Son olarak “Bugünün Dünyası: Süreçler ve Eğilimler” üst başlığı ve “Bunalımlar, Savaşlar ve Devrimler Yüzyılı” ana başlığıyla, Dünya Ortadoğu ve Türkiye kitabına ilk metin olarak konuldu. Değerlendirmenin ana başlığı, 20. yüzyılı tanımlıyor ve doğal olarak metnin de esas içeriğini özetliyor.
Bu metni gerek yayınlandığı dönem ve gerekse içeriği yönünden her zaman önemsedim ve vesile çıktıkça da öne çıkardım. Kapitalizmin son ikiyüz yıllık tarihi üzerinden sorunlara bakan, kapitalizmin temel çelişmelerini, bunların farklı tarihi evrelerdeki etki ve sonuçlarını ele alan ve nihayet o günün sorunlarına bağlanan değerlendirmenin sonunda çok kısa ve özlü bir bitiş paragrafı var: “Sonuç olarak; burjuva ideologlarının büyük spekülasyonlara konu ettiği 1989, tarihin değil, yalnızca bir dönemin sonunu işaretliyor. İnsanlık yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönem, yeni bir devrimler dönemi olarak tarihe geçecektir; nesnel olgular buna işaret ediyor, belirtiler bunu gösteriyor.” (H. Fırat, Dünya Ortadoğu ve Türkiye, Eksen Yayıncılık, s.46)
Bu, 1991 yılı başında yapılmış bir değerlendirmedir. Doğu Bloku’nun çöktüğü, Sovyetler Birliğiðnin dağılmakta olduğu, burjuva gericiliğinin doruğuna çıktığı bir döneme aittir. O günden bugüne aradan tam yirmi yıl geçti. Ve bugün hayli farklı bir atmosfer var, artık çok farklı temalar, çok farklı tartışmalarla karşı karşıyayız. Tarihin bittiği, kapitalizmin ebediliği iddiaları bugün artık yalnızca alaylara konu oluyor. Bugün kapitalizmin ebediliği değil fakat akıbeti tartışılıyor.
ABD’de, bu sosyal barış ülkesinde, sınıf mücadelesinin genellikle geri olduğu, kötürüm kaldığı bu ülkede, sıradan insanlar, sıradan bir bilinçle kendiliğinden bir araya geliyor ve kapitalizmin ifade uygunsa Kabe’sine, yani Wall Street’e işaret ediyorlar, Wall Street’i işgal etme eylemleri gerçekleştiriyorlar. Servet-sefalet kutuplaşmasına dikkat çekiyorlar ve bundan mali sermayeyi sorumlu tutuyorlar. Bunu sıradan, henüz kurulu düzen bilincini hiçbir biçimde aşamamış insanlar yapıyorlar. Burada devrimci ölçülerle herhangi bir önderlik yok, bir program yok, bir yön yok, dolayısıyla öncü devrimci bir parti yok. Bu insanların bilinci çok çok sınırlı ve aynı ölçüde tartışmalı. Devrimci olmadıkları gibi kapitalizme cepheden savaş açmış da değiller, tam tersine, bu bugünkü haliyle henüz sistem sınırları içinde bir olay. Ama yine de bu insanlar dosdoğru işaret edilmesi gereken yere işaret ediyor, bankaları, borsaları, şirketleri, yani kapitalizmin temel iktisadi kuruluşlarını suçluyorlar. Wall Street üzerinden sosyo-ekonomik düzenin Kabe’sine işaret ediyorlar. Ve bu, yineliyorum, sistemin kalbinde, ABD’de, sosyal barışı ve sosyal durgunluğu ile ünlü bir ülkede oluyor. Bunun önemini ve anlamını yerli yerine oturtabilmek için, bu olaya yirmi yıl öncesinin atmosferi üzerinden bakabilmek gerekir.
Bunun benzerini, meydanları işgal ederek, yine sıradan insanlar, geçen ilkbahar-yaz aylarında İspanya’da yaptılar. Orada da sözkonusu olan, örgütsüz, devrimci bilinçten yoksun, programı, yönü olmayan ama çekilmez hale gelen sistemin kendiliğinden harekete geçirdiği insan topluluklarıydı.
Bunlar sanıldığından da önemli gelişmelerdir. Bazıları sistemi aşan bir bilinç ve örgütlenmeden yoksun oldukları için bu eylemleri küçümsüyorlar, bense tam tersine, tam da bundan dolayı fazlasıyla önemsiyorum. Bu önemli ölçüde genç insan gruplarını devrimci partiler harekete geçirmiş olsalardı, olup biten son derece anlaşılır olurdu. Oysa yaşananlar tümüyle kendiliğinden, devrimci önderlik boşluğuna rağmen ve salt gelişmelerin itkisiyle, çekilmez hale gelen sorunların basıncıyla gerçekleşen olaylardır.
Kapitalizmin onulmaz çelişkileri kaçınılmaz bir biçimde kitleleri kendiliğinden hareketlendiriyor, sisteme karşı harekete geçiriyor. İnsanlar, bir tarafta toplumun yüzde biri, öte tarafta yüzde 99’u var diyorlar ve bununla, korkunç boyutlardaki sosyal kutuplaşmadan söz etmiş oluyorlar. Yüzde birin yüzde 99’a hükmettiğini söylemiş oluyorlar. Bunu sıradan insanlar söylüyorlar, bunu devrimci gelenekleri son derece zayıf, genellikle sosyal barışın egemen olduğu, işçi sınıfının tarihsel olarak sermaye tarafından binbir biçimde denetim altında tutulabildiği bir ülkenin emekçileri söylüyorlar. Aynı şeyler İspanya’da, İtalya’da, Yunanistan’da, dünyanın bir dizi başka ülkesinde söyleniyor.
Bütün bunlar üzerinde, olup bitenlerin anlamı ve önemi üzerinde, Tunus-Mısır isyanları vesilesiyle, sosyal nedenlere dayalı bu sarsıcı halk ayaklanmalarını ele alırken, enine boyuna durduk. Bütün bunlar, kapitalizmin ebediliği iddiasından, tarihin bittiğine dair o gerici ve şarlatanca hülyalardan, piyasa düzeninin sıradan emekçi tarafından bile sorgulanmakta olduğu bir aşamaya geldiğimizi göstermektedir.
Üstelik bu, salt piyasa düzeni yönünden değil, fakat gerçekte burjuva demokrasisi yönünden de böyledir. İspanya’da genç emekçiler meydanları işgal ederlerken, “gerçek demokrasi istiyoruz!” diyorlardı. Bu, burjuva demokrasisinin sahteliğinin açık bir ilanı demektir. Burjuva demokrasisi, sözümona temel hak ve özgürlüklere dayanan, emekçilere böyle sunulan, böyle olduğu kabul ettirilen demokrasi! Ama meydanları işgal eden genç İspanyol emekçileri, “gerçek demokrasi” istiyoruz diyorlar. Demek ki mevcut olanı sahte sayıyorlar. Bir yandan hükümeti, politikacıları ve parlamentoyu, öte yandan bankaları suçluyorlar.
Bu, kapitalist ekonominin kalbi ile burjuva politikasının temel meşruiyet organlarının birarada sorgulanması ve suçlanmasıdır. Hiç kuşkusuz sıradan, henüz kendiliğinden bir bilincin sınırları içinde. Temel önemdeki sorunlar sıradan emekçinin bilincinde yansımasını bugün için ancak böyle bulabiliyor. Fakat bu bugün için az şey değildir. Ve bunun önemini “gerçek demokrasi istiyoruz” istemiyle birlikte değerlendirmek gerekir. Normal olarak kurumlarıyla, kurallarıyla kendi çapında bir burjuva demokrasisi, bugünün İspanya’sında var. Ama genç emekçiler onu sahte bir demokrasi olarak suçluyor, reddediyorlar ve “gerçek demokrasi” istiyorlar.
Gerçek demokrasi sosyalist demokrasidir, bunu bugün isteyenler henüz bunun bilincinde olmasalar da. Gerçek demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin biçimsel olmaktan çıktığı, ekonomik-sosyal bir içeriğe, böylece maddi bir temele kavuştuğu demokrasi demektir. Bu ise ancak proletarya devrimi ile olanaklı hale gelebilecek sosyalist demokrasi demektir.
Burjuva demokrasisi sahte bir demokrasidir. Onun tanıdığı tüm haklar biçimseldir, sunduğu eşitlik salt yasa önünde eşitliktir. Ekonomik ve sosyal eşitliğin olmadığı yerde, tüm haklar biçimsel olarak kalır, eşitlik yasa önünde eşitlikten öteye gidemez. Ekonomik gücü olan tanınan haklardan fiilen yararlanır, bundan yoksun olan içinse hakkın içi boşalır. Örneğin basın ve ifade özgürlüğünüz vardır, ama kitle iletişim araçlarından, basım evlerinden, kağıt stoklarından, dağıtım aygıtlarından yoksunsanız, gerçekte bu hakkı kullanamazsınız. Oysa milyonlarca, onmilyonlarca emekçinin kullanamadığı bu hakkı, bir avuç tekelci asalak, üstelik tüm topluma hükmedecek ve yön verecek biçimde, tepe tepe kullanır. Çünkü üretim araçları ve birikmiş zenginlikler onun elinde, özel mülk olarak onun tekelindedir. Üretim araçları ve birikmiş zenginlikler üzerindeki sermaye tekelinin temel hak ve özgürlükleri emekçiler için nasıl içi boş, biçimsel ve pratikte işlevsiz hale getirdiğinin bir örneğidir bu. Bu, tüm öteki temel hak ve özgürlükler bakımından da aynen böyledir.
Daha da önemli olanı ise şudur: Burjuvazi burjuva demokrasisine, gerçekte kendisinden söküp koparılarak alınmış demokratik hak ve özgürlüklere, sonuçta emekçiye iş ve dolayısıyla bir parça ekmek verebildiği sürece katlanır. İşi vermek eskisi kadar kolay değilse, dolayısıyla ekmeği vermek artık zora girmişse, burjuva demokrasisi bizzat burjuvazinin kendisi için sorunlu hale gelmiş, bir yüke, bir engele dönüşmüş demektir. Özel ve geçici tarihi durumları saymazsanız eğer, burjuva demokrasisi, bilinen yerleşmiş biçimiyle, işin özünde sosyal barışın siyasal biçiminden başka bir şey değildir. Sistem sosyal barışı koruyamadığı, emekçiyi sosyal açıdan bir parça tatmin edemediği, dolayısıyla da dizginleyemediği durumlarda, demokratik hak ve özgürlüklere de tahammül edemez hale gelir, burjuva demokrasisini bir yana itmenin yollarını arar.
1920’ler ve ‘30’lar Avrupa’sına bakınız; her yerde burjuva demokrasisine saldırı var, bizzat burjuvazinin kendisi tarafından. Faşizm, o günün Avrupa’sında, burjuvazinin, ekonomik ve sosyal bunalıma, bunların beslediği sosyal mücadeleye ve sosyal devrim tehlikesine karşı-devrimci bir yanıtıdır. Aynı şekilde, bunların hazırladığı savaşa da bir hazırlıktır. Şu veya bu ülkeye ilişkin özgün nedenler ne olursa olsun, temelde genel ve tüm ülkeler için ortak olan nedenler bunlardır. 1920’ler ve ‘30’lar Avrupa’sında ekonomik kriz ve bunun yolaçtığı büyük bir sosyal yıkım var. Bu koşullarda artık emekçiye bir parça ekmek ve iş vermek eskisi kadar kolay olmaktan çıkmış, bu da emekçiyi harekete geçirmiştir. Onu dizginlemek, bunun için de burjuva demokratik hak ve özgürlükleri bir tarafa itmek, açık teröre dayalı bir devlet biçimine geçmek gerekir. Faşizm işte bu ihtiyacın ürünüdür. Artık burjuva demokrasisiyle işleri götüremeyen burjuvazi çıkışı ve çözümü faşizmde görmüştür.
Nitekim bugünün kapitalizmi de, sorunlar ağırlaştıkça ve bunun beslediği sosyal hoşnutsuzluk kendini bir biçimde dışarı vurdukça, adım adım polis devletine yöneliyor. Kurumsal ve yasal düzeyde buna yönelik hummalı bir hazırlık var. Burjuva demokrasisinin klasik ülkeleri durumundaki bir dizi Avrupa ülkesi ile sistemin hegemon gücü ABD’de yaşanıyor bu. Bu bugün için uygulamada belki henüz fazlaca farkedilemiyor. Zira sosyal hoşnutsuzluk kendini henüz geniş çaplı eylemlilikler olarak ortaya koyabilmiş değil. Ama olayların bu düzeye ulaştığı bir aşamada, sözde demokrat Avrupa burjuvazisinin faşist baskı ve terör rejimine geçişte benzersiz olduğunu, 20. yüzyıl tarihi bize tüm açıklığı ile gösteriyor. Bugün İngiltere’deki yoksulluk isyanlarına karşı İngiliz polisinin ve yargısının nasıl davrandığını da görüyoruz. Hollanda’da barışçı 1 Mayıs göstericilerine karşı polis köpeklerinin nasıl kullanıldığını, insanların kafalarının nasıl parçalandığını da izliyoruz. Ki bunlar henüz önemsiz sayılabilecek ilk işaretlerdir.
(...)
Genel tarihsel çağ ve alt tarihsel dönemler
Genel tarihsel çağ ile özel bir tarihsel dönemi birbirine karıştırmamak gerekir. İlki, tarihsel çağ, tarihsel gelişim sürecinde temel bir aşamayı, ikincisiyse, aynı çağın kendi iç evrelerini, iç gelişim aşamalarını, şu veya bu dönemini anlatır. Burjuva devrimleri çağı ya da emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı derken, genel bir tarihsel gelişim aşamasını dile getirmiş oluyoruz. Kendi içinde sayısız iç evreden geçen, çok sayıda farklı dönem içeren bir genel gelişim aşamasını... Geçen yüzyılın başından beri emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı içindeyiz. Oysa bu aynı çağ boyunca bir dizi alt tarihi evreden, farklı farklı tarihi dönemlerden geçtik. 20. yüzyılın bütün bir seyrine baktığımızda bunu kolayca görebiliriz.
19. yüzyılın sonuna denk gelen kapitalizmin tekelci aşması, yeni bir çağı, emperyalizm çağını başlattı. Bu aynı zamanda kapitalizmin temel çelişkilerinin olgunlaştığı, böylece toplumsal devrimin tarihin gündemine girdiği bir tarihsel aşamaydı. Kapitalizm emperyalizm aşamasında, insanlığın gelişmesinin önünde aşılması gereken bir engeldi artık. 20. yüzyılın bütün bir bilançosu bunu bize tüm açıklığı ile göstermektedir.
Lenin emperyalizm çağının başlıca çelişkilerini açıklıkla tahlil etti ve tanımladı. Bunlar, kapitalist metropollerde emek-sermaye çelişkisi, dünya genelinde emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişki ve sistemin kendi içinde emperyalistler arası çelişkilerdi. Bu çelişkilerin gerçekliğini, seyrini ve sonuçlarını bir kez daha bütün bir 20. yüzyıl tarihi üzerinden biliyoruz.
Emek-sermaye çelişkisi üzerinden özellikle de Avrupa’da geniş çaplı ve sert sınıf mücadeleleri yaşandı. Sosyalist Ekim Devrimi’nin yarattığı çağ açıcı sarsıntının etkisi altında bu mücadeleler yer yer toplumsal devrimlere de yol açtı, bunlar sonuçta yenilgiye uğrasalar da. Bu mücadeleler, bu büyük devrimci sosyal çalkantılar içinde güçlü bir devrimci işçi hareketinin geliştiğini, bunun ortaya güçlü komünist partileri çıkardığını biliyoruz. Bu olgular kapitalist metropollerde emek-sermaye çelişkisinin kendini ortaya koyuşunun somut tarihsel ifadesi oldular. Bugünün dünyasına emperyalist metropoller üzerinden baktığımızda gördüğümüz sosyal mücadeleler, bu çelişkinin girmekte olduğumuz yeni tarihi evredeki keskinleşmesinin ilk işaretlerinden başka bir şey değildir. Geçen yüzyılın başı üzerinden alırsak, aradan geçen yüzyıl içerisinde bu çelişkinin etki alanının alabildiğine genişlediğini de görürüz. Dünün bir dizi bağımlı ülkesinde bugün toplumsal ilişkilere hakim çelişki, emek-sermaye çelişkisidir. Çin’den Brezilya ve Meksika’ya, Türkiye’den Güney Kore ve Güney Afrika’ya kadar bu böyle.
Emperyalizm ile halklar arasındaki çelişki ise aynı yüzyıl içinde kendini bir yandan ulusal kurtuluş hareketleri, öte yandan halk devrimleri üzerinden ortaya koydu. 20. yüzyıl büyük bir bölümüyle sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ezilen halklarının emperyalizme karşı başkaldırısına sahne oldu. Bu mücadelelerin bir bölümü güçlü toplumsal boyutlar kazandı ve başarılı halk devrimleri halini aldı. Büyük Çin Halk Devrimi bunun en görkemli örneklerinden biri oldu. Başarılı bir devrime varmasalar da dünyanın hemen tüm bağımlı ülkeleri geniş çaplı devrimci halk hareketlerine, kitle mücadelelerine ve gerilla savaşlarına sahne oldu. Emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki temel çelişkinin ürünü mücadelelerin öteki bir bölümü, ulusal kurtuluş devrimleri sınırlarında kaldılar ve siyasal bağımsızlığın şu veya bu düzeyde elde edilmesiyle sonuçlandılar. Toplamında bu mücadelelerin baskısı altında sistem önemli sarsıntılar geçirdi, sonuçta klasik sömürgecilik çöktü ve tasfiye oldu. Mazlum halkların tarihsel gelişiminde önemli adımlar olan tüm bu sonuçlara rağmen, emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişki, kuşkusuz yeni zeminler ve muhtevalar kazanarak, yerli yerinde duruyor. Dün emperyalizm ile feodalizmin boyunduruğu altındaki bu halklar, bugün emperyalizm ile kendi burjuvazilerinin ortaklaşa sürdürdüğü ağır bir kapitalist sömürü ile dizginsiz bir siyasal gericiliğin çarkları arasında yine eziliyor, yine sömürülüyorlar.
Üçüncü temel çelişkiye, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiye gelince. Bunun iki büyük dünya savaşına, 1914’de birinci emperyalist dünya savaşına, 1939’da ikinci emperyalist dünya savaşına yol açtığını biliyoruz. 20. yüzyıl iki büyük savaş üzerinden, aradaki bölgesel çatışmalar, yani emperyalistler arası çatışmanın dolaylı biçimleri bir yana, iki büyük genelleşmiş savaş üzerinden emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiyi de kanıtlamış bulunmaktadır. Şimdi ise bu açıdan yeni bir evrede, yeni bir sürecin içindeyiz. Bir dizi olgu emperyalistler arası yeni kutuplaşmalara, yeni gerginliklere işaret ediyor. Emperyalist militarizm ve onun ayrılmaz boyutu silahlanma yarışı bugüne kadar görülmemiş boyutlarda bir tırmanma içerisinde. Savaş bütçelerinin tarihin hiçbir döneminde görülmemiş boyutlara ulaştığını görüyoruz. Bunlar çağın başlıca çelişkilerinden olan emperyalistler arası çelişkinin de yerli yerinde durduğunu gösteriyor.
20. yüzyıla giriş, emperyalizm çağına girişti ve bu sosyal devrimler çağının da habercisiydi. Nitekim Ekim Devrimi ile birlikte insanlık proletarya devrimleri çığırını açtı. Böylece yeni çağ, emperyalizm ve proleter devrimler çağı halini aldı, böyle de anılır oldu. Halen de bu aynı çağın içindeyiz. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, proletaryanın, kendi yoksul müttefiklerini de yanına alarak burjuvaziyi devirebileceğini ve yeni bir toplumsal düzeni kurma eylemine girişebileceğini tarihsel olarak kanıtlamış bulunuyor. Sonraki sonuçları ne olursa olsun, bu tarihsel olarak gerçekleşmiş, dolayısıyla kanıtlanmış temel önemde bir olgudur. Kaldı ki yüzyılın ilk yarısı üzerinden Ekim Devrimi bunun tek örneği de değildir. Almanya’da ve Macaristan’da ayakta kalmayı başaramasalar da yaşanmış devrimleri biliyoruz. Almanya’da, Fransa’da, İtalya’da proletaryanın komünist partileri önderliğindeki güçlü devrimci mücadelelerini biliyoruz. Bunların başarısı, muzaffer bir devrimle sonuçlanması, proletarya devriminin zaferi anlamına gelecekti ve insanlığın kaderi temelden değişmiş olacaktı.
Ayrıca Ekim Devrimi’nin açtığı çığırın bir yandan tüm mazlumlar dünyasını hareketlendirdiğini, öte yandan onları kendi ekseninde topladığını da biliyoruz. 20. yüzyılın tüm büyük mücadelelerinin Ekim Devrimi’nin açtığı çığırda geliştiğini, onun ilkelerinden ve ideolojisinden şu veya bu ölçüde esinlendiğini de biliyoruz. Bütün bunlar çağın yalnızca emperyalizm çağı değil, aynı zamanda proletarya devrimleri çağı olduğunun kanıtlarıdır. Bu teorik ve tarihsel yönden mantıksaldır da. Zira Lenin’in saptadığı gibi, kapitalizmin tekelci aşaması, emperyalizm, sosyal devrimin de arifesidir.
Yüzyılın başında kapitalizm dünya ölçüsünde bu kadar gelişkin değildi. Bugünün dünyasında kapitalist ilişkiler yüzyılın başıyla kıyaslanamayacak ölçüde genişlemiş ve derinleşmiştir. İnsanlığın beşte biri demek olan Çin, yüzyılın başında ve ortasında, feodalizme ve emperyalizme karşı ulusal demokratik devrim mücadelesine sahne olan yarı-sömürge, yarı-feodal bir toplumdu. Bugün aynı Çin artık gelişmiş bir sanayi toplumudur. Bugün Çin’de nesnel toplumsal ilişkiler yönünden artık proletarya devrimi gündemdedir. Daha önce de sözünü ettim, aynı şey bir dizi başka ülke için geçerlidir. Türkiye için, Brezilya için, Güney Kore için, Güney Afrika için, Meksika için, Arjantin için, bir dizi başka kapitalist ülkesi için geçerli. Oysa bu, yüzyılın başında yalnızca bir avuç gelişmiş emperyalist ülke için geçerliydi. Bugün dünya ölçüsünde çok daha geniş bir coğrafyada emek-sermaye çelişkisinin toplumun temel çelişkisi haline geldiğini, dolayısıyla bu çelişkinin çözümünü proletarya devriminde bulabileceğini biliyoruz. (...)
Özellikle TKİP III. Kongresi’nden beri partimizin söyleminde öne çıkan bir “yeni tarihsel dönem” vurgusu var. Bir dizi parti değerlendirmesinde, insanlık yeni bir tarihsel döneme girmekte, tarihsel ölçülerle alındığında girmiş de bulunmaktadır, denilmektedir. Daha önce de altını çizdim; genel tarihsel çağ ile bu çağın içindeki şu veya bu alt tarihsel dönemi birbirine karıştırmamak gerekir. Tarihsel çağa ilişkin açıklamaları bunun için yaptım. Çağ, halen de 20. yüzyıl ile birlikte girmiş bulunduğumuz o aynı çağ. Birinci emperyalist dünya savaşı, ardından Ekim Devrimi ve büyük devrimci çalkantılar dönemi, ardından büyük bunalım ve ‘30’lu yıllarda faşizmin yükselişi, sonra yeni bir dünya savaşı, Çin Devrimi’nin ardından yeni bir ivme kazanan ulusal kurtuluş mücadeleleri ve halk devrimleri fırtınası, vb. Tüm bunlar aynı çağın içinde alt tarihi evreler ya da dönemler oldular. Ama çağ aynı çağdı. ‘70’li yıllarda dünyada devrim dalgasının tepe yaptığı dönemde de, ‘80’li yıllarda dibe vurduğu ve bunun da Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da büyük yıkılışlarla birleştiği dönemde de çağ aynı çağdı.
Çağ hala da aynı çağ; bütün temel çelişkiler yerli yerinde duruyor, bunların bugün ortaya çıkardığı sosyal-siyasal sonuçlar geçen yüzyılın başına göre bazı önemli farklılıklar taşısa da. Temelde toplum aynı toplum, sistem aynı sistem. Aynı temel çelişmeler üzerinden işleyen bir tarihsel süreç var, farklı evrelerden geçerek de olsa. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönem bir evredir, dünya savaşının kendisi bir evredir. Ekim Devrimi ve savaş sonrası büyük devrimci çalkantılar bir evredir. O devrimci çalkantıların yatışması ve sistemin kendini yeniden güçlendirmeye yönelmesi, 1920’li yıllar, bir evredir. 1929 bunalımı ve onu izleyen ‘30’lu yıllar, sosyal buhran, faşizmin yükselişi ve dönemin sert sınıf mücadeleleri bir evredir. Arkası İkinci Dünya Savaşı’dır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir evredir. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve devrim mücadelelerinin dünya ölçüsünde hız kazandığı, metropollerde çelişkiler biraz yatışsa bile, dünyanın geriye kalanında halkların büyük bir hareketlenmesinin yaşandığı bir evredir. ‘80’li yıllar neo-liberalizm dönemi, gericilik evresidir. ‘90’lı yıllar yıkılış evresidir.
Özetle, aynı çağın içinde farklı dönemler, farklı alt evreler bunlar. Dolayısıyla, TKİP’nin bazı yazılara da başlığını veren “yeni tarihsel dönem” tanımlamasını da şu içine girmekte olduğumuz evre olarak anlamak gerekir. Yani insanlığın ya da modern tarihin o kesintisiz evriminin bugünkü yeni aşaması... Bu yeni aşamayı hazırlayan süreci, ki son 30-35 yılın çok yönlü toplam birikimleri var bunun temelinde, Tunus-Mısır vesilesiyle genişçe ortaya koyduk. Ð70’lerin ortasından alıp bugüne getirerek, bugünkü gelişmelerin hangi birikimler üzerinden yükseldiğini çok yönlü olarak irdeledik.
Sistemin çok yönlü bunalımı
Bu yeni tarihi döneme karakterini veren temel olgulardan ilki, çok yönlü bunalımlar gerçeğidir. Temelinde iktisadi bunalımın olduğu, ama bunun sosyal ve siyasal bunalımı mayalayıp beslediği, tümünün bir arada toplumsal yaşamın öteki alanlarındaki bunalımları beslediği bir evrenin içindeyiz. Ekonomik ve mali bunalım yeterince açık bir olgudur. Bizzat burjuvazinin temsilcileri, ani ağırlaşmalara da bağlı olarak yıllardır bunu, ekonomik bunalımı, bunun ağırlığını, kapsamını, derinliğini tartışıyorlar, bunu 1929 büyük bunalımı ile kıyaslıyorlar. Bu, ekonomik-mali bunalım olgusu, herkes için yeterince açık, bu konuda bir tartışma yok.
Bu temel üzerinde ağır bir sosyal bunalımın yaşandığı da bir başka olgusal gerçek. Bütün veriler, sistem bünyesinde bu denli bir sosyal kutuplaşmanın tarihin hiçbir döneminde yaşanmadığını gösteriyor. Sosyal kutuplaşma, servet-sefalet kutuplaşması, sınıflar arası sosyal uçurum denilen olgu, kapitalizmin tarihi boyunca hiç bu denli büyümemişti. Bu, 1960’lı yıllarda bire otuzdu. Bundan on sene önceki verilere göre, bire doksana çıkmıştı. Şimdi çok daha ağır olmalıdır. Çünkü son on yıl, özellikle de şu son dört-beş yıl, bunalımın yeni düzeyde ağırlaştığı bir dönem oldu. Bunun faturası düzenli olarak emekçilere ödetildiği ölçüde, sosyal kutuplaşma da ağırlaşıp derinleşti. Bugün örneğin İtalya’da ağır bir ekonomik kriz var ve bunun faturası bir kez daha emekçilere ödetiliyor. İtalya’nın bunalımdan çıkabilmesi adına, İtalyan işçi sınıfı ve emekçisi, bugünkünden daha ağır çalışma koşullarına ve daha geri bir yaşam düzeyine razı olmak zorunda. Kendilerine dayatılan bu demek istiyorum. Bugünün İtalya’sı otuz yıl öncesinin İtalya’sından kat kat daha zengin, ama buna rağmen otuz yıl önce emekçisine verdiğini bugün veremiyor. O zaman vermek zorunda kaldığını da bugün geri almak istiyor.
İşte bu, kapitalizmin onulmaz çelişkilerinin bir yansımasıdır. Bu, kapitalist piyasa düzeninin işleyiş mantığının bir sonucudur. Bu sistem, zengini daha çok zengin, fakiri daha çok fakirleştirerek işliyor. Sistemin mantığında, özsel yapısında bu var. Bir meta ne kadar ucuza maledilirse piyasada da o kadar çok rekabet etmek şansı bulabiliyor. Ucuza mal edebilmek için de, bunu üreteni daha ucuza çalıştırabilmek lazım, mantık bu. Piyasa kıyasıya bir rekabet demektir; rekabet ise maliyetleri sürekli ve sistemli bir biçimde düşürmeyi gerektirir. Öte yandan kuşkusuz teknolojik üstünlük demektir ama teknolojik üstünlük geçicidir, geride kalanlar tarafından çok geçmeden yakalanır ve buradan doğan ekstra karlar yitirilir. Bu nedenle üstünlük temelde metaları ucuza maletmekten geçiyor.
Pek çok malın Doğu Asya’da üretilmesinin nedeni de budur. Çünkü orada emek yok pahasına sömürülerek ürün en ucuza malediliyor. Ama bu da kapitalist metropollere büyüyen bir işsizlik sorunu olarak yansıyor. Tekeller üretimi en ucuza malettikleri yere taşıma yoluna gittikleri ölçüde, kapitalist metropollerde işsizlik oranı yükseliyor. Ürünü kapitalist metropollerde üretmek maliyeti yükseltiyor ve rekabet gücünü zayıflatıyor. Emperyalist metropoller için bunun tek sonucu işsizliğin büyümesi değil, yanı sıra düşük ücretler ve daha ağır çalışma koşulları oluyor. Kapitalist tekeller bunu ileri sürerek, metropol emekçisine daha düşük ücretler ve daha ağır çalışma koşulları dayatıyorlar, aksi durumda üretimi ücretlerin düşük olduğu ülkelere taşımakla tehdit ediyorlar. Böylece emekçiyi daha ucuza çalışmak, daha az sosyal hak ve güvenceye razı olmak zorunda bırakıyorlar.
Bu, kapitalizmin piyasa düzeninden, o çok övülen serbest rekabetten kaynaklanıyor. Bugünkü İtalya otuz sene önceki İtalya’dan kat kat daha zengindir. Ama işçisine ve emekçisine yeni düzeyde bir yoksulluğu dayatıyor. Bugünün dünyasında hiçbir tarihi dönemle kıyaslanamaz muazzam bir zenginlik birikimi var. Emek üretkenliği de alabildiğine artmış durumda. Ama üretim araçları ve zenginlik birikimi kapitalist mülkiyetin boğucu tekeli altında olduğu, bir avuç tekelci asalağın elinde toplandığı için, emekçi iş bulabilmeyi ve sınırlı bir sosyal güvenceyi bile nimet sayabiliyor. Bu, ulaşılan gelişmişlik aşamasındaki insanın en derin bir aşağılanmasıdır. Ama kapitalizm budur işte!
Bu ayrıntılara, yapısal ekonomik bunalımın doğurduğu sosyal sorunlardan, bunalımın sosyal boyutlarından sözederken girmiş oluyorum. Sosyal bunalım tıpkı onu besleyen ekonomik bunalım gibi günümüz dünyasının tartışmasız bir olgusudur. ABD’de sıradan insanları kendiliğinden borsaların ve bankaların karşısına çıkaran budur. Bu, artık en zengin emperyalist metropolleri bile kıskacına almış bulunan sosyal bunalımın en dolaysız bir göstergesidir. Size sayısız başka kanıt gösterebilirim. Çok daha ileri mücadele örneklerini öne çıkarabilirim. Örneğin Yunanistan’dan sözedebilirim. Ama bunu yapmıyorum, zira Yunanistan sınıf mücadelesi geleneğinin zaten güçlü olduğu, tarihsel olarak komünizmin nispeten etkin olduğu, örgütlü bir işçi hareketinin bulunduğu bir ülkedir. Bu nedenle ben kasten ABD’yi öne çıkarıyorum örnek olarak. Eğer bugünün olayları ABD’de bile sıradan insanları kendiliğinden harekete geçirebiliyorsa, bu kapitalist dünyada genelleşmiş sosyal bunalımın en dolaysız bir kanıtıdır, demek istiyorum.
Siyasal bunalıma geçiyorum. Buna kanıt mı istiyorsunuz, parlamento seçimlerindeki katılım oranlarına bakınız. İtalya’da ve Yunanistan’da parlamenter işleyişi bile boşa çıkaran teknokrat hükümetlere bakınız. İspanya’da sokağa çıkan emekçilerin, “gerçek demokrasi istiyoruz” deyip burjuva politikasının temsilcilerini, parlamentoyu, hükümetleri suçlamasına bakınız. İngiltere günler boyu sokakları dolduran, sisteme öfkelerini yakıp yıkarak gösteren gelecek konusunda ümitsiz gençliğe bakınız. Dikkat ediniz, bu örnekleri hep gelişmiş kapitalist ülkelerden, hep yerkürenin refah adalarından veriyorum. Çünkü dünyanın geriye kalanı her zaman ekonomik ve sosyal bunalımın, sosyal çatışmanın, baskı ve terörün, beyaz terörün, faşizmin acılarını yaşadı. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem sadece Kuzey Amerika ve Avrupa için bir sosyal refah, bir sosyal barış ve bir burjuva demokrasisi dönemiydi. Bugün buralardaki dengelerin de artık yıkılmaya başladığını anlatmaya çalışıyorum.
Avrupa Birliği Yunanlı emekçiye ne getirdi? Yunanistan otuz senedir Avrupa Birliği üyesi. Rakamlara bakılırsa kişi başına ulusal geliri otuz bin doları bulmuş görünüyordu. Ama bugün ülke iflasta, sıradan emekçinin sıradan kazanımları ise hedef tahtasında. Emeklilik yaşından ücret düzeyine, sosyal haklara, bir dizi başka kazanıma kadar... Avrupa Birliği Yunan emekçisine sadece iktisadi ve sosyal yıkım getirmiş bulunuyor. Üstüne üstlük Yunan devletini de iflas sürükleyerek. Emekçiler bu ülkede düne göre daha yoksul, daha mutsuz, daha umutsuz durumda ve gelecek konusunda günden güne derinleşen bir güvensizlik içinde. Avrupa Birliği projesi işte bu! Tam da bu aynı dönemde ama, Alman ve Fransız bankaları, genel olarak Alman ve Fransız tekelleri semirdikçe semirmiş. Aynı gerçeğin öteki yüzü ise bu.
Yine de bu onları da kurtaramıyor. 2008 krizi sonrası durumu nispeten iyi görünen Almanya’da şimdi büyüme durmuş durumda. Başka türlü de olamazdı. Avrupa’nın öteki bölgeleri çöktüğünde, Alman ekonomisi bundan etkilenmeden kalabilir mi? Almanya örneğin Yunanistan’da sistem işlediği sürece semirebiliyor. Yunanistan’da işler çığırından çıktığında, sistem tıkandığında ise bunun etkilerinden kendini kurtaramaz. Genel bir yapının birbirine sıkı sıkıya bağlı çarkları, dişlileri bunlar. Yunanistan’daki dişli kırıldığı zaman, bu doğrudan Almanya’yı da etkiler. Alman tekelleri ürettiklerini kime satacaklar? Alman bankaları o sermayeyi karlı bir biçimde kimlere borç verecekler? Kaldı ki Yunanistan’ın iflası denilen durum gerçekte nedir ki? Kurtarılan Yunanistan değil, fakat Alman ve Fransız bankalarıdır. Herkes Yunan devletini kurtarmaktan sözediyor da, Yunan devleti değil kurtarılan, bizzat Alman ve Fransız bankaları. Onlar ağır koşullarda krediyi vermişler, şimdi tahsil edemiyorlar, edemezlerse sorunlarla karşılaşacaklar, belki batacaklar, bu ülkelerdeki dengeler altüst olacak. Bu nedenledir ki Merkel ve Sarkozy, Yunanistan’ı kurtarmak adı altında gerçekte Alman ve Fransız bankalarını kurtarmakla meşgul. Ama bu tüm dünyaya Yunanistan’ın kurtarılması olarak sunuluyor. (…)
Sonuç olarak, sistemin çok yönlü bunalımı tartışma götürmez bir olgu olarak duruyor karşımızda. Ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik, kültürel, moral, dinsel ve nihayet çevresel bir bunalım bu. Çok yönlü, çok boyutlu bir bunalım var ve gelişmiş metropollerden bağımlı ülkelere bu tüm kapitalist dünyayı kapsıyor.
Yeni bir savaşlar dönemi
Kapitalist dünyanın çok yönlü bunalımını, yeni bir savaşlar dönemine giriş tamamlıyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte artık “ebedi barış” dönemi de gelmiş kabul ediliyordu. Ebedi sosyal barışla birlikte halklar arasında “ebedi barış”! Oysa bu aldatıcı söylemin yalnızca bir sene sonrasında Irak’a yönelik ilk emperyalist müdahale vardı. Emperyalizmin birinci Körfez Savaşı’ndan sözediyorum. Ardından 1998 yılında NATO’nun Yugoslavya’ya karşı savaşı geldi. Buna paralel olarak emperyalist batı, 50. yılını da vesile ederek, Prag Zirvesi’nde NATO’yu dünya polisi ilan etti. Bunları 2001’de Afganistan ve 2003’te Irak savaşları izledi. Yakın zamanda ise Libya’ya yönelik bir emperyalist savaşla yüzyüze kaldık, harekatı bizzat NATO yürüttü. Böylece Kosova ve Afganistan’dan sonra bu kez Libya örneği üzerinden NATO’nun, bu emperyalist savaş makinasının, yeni tarihi evredeki rolü yerli yerine oturmuş oldu. Şimdiyse gündemde Suriye’ye emperyalist müdahale var. Halen NATO’yu bundan alıkoyan, bu ülkenin son derece hassas konumu ve bunun emperyalist dünyanın iç ilişkilerine yansımasıdır.
Düşününüz, üç günde Libya’ya emperyalist müdahale kararı alınıyor. NATO’nun savaş aygıtı harekete geçiriliyor, birkaç ayda 20-25 bin hava saldırısı yapılıyor. Binlerce insan katlediliyor, Libya yerle bir ediliyor, böylece bu ülkeye el konuluyor. Gelinen yerde emperyalist müdahaleler ve savaşlar bu denli sıradanlaşmış, bu kadar olağanlaşmıştır, demek istiyorum.
Sorun fiili savaşlardan da ibaret değildir. Korkunç boyutlara ulaşan militarizm bu gelişmenin bir başka yönüdür. Silahlanma yarışı hiçbir zaman bugünkü devasa boyutlara ulaşmamıştı. Silahlanma bütçeleri hiçbir dönem bugünkü oranlara varmamıştı. Zıvanadan çıkmış bir silahlanma yarışı var günümüz dünyasında. Bütün büyük emperyalist ülkeler savaş aygıtlarını sistemli biçimde güçlendiriyorlar. Bu bir rastlantı değil; pazarlar, hammadde kaynakları, nüfuz alanları üzerine hummalı emperyalist rekabetin bir yansıması.
Ekonomik bunalım, artı sosyal ve siyasal bunalım, birarada sistemde yapısal tıkanıklıklar demektir. Kapitalist düzende ve emperyalist sistemde bu türden tıkanmalar, emperyalist savaşlarla aşılır. Bunalımlara her zaman militarizm ve silahlanma yarışı eşlik eder. Çelişkilerin yoğunlaşması ve keskinleşmesinin emperyalistler arası ilişkilere bir yansımasıdır bu. Pazarlar daralıyor, hammadde kaynaklarının önemi artırıyor ve bunlar üzerine sert bir rekabet başlıyor. Bu da savaş gücünü artırmayı, savaş aygıtlarını güçlendirmeyi gerektiriyor.
Libya savaşı, Libya petrolüne emperyalist bir askeri müdahale ile el konulmasıdır ve bunun başta Çin olmak üzere öteki emperyalist devletler için sonuçları vardır. Farklı yollarla gerçekleştirilen Sudan’a müdahale ve bu ülkenin bölünmesi, bunun bir başka örneğidir. Emperyalist bir savaşla Irak’a el koyduğunuzda ve petrolünü denetiminize aldığınızda, böylece Avrupa’yı, yanısıra Japonya’yı bir de buradan denetimi altına almış oluyorsunuz. Irak’ı kontrol etmek, daha genel planda petrol bölgesi Körfezi kontrol etmek, Avrupa’ya, Japonya’ya akan petrolü kontrol etmek demektir. Bu, ABD’nin Avrupa’ya ve Japonya’ya karşı aldığı ek bir önlemdir. Benzer türden önlemler bir biçimde Çin’e ve Rusya’ya karşı alınıyor. Bu, gündemdeki Suriye müdahalesi üzerinden özellikle öne çıkıyor.
Düşününüz Türkiye gibi bir ülkenin egemenleri artık savaşı, emperyalistler hesabına askeri müdahaleyi tartışıyor. Yüksek Askeri Şura toplanıyor, Genelkurmay tarafından yapılan açıklamada Türk ordusunun savaş kapasitesi gözden geçirilmiştir deniliyor. ABD kuklası haline gelmiş AKP hükümetinin sözcüleri Suriye’ye müdahalenin borazanlığını yapıyor. Bunlar, Amerikan işbirlikçilerinin tutum ve tercihlerine kadar yansıyan tüm bu militarist çığırtkanlıklar, üzerinde durduğumuz temadan ayrı değil. Emperyalist savaşlar günümüzün sıradan olguları haline gelmiştir artık.
Sonuç olarak militarizmin ve savaşların insanlığın gündemine girdiği bir dönemin içindeyiz. Bir emperyalist ve gerici savaşlar dönemine girmiş bulunuyoruz. 1970’lerin ortasında ABD emperyalizminin Vietnam’dan kovulmasından sonra emperyalist müdahale ve savaşlar bir parça geri plana düşmüştü. 1991’de Irak, sonra 1998’de Yugoslavya savaşıyla birlikte yeniden gündemin ön planına çıktılar. O zamandan beri emperyalist dünya, şu veya bu sorunda tıkanma doğduğunda, bunu savaş makinasını harekete geçirerek çözmek yoluna gidiyor. Bu türden müdahaleler ve bizzat savaşlar artık sıradan olaylar haline geliyor. Bunalımların yanısıra savaşlarla belirlenen yeni bir tarihi döneme girdiğimizin en dolaysız göstergeleridir bunlar.
2009 yılında toplanan TKİP III. Kongresi’nin temel önemde değerlendirmesine bu olguların ışığında bakmalıyız. Kongre Bildirisi üzerinden söylenenler şunlardı: “İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır. Dünyanın dört bir yanında ve elbette Türkiye’de de.”
Bu değerlendirmede dikkate değer olan, bunalımlar ve savaşlardan günün gerçekleşmekte olan olguları, fakat devrimlerden hala da geleceğin sorunu olarak sözetmesi, ama teorik bir bakış ile bu üçü arasındaki tarihsel bütünlüğü dikkat çekmesidir. Bunalımları ve savaşları besleyen o aynı tarihi-toplumsal koşullar devrimlerin de zeminidir. Teorik bakış açısının yanısıra 20. yüzyıl tarihi de bunun böyle olduğunu bize tüm açıklığı ile göstermektedir.
(Devam edecek...)