AKP’nin kuruluşunun 23. yılı vesilesiyle geçtiğimiz günlerde bir program gerçekleştirildi. Tayyip Erdoğan AKP’nin 23. yılını selamlarken, “Türkiye'nin AK Partili yılları her alanda Cumhuriyet tarihinin en parlak dönemi olarak kayıtlara geçmiştir” iddiasını ortaya attı. Konuşmasını gürültülü alkışlar eşliğinde bir dizi şaşalı, gerçek dışı ve uydurma söylemlerle tamamladı.
Erdoğan konuşmasında AKP’nin iktidara gelmesinin öncesi ve sonrasını rakamlarla “analiz” etti. İktidara geldikleri 2002 yılından bu yana eğitimden sağlığa, demokrasiden insan haklarına kadar her alanda Türkiye’ye çağ atlattıklarını, dahası “Türkiye’yi yasakların, baskıların ve korkuların kol gezdiği bir ülke olmaktan çıkardıklarını” hiç utanıp sıkılmadan iddia edebildi. Bu söylemleri sadece Erdoğan değil, AKP’nin diğer sözcüleri de sık sık dillendiriyor. Oysa ülkenin gerçekleri başka şeyler anlatıyor.
AKP’li yıllar ve eğitim sistemi
Milli Eğitim Bakanı AKP iktidarı boyunca 9 kez değiştirildi. Her yeni gelen bakan eğitim sistemini baştan aşağı değiştirerek bataklığa daha çok sapladı. AKP iktidarı boyunca özellikle dinci-gerici propagandanın çocuklara dayatılmasının önü sonuna kadar açıldı. Birçok kez yapılan müfredat değişikliği ile eğitim süreci bilimsellikten uzak, dinci-gerici ideolojiyi çocukların zihinlerine zerk eden bir mekanizmaya dönüştürüldü.
2012 yılında yasalaşan 4+4+4 eğitim modeli ile dinci-gerici ve piyasacı eğitimin önü ardına kadar açıldı. Özellikle İmam Hatiplerin giderek yaygınlaştırılması, okullara öğretmen yerine imamların atanması, zorunlu din kültürü derslerinin artırılması vb. dayatmalar Erdoğan’ın “dindar/kindar nesiller yetiştireceğiz” söylemini gerçekleştirmek için atılan adımlar oldu.
Erdoğan, kendi iktidarlarında 76 olan üniversite sayısının 208’e çıktığını, öğretmen sayısının ise 626 binden 1 milyon 32 bine çıkarıldığını öne sürüyor. Fakat üniversite eğitiminin niteliğindeki gerilemeye değinmiyor, öğretmen sayısının arttığını söylüyor fakat atanamayan ve özel öğretmenlik yaparak üç kuruşa çalışan öğretmenlerden bahsetmiyor. Öğretmenlik mesleğini yapamadığı için intihar edenleri es geçiyor. Eğitimle ilgisi olmayan, gericilik propagandası yapmak için görevlendirilen meczupların sayısından da söz etmiyor.
İlerici/nitelikli akademisyenlerin çoğunun tasfiye edildiği üniversiteler ise gerici ve yandaş hocalara teslim edildi. “Saray soytarısı” denebilecek tipler rektör diye atandı. Öte yandan, yurt ve yatak kapasitesinin 962 bine çıktığından dem vuruyor, fakat biliyoruz ki öğrencilerin barınma sorunu hiç olmadığı kadar derinleşmiştir. Barınma ve geçinme sorunundan dolayı yüz binlerce öğrenci ya hiç kayıt yaptırmadı ya da üniversitelerden ayrıldı. Pek çok öğrenci tarikatların yurtlarında kalmaya mahkûm edildi. Tarikat ve cemaat yapılanmalarının eğitim sistemi üzerindeki etkileri bununla da sınırlı değil. “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (ÇEDES) projesi ile “manevi destek” adı altında uygulanan eğitim-öğretim sistemi ile gerici odaklar okullara yerleştirildi.
AKP’nin övünç duyduğu fakat gerçeklerin çok başka olduğu eğitim sistemi modellemesi ile bilimsellikten ve laiklikten uzak, gerici, ucube bir sistem hakim kılındı. Bu durum, “eğitim seviyesi arttıkça AKP’ye oy verenlerin oranı düşüyor” diyen bir zihniyet için kötü olmasa gerek.
AKP’li yıllar ve sağlık sistemi
Erdoğan’ın bir diğer övünç kaynağı ise Türkiye’nin sağlık sistemi. Yapılan 25 yeni şehir hastanesini, “otel konforunda” yatak kapasitelerini, sağlık çalışanı sayısının arttığını söyleyerek “sağlık sistemine çağ atlattıklarını” bile iddia ediyor. AKP döneminden önce Türkiye’de buzdolabı olmadığını söyleyecek kadar şirazeden çıkan Erdoğan, Mersin Şehir Hastanesi’nin açılışında yaptığı konuşmada ise şu lafları etti:
“Ülkemizdeki sağlık hizmetlerinin hem sistem hem kalite olarak Avrupa ve Amerika başta olmak üzere dünyanın her yerinden katbekat üstün olduğunu bilmenizi istiyorum.”
Erdoğan’ın sağlık sistemine dair sıraladığı afaki rakamları ve şişirdiği balonları bir kenara bırakırsak, gerçeklerin bambaşka şeyler anlattığı görülecektir. Sadece pandemi döneminde yaşanan ucubeliklere bakıldığında bile bu söylemlerin nasıl da çarpıtma ve sahte olduğu görülecektir.
Türkiye’de eğer varlıklı değilseniz, nitelikli sağlık hizmetine ulaşmanız çok zor. Bugün hastane kapasiteleri ve sağlık personelinin çokluğundan dem vuran Erdoğan, hastanelerde nitelikli doktorların kalmadığı gerçeğini es geçiyor. Bugün en basit bir rahatsızlıkta dahi aylar sonrasına randevu alındığından bahsetmiyor. Ateş pahası olan özel hastanelere yönlendirilen hastaların buralarda adeta soyulup soğana çevrildiğinden de bahsetmiyor. Sağlık emekçilerine yönelik şiddetteki artışı da yok sayıyor. Türkiye’deki sağlık sisteminin geldiği nokta an itibarı ile içler acısı bir durumdadır ve bunun sıkıntısını hem sağlık emekçileri hem milyonlarca işçi-emekçi çekiyor.
AKP’li yıllar ve kriz
Erdoğan, 2001 ekonomik krizinin ardından yapılan ilk genel seçimde, ucube seçim sisteminden de yararlanarak tek başına iktidara geldi. Uzun yıllar boyunca 2001 krizinin eleştirisini yaparak, krizin yarattığı sorunları kendinden önceki kötü yönetim biçimlerinin üstüne yıkan bir propaganda hattı izledi. Fakat AKP iktidarı döneminde gerçekleşen 2008 krizini “kriz bizi teğet geçti” argümanıyla hafif göstermeye çalıştı. Bugün gelinen aşamada yeni ve daha ağır bir kriz döneminin içindeyiz. On milyonlarca insan açlık sınırının dahi altında bir ücretle yaşamak zorunda bırakılıyor. İğneden ipliğe kadar hemen her şeye peş peşe zamlar yapılıyor. Enflasyon yükseliyor, alım gücü düşüyor. Emekçiler derin sefaletin içine itilirken bir kapitalistlerin kârı artıyor bir de saraydaki lüks ve şatafatta sınır tanınmıyor.
Bu kriz dönemi boyunca ekonomi bakanı ve Merkez Bankası başkanı defalarca değiştirildi. Erdoğan’ın kendini “ekonomist” ilan etmesinden bu yana kapitalist ekonominin yasalarını alt-üst eden politikalar ile ekonomik-kriz daha da derinleştirildi. Uzun süre savunduğu “Nas” politikasından vazgeçen Erdoğan, ekonominin başına Mehmet Şimşek’i getirdi. Mehmet Şimşek ise, işe Erdoğan’ın aksine faizleri yükselterek başladı ve hemen ardından Erdoğan’ın desteği ile İMF’siz İMF programı olan Orta Vadeli Programı (OVP) oluşturdu. OVP ile yapılmak istenen şey ise bir dizi başka saldırının yanı sıra “vergiyi tabana yayarak” krizin faturasını geniş emekçi kitlelerin sırtına yüklemekten başka bir şey değil.
Türkiye ekonomi tarihinin belki de en büyük krizini yaşadığımız bu dönemde, Erdoğan’ın iktidarın izlediği ekonomi politikalarından hicap duymadan övünçle söz etmesi, sefalete mahkûm ettiği on milyonlarca emekçi ile alay etmekten başka bir anlam taşımıyor.
AKP’li yıllar ve hukuk sistemi
Erdoğan’ın konuşmasındaki bir diğer vurgu ise adalet üzerine idi. Erdoğan adaletten bahsederken ülkedeki hâkim ve savcı sayısının arttığını ve bunun daha adil bir ülke yarattığından dem vuruyor. Böylece yapılan yeni adalet sarayları ile “merdiven altında adalet dağıtılan eski Türkiye manzaralarına” son verdiğini iddia ediyor. Oysa ki AKP döneminde en çok tartışılan konulardan biri yargının saray rejimine tabii olması ve hapishane sayılarının artması idi. Son yıllarda ise AKP-MHP rejimi kendi Anayasasını bile paçavra gibi buruşturup çöpe atmış, yargı erki sarayın kullandığı bir aparata dönüştürülmüştür.
Öte yandan, Türkiye’de özellikle siyasi davalarda talimatla iş yapmayan savcı veya hakim neredeyse kalmadı. Gezi davası ve Kobani davalarında kesilen siyasi cezalar, artık kırıntısı bile kalmayan burjuva hukukunun da tam bir çöküş içinde olduğunu kanıtlıyor.
AKP’nin kurduğu bu “adil düzende” mafya ve çetelerin, uyuşturucu kaçakçılığı yapanların, kara para aklayanların, kadın katillerinin, çocuk tecavüzcülerinin, dolandırıcıların vb. suçluların açık ve aleni bir şekilde cezasızlıkla ödüllendirildiğini görüyoruz. Boğazına kadar yolsuzluğa batmış yandaş şirketler ve havuz medyasının hiçbir şekilde denetlenmediği ve cezalandırılmadığı, tersine hibeler, vergi afları ve yeni teşviklerle ödüllendirildiğini görüyoruz.
Erdoğan’ın ünlü “ileri demokrasi” palavrasını pazarlamaya başladığı günden bu yana demokratik hak ve özgürlüklere adım adım daha azgınca saldırıldı. İşçilere, emekçilere, öğrencilere, öğretmenlere, gazetecilere, akademisyenlere, sanatçılara, kadınlara, Kürt halkına, Alevi inancına saldırıldı. Kendisine biat etmeyen toplum kesimlerini devlet şiddetiyle sindirmeye çalıştı. Kendisi hakkında yapılan suçlamaları kabul etmediği gibi, rejimin ucubeliklerini eleştirenleri “terörist” ilan etti. Konuşma dili baştan sona küfür, tehdit, hakaret, şeytanlaştırma gibi iğrenç içeriklerle bezeli hale getirildi.
Öte yandan, AKP’li yıllar siyasi “açılımların” yaşandığı bir dönemdir aynı zamanda. Başta “çözüm süreci” olmak üzere sözde “Kürt açılımı”, “Alevi açılımı”, “Roman açılımı” gibi siyasal açılımlar ile sahte vaatler verilmiş ve ardından bütün bunların üstü çizilmiştir. Seçim hezimetine uğradıklarında, tüm bu söylemleri bir kenara iterek azgınca yaptığı saldırılarla iktidarını tahkim edebilmek için ülkeyi kana buladıklarını dönemin AKP’li başbakanı Ahmet Davutoğlu bir konuşmasında itiraf etmiştir.
Son olarak
AKP özet olarak, adalet ve hukuk kavramının artık kırıntısının dahi bırakılmadığı, eğitim ve öğretim sisteminde laik ve bilimsellikten uzak dinci-gerici müfredatla gençliğin kuşatıldığı, kapitalistlere her türlü imtiyaz tanınırken işçi ve emekçilerin haklarının her geçen gün tırpanlandığı, yap-işlet-devret modeli ile yandaş şirketlere kâr garantili kamu ihalelerinin peşkeş çekildiği, sürekli kendini tekrarlayan ekonomik ve sosyal krizlerin faturasının geniş kitlelerin sırtına yıkıldığı, gençliğin geleceksizliğe itildiği, kadınların katledildiği ve yaşam haklarının giderek kısıtlandığı, muhalif gazetecilerin tutuklandığı, hiçbir alanda liyakatin kalmadığı bir dönemin hem yaratıcısı hem uygulayıcısıdır.
Tüm bunlar, AKP’li yılların Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden biri olduğunu inkâr edilemez bir şekilde gözler önüne sermektedir. Erdoğan’ın “Türkiye’yi yasakların, baskıların ve korkuların kol gezdiği bir ülke olmaktan çıkardık” sözünün ne kadar anlamsız, dayanaksız ve riyakarca olduğunu 23 yıllık panoramadan görebiliyoruz.
K. Torlak