Sınıf tahakkümünün 40 yıllık aracı: 12 Eylül darbesi – Özgür Müftüoğlu

Darbenin ardından Türkiye’nin en büyük patronu Vehbi Koç’un darbecilere gönderdiği “Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.” sözleriyle biten mektupla verdiği “darbeye destek” mesajı; dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in “20 yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde.”sözü ve ABD yönetiminin darbeyi “Bizim oğlanlar başardı.” sözleriyle karşılaması, 12 Eylül darbesinin gerçek faillerinin kimler olduğunu açıkça gösteriyordu!

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 12 Eylül 2020
  • 11:45

Tarihte kimi olaylar, yaşandığı dönemde büyük alt üstler yaratsa da, zaman geçtikçe etkisini yitirir. Kimilerininse gerçekleştiği dönemde pek anlaşılamayan etkisi, yeni gelişmelerin kapısını öyle aralar ki; sebep oldukları, zaman içinde çok daha belirgin hale gelir.

12 Eylül darbesi, yaşandığı dönemde sadece belirli kesimlerin, yakıcı biçimde hissettiği bir olayken, geçen yıllar boyunca hem etkisini artırdı hem de alanını yaygınlaştırdı. Darbenin yakıcılığını anında ve en güçlü hissedenler şüphesiz işçi hareketinin ve devrimci gençlik hareketin merkezinde olanlardı. Onlar; idam edilenler, infaz edilenler, işkenceden geçirilenler, özgürlüklerinden ve işlerinden edilenlerdi…

Oysa toplumun önemli bölümü 12 Eylül’ü, darbe öncesinde “darbeyi meşrulaştırmak için yaratılan kaostan kurtuluş(!)” olarak görmüş; açıkça onaylamasa bile yaratılan baskı ve korku ortamı nedeniyle demokrasinin, özgürlüklerin elinden alınmasına sessiz kalmış, duruma rıza göstermişti.

12 Eylül’ün asıl hedefi astığı, katlettiği, işkenceden geçirdiği öncü işçiler, devrimci gençler değildi. Gerçek hedef, yapılan bu zulmün yarattığı korkuyla sesini çıkartamaz hale getirilen ya da yaratılan kaos ortamından çıkıldığı için şükreden hatta darbeci paşaların mitinglerinde onları alkışlayan çiftçi, esnaf, işçi ve emekçi halktı.

12 Eylül’ün katlettikleri anılarımıza gömüldü; zindanlarda zulmedilenlerin, aç açık bırakılanların acıları yok olmasa da zamanın içine sindi. Ama aradan geçen 40 yılın her bir yılında darbeyi alkışlayanlar ya da sessiz kalanlar, -bunun bilincinde olmasalar da- darbenin etkilerini giderek artan biçimde yaşadı, yaşamaya devam ediyor.

***

Kapitalist sistemde darbeler, “mevcut toplumsal düzenin sınıflar arası güç dengeleri içinde, sermaye birikim rejiminin ihtiyaçları doğrultusunda değiştirilememesinin sonucu” olarak ortaya çıkar. Kapitalist devletler, sistemin dönemsel koşullarına uymak, bu rejimin gereklerini yerine getirmekle mükelleftir. Parlamenter düzen içinde devlet organları bu mükellefiyeti yerine getiremezse yine devlet içinde yer alan kimi güçler silah zoruyla parlamenter düzeni askıya alarak devlet yönetimine el koyar ve zor kullanarak ülkeyi sermaye birikiminin ihtiyaçlarına uyumlu hale getirir. Darbelerin destekçi ve teşvikçileri her daim sermaye sınıfı iken; hedefinde, sermaye birikirken mülksüzleştirilen, yoksullaştırılan, emeği sömürülen halklar vardır.

12 Eylül darbesi, Türkiye’de 27 Mayıs, 12 Mart; dünyada Şili, Arjantin darbelerinde olduğu gibi birikim rejiminin önündeki engelleri (halkın direncini) ortadan kaldırmak için -askeri kullanarak- sermaye sınıfı tarafından gerçekleştirilmiştir.

27 Mayıs 1960 darbesinin sonuçları itibariyle Anayasa’ya “sosyal devlet” ilkesini yazdırması, sendikal ve sosyal haklar konusunda birtakım gelişmelere vesile olması ile yukarıdaki darbe tarifine uymadığını düşündürtebilir. Darbeleri kapitalizmin dönüşüm dinamikleri içinde değerlendirmeyenler, 27 Mayıs’ı genellikle darbe değil, “devrim” olarak da nitelendirir. Oysa söz konusu dönemde -halen sosyal devlet ilkesini de içeren- Keynesyen politikalara dayanan Fordist birikim rejimi hakimdir. 27 Mayıs, bu birikim rejimine ayak uyduramayan DP’ye karşı yapılmış ve Türkiye burjuvazisinin sermaye biriktirerek palazlanmasında önemli rol oynamıştır.

60’lı yılların sonlarında, Türkiye henüz bu rejime ayak uydurmaya başlayalı on yıl bile olmamışken, kapitalizmi içine girdiği krizden çıkarabilmek için birikim rejiminde yeni bir dönüşüm süreci başladı. Bu çerçevede uluslararası ticaretin önü açıldı, sermayeyle birlikte üretim; emeğin örgütsüz ve ucuz olduğu ülkelere, bölgelere kaydırıldı. Küreselleşen üretim ve ticaret, küresel rekabete uyum sağlamak üzere üretim biçimleri ve emek süreçlerinin yanı sıra ekonominin neoliberalizmin kuralları üzerinde yeniden yapılanarak, devletin konumunu da köklü biçimde değiştirdi.

Yeni birikim rejiminde esas olan, küresel rekabet ve üretim maliyetlerinin minimum seviyeye düşürülmesiydi. Bunun önündeki en önemli iki engel: Devletin “sosyal” işlevlerini yerine getirebilmesi için büyük ölçüde sermayeden alınan vergiler ve emek maliyetinin yüksek olmasıydı.

Devletin sosyal işlevlerinden arınması ve piyasa koşullarına yanıt verecek biçimde dönüşmesi, “vergi yükünün sermayeden alınıp emekçi sınıfların üzerine yıkılması ve sermaye dışı kesimlerin sahip olduğu sosyal hakların ortadan kaldırılması” anlamına gelir. Bu da Keynesyen dönemde talebi arttırmak üzere sermayeden ve servet sahibinden (kurumlar vergisi vb) daha çok vergi alıp, sosyal devlet araçlarıyla toplumun sosyal ihtiyaçlarını (kamusal eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vs) karşılamak için aktaran devletin geliri yeniden bölüştürme işlevinin; toplumun geniş kesimlerinden daha çok vergi toplayıp (KDV, ÖTV vb), sermayeye (teşvik vs olarak) aktarma biçimine dönüşmesini gerektirir. Küresel rekabette engel olarak görülen emek maliyetlerinin düşürülmesi içinse öncelikle Fordizmin standart, güvenceli, örgütlü çalışma rejiminin sağladığı haklar ortadan kaldırılmalıdır. Bu, üretimin ucuz emek bölgelerine kaydırılması ile önemli ölçüde sağlanmıştır. Ancak yine de örgütlenmenin güçlü, sosyal hakların gelişmiş olduğu ülkelerde işçi sınıfı hareketi, yeni birikim rejiminin önündeki ‘en büyük engel’ olarak görülmektedir. O halde kapitalist devletlerin birinci görevi, bu engeli ortadan kaldırmak olmalıdır. Böyle de olmuştur.

***

Neoliberal dönüşümün gündeme geldiği 60’lı yılların sonlarında Türkiye’de sendikal hak ve özgürlükler henüz çok yeni elde edilmiş olmasına rağmen işçi hareketi beklenenden hızlı -özellikle DİSK’in kurulmasıyla birlikte- gelişmekte ve güçlenmekteydi. Bu gelişmenin önünü kesmek ve işçi hareketinin elini kolunu bağlamak üzere parlamentodan geçirilen ve cumhurbaşkanı tarafından da onaylanan bir düzenleme, 15-16 Haziran 1970’de gerçekleştirilen eylemlerle geri çektirildi. İşçi hareketinin bu başarısı, Türkiye işçi hareketinin aynı zamanda yeni birikim rejiminin önüne engel olacak kadar güçlendiğini ve köklendiğini de gösteriyordu. Ama yaşananlar, aynı zamanda işçi sınıfı engelinin(!) ortadan kaldırılmayan mevcut hükümetin kapitalist devlet olma mükellefiyetini yerine getiremeyeceğini de göstermiş oldu ve 12 Mart 1971’de sol hareketin ve işçi hareketinin öncülerini doğrudan hedef alan bir darbe gerçekleşti. Ancak dönemin siyasi atmosferi, işçi ve gençlik hareketinin direnci sayesinde darbenin etkisi uzun sürmedi, 70’li yılların ortalarından itibaren işçi hareketi daha da güçlenirken, beraberinde sosyal haklar genişledi, reel ücretler yükseldi.

Küreselleşme sürecinin koşullarını düzenleyen uluslararası kuruluşlar ve ulusal sermaye, giderek yükselen bir sesle, Türkiye’nin küresel rekabet koşullarına uyum sağlamasının ve bunun için neoliberal politikaları yaşama geçirmek üzere, işçi sınıfı hareketinin baskı altına almasının gerekliliğini dillendirmeye başladı. TÜSİAD’ın, TİSK’in MESS’in gazetelere ilanlar vererek askeri darbeye yaptığı çağrıların ardından, 12 Eylül’e gerekçe oluşturacak kaosu yaratacak ve yüzlerce insanın canına mal olacak toplumsal çatışma ortamını yaratan senaryolar sahneye kondu: Çorum, Sivas, Malatya, Maraş olayları; gazetecilere, aydın, akademisyen ve sendikacılara yönelik suikastler, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı bu senaryoda ilk akla gelenler…

Darbenin ardından Türkiye’nin en büyük patronu Vehbi Koç’un darbecilere gönderdiği “Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.” sözleriyle biten mektupla verdiği “darbeye destek” mesajı; dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in “20 yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde.”sözü ve ABD yönetiminin darbeyi “Bizim oğlanlar başardı.” sözleriyle karşılaması, 12 Eylül darbesinin gerçek faillerinin kimler olduğunu açıkça gösteriyordu!

***

12 Eylül darbesinin arka planını bir tarafa bırakırsak, darbenin görünür yüzünü “24 Ocak kararları’nı yaşama geçirme operasyonu” olarak da adlandırabiliriz, sanırım. 24 Ocak kararları, darbeden yaklaşık 8 ay önce darbe koşullarını hazırlayan kesimlerin niyetini açık biçimde ortaya koymaktaydı. Türkiye burjuva sınıfının bugün olduğu gibi o dönem de öncüsü MESS’in başkanlığını yapmış, Dünya Bankası‘nda görevlerde bulunmuş ve 1979 sonunda Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirilmiş olan Turgut Özal tarafından hazırlanan 24 Ocak kararları, 12 Eylül darbesinin somut gerekçesini oluşturuyordu. Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecinin gereklerine uyumu sağlayacağı taahhüdünde bulunan kararlar, başta emekçiler olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin ekonomik ve sosyal haklarını büyük ölçüde ortadan kaldırmayı içermekteydi. Dönemin koalisyon hükümetinin, işçi sınıfının o dönemdeki gücünü kırarak bu taahhütleri yaşama geçirmesi mümkün değildi. Bu nedenle toplum; burjuvazinin, Ülkü Ocakları başta olmak üzere sağ eğilimli gençleri de kullanarak hazırladığı ve bir süredir zaten sahnelenmekte olan kaos senaryosu sayesinde, demokrasiyi ve özgürlükleri ortadan kaldıran, katliamcı darbeye razı edildi.

***

Darbeden birkaç yıl sonra darbeciler iktidarı darbenin gerçek sahibi sivillere bıraktı. Onlar da darbe rejimini; “ANAP, DYP, RP, MHP, DSP ve nihayet 18 yıldır sürmekte olan AKP” iktidarında devam ettirdi. Gerçekleşme ve toplumsal meşruiyet kazanma koşulları bir yana; üzerinden 40 yıl geçmesine, gençlerin ve orta yaştakilerin önemli bölümünün 12 Eylül’den bihaber olmasına rağmen darbenin etkileri, özellikle gençler ve onların da ardından gelmekte olan nesiller için artarak devam ediyor.

Darbecilerin 40 yıldır farklı siyasi görünümlerde olsa da iktidarda olduğu Türkiye demokrasisinin bugün geldiği yer son derece vahimdir: Darbe düzeninde geçen bunca yılın sonunda darbe dönemlerinde belirli bir süre askıya alınan parlamenter rejim bugün tamamen işlevsiz hale gelmiş, burjuva demokrasisinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığı ilkesi ortadan kalkmış ve yasama-yürütme-yargı erki tek adamda toplanmıştır. Tek adam rejiminde, demokrasinin temel kurumları olan basın, akademi ve demokratik kitle örgütleri de baskı altına alınarak tamamen işlevsizleştirilmiştir. Demokrasiden, haktan, hukuktan, adaletten, bilimden ve barıştan söz etmek bile ağır ceza mahkemelerinde yargılanmayı; aylarca, yıllarca özgürlükten mahrum olmayı gerektiren “suç”lar haline gelmiştir.

40 yıldır kalıcı hale gelen ve giderek daha da artan otoriterizmin sonucunda Türkiye, işçilerin yaşam hakkını bile savunamadığı, her ay en az 150-200’ünün iş cinayetlerinde yaşamını kaybettiği, işsizliğin yüzde 30’lara ulaştığı, sadece Avrupa’da değil, dünyada en uzun süre çalışan ama en düşük ücreti alanları arasında bulunduğu, güvencesizliğin, çalışan yoksulluğunun en fazla olduğu, Küresel Sendikal Hak İhlalleri Raporu’nda “en kötü 10” içinde yer aldığı bir ülke haline gelmiştir.

Darbeden, en büyük hasarı işçi sınıfı almış olmakla birlikte, darbenin tahribatı sadece emekçiler ve işçi hareketiyle sınırlı değildir. İşçi sınıfıyla birlikte kaybedilen demokrasiyi yeniden elde etme mücadelesi de kolay kolay toparlanamayacak biçimde yara almıştır. İşçilerle birlikte çiftçiler, köylüler, esnaflar, küçük üreticiler, gençler, beyaz yakalılar ve hatta profesyonel meslek sahipleri (avukat, hekim, mühendis vd) de yoksullaşmış, yoksunlaşmış, mülksüzleşmiş, işsizleşmiş daha da önemlisi gelecek umutlarını kaybetmiştir.

Otoriterleşen devletin daha da belirginleşen tekçi anlayışı toplum içinde etnik kimlik, dil, din, cinsiyet üzerinden ayrımcılığı derinleştirmiş ve başta Kürtler, kadınlar ve Aleviler olmak üzere devletin tekçi anlayışı içine dahil olmayan herkes darbenin bedelini ağır biçimde ödemek zorunda kalmıştır.

Darbenin maşası olan generaller, yaşam süreleri yetmeyecek kadar geç de olsa yargılanarak mahkum edilmiştir. Ancak darbenin asıl failleri, darbenin yarattığı koşullar sayesinde servetlerine servet kattıkları gibi servetleri sayesinde toplumda daha itibarlı hale gelmiş; hatta darbenin doğrudan teşvikçisi patron örgütlerinden (TÜSİAD vb) ve sermayedarlarından (Koç Ailesi vb) neredeyse demokrasi beklenir olmuştur(!).

Darbenin kazananları, sadece darbenin doğrudan teşvik ve destekçileri değildir. Darbe rejiminin sağladığı olanaklardan sebeplenen, siyasi ve ekonomik çıkar sağlamayı bilen kesimler de vardır. Milliyetçi-muhafazakarlar, siyasal İslamcılar ile liberaller, darbenin siyasi nimetlerini kendi çıkarlarına dönüştürmeyi iyi becermişler; aynı zamanda kamu kaynaklarının talanından aldıkları paydan birikim sağlayıp, sermaye sınıfının yeni bireyleri haline gelmişlerdir.

Türkiye, 12 Eylül’ün yarattığı baskı düzeniyle ve onun bugünlere vuran karanlık gölgesiyle; demokrasinin tüm damarları kesilmiş, tek adam tarafından yönetilen bir Ortadoğu ülkesi haline gelmiştir. 40 yıllık bu karanlıktan çıkış için ise sorunun kaynağını doğru tanımlamak gerekiyor: Darbe madem ki sermaye sınıfının işçi sınıfının üzerinde tahakküm kurması için yapılmıştır; o halde bu tahakkümün ortadan kaldırılması için de sınıf perspektifli bir mücadele gerekiyor. Ama darbenin diğer ezdiklerini unutmadan ve mücadeleyi olabildiğince genişleterek…

Gazete Duvar / 12.09.20