İngiltere’de aşılamayan siyasal kriz
İngiltere’nin Brexit bilmecesi ve İngiltere siyasetinde yarattığı kriz, 2016’daki referandumdan bu yana devam ediyor. Ülke o günden bu yana üç başbakan değiştirdi. Referandumda AB’den ayrılmaktan yana çıkan sonucun ardından önce David Cameron istifa etti. Selefi Theresa May de AB ile vardığı Brexit anlaşmasını parlamentoya kabul ettiremediği için istifaya mecbur kaldı. Şimdi sahnede Boris Johnson var. Johnson anlaşmalı ya da anlaşmasız İngiltere’yi 31 Ekim’de AB’den çıkarmak iddiasıyla göreve geldi. Kısa zamanda icraatlarıyla krizi daha da derinleştirdi.
AB’den ayrılmak (Brexit) için belirlenen 31 Ekim tarihi yaklaştıkça tartışmalar, anlaşmazlıklar ve kriz şiddetleniyor. İngiltere’yi “21. yüzyılın süper gücü” haline getireceğini ileri süren Boris Johnson, “anlaşmasız ayrılık” (sert ayrılık) çizgisinde ısrar ederek, yeni adımlar atıyor. Brexit’in gerçekleşmesi için sürdürdüğü ısrarını, 31 Ekim’de bir gecikme olmasındansa “çukurda ölmeyi tercih ederim” diyerek ortaya koyuyor.
Johnson, AB’den anlaşma yapmadan ayrılmanın önünde herhangi bir engel kalmaması için parlamentonun ekim ayı ortasına kadar tatile girmesini önerdi. Kraliçe 2. Elizabeth tarafından onaylanarak yürürlüğe giren bu öneriyle parlemento askıya alındı. Bu girişim muhalifler tarafından “darbe” olarak nitelendirildi. Bunun üzerine çalışmalarını hızlandıran muhalefet partileri, iktidar partisindeki (Jonhson’un partisi) 21 muhalif milletvekilinin de desteğiyle parlamento gündemini belirleme yetkisini hükümetten kendi ellerine almış oldular.
Johnson, parlamento gündemini muhalefetin belirlemesini sağlayabilecek oylamayı kendi partisinden “isyancı” milletvekillerinin de oylarıyla 301’e karşı 328 oyla kaybetti. Böylece, milletvekilleri, anlaşmasız bir Brexit olmasının önüne geçecek bir yasal düzenleme yapma fırsatı elde ederek, “anlaşmasız Brexit’in” önüne set çekmiş oldular. Johnson, parlamentodaki bu yenilgisinin ardından karşı adım olarak erken seçime gidilmesini istedi. Ama bunu da kaybetti.
Ertelenmemesi durumunda İngiltere’nin 31 Ekim’de AB üyeliğinden ayrılması öngörülüyor. Ancak bu ayrılığın ardından halen gümrük, ticaret, serbest dolaşım gibi birçok alandaki düzenlemelerin nasıl yapılacağını belirleyen herhangi bir anlaşmaya varılmış değil. Parlemento’nun 14 Ekim’e kadar tatil yoluyla askıya alınmasından hareketle AB ile yeni bir anlaşma yapmak için zamanın kalmadığı düşünülüyor. Dolayısıyla İngiltere’nin 31 Ekim’e kadar AB ile herhangi bir anlaşmaya varamaması durumunda, Brexit’in 31 Ocak 2020’ye kadar ertelenmesi öngörülüyor. AB’nin ne tür dayatmalarda bulunacağı ise ayrı bir konu başlığı olarak duruyor.
İngiliz sermayesi, AB’den ayrılmak ya da AB’de kalmak yanlıları olarak iki kampa bölünmüş durumda. Fakat her iki kesimin politikaları da sermayenin çıkarlarını temsil ediyor ve işçi sınıfı ve emek düşmanlığı üzerine oturuyor. İşçi Partisi liderliğine seçildikten sonra partinin üye sayısını arttıran, emekçilerde belli bir coşku ve umut yaratan, onların çıkar ve özlemlerini temsil etmek iddasında olan Jeremy Corbyn’in ise sınıf ve emekçiler adına Brexit konusunda söylediği en ileri şey, “işçi ve emekçilerin hakları korunarak çıkış olsun” biçimindedir. Ama bunun nasıl olacağını, bu mucizenin nasıl başarılacağını izah edemediği için, “İşçi Partisi iktidarında AB ile daha iyi pazarlık yapılır” diye teselli bulmakta, o da emekçileri bu yolla aldatmaktadır.
Brexit: İşçi sınıfı ve AB hülyasının sonu
Özellikle de Doğu Blok’unun yaşadığı çöküş ve yıkımın ardından, 21. yüzyılın refah ve özgürlükler abidesi olarak yükseleceği propaganda edilen AB’deki gelişmeler, bu temelsiz propagandayı yerle bir etti ve umutlar çöktü. Zira sermaye neo-liberal sosyal yıkım saldırılarıyla AB ülkelerinin tümünde işçi sınıfının yüzyıllık kazanımlarını birer birer budayarak kuşa çevirdi, işsizlik ve yoksulluk kabusu büyüdü. Demokratik hak ve özgürlükler adım adım gasp edilerek, polis rejimlerine geçiş olağanlaştırıldı. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve faşist hareketin yükselişi bu ülkelerde tehdit edici boyutlara ulaştı.
Tüm bu gelişmeler Britanya’da da -özelikle de Thatcher’den başlayarak- bugüne kadar devam etti ve daha beter şekilde devam edecek. Dolayısıyla bu durumda ve devrimci önderlik boşluğu koşullarında milliyetçi ve ırkçı politikaların İngiliz işçi sınıfı ve emekçi kitleleri üzerinde büyük etkiler yaratmış olduğu ortadır. Zira onlar, yaşadıkları yıkımın sebebi olarak, İngiltere’nin AB üyeliği, AB kuralları, AB üzerinden İngiltere’ye göçmen akını vb.ni görmektedirler. Daha doğrusu onların böyle görmeleri sağlanmaktadır. Bu, öteki AB ülkeleri için de geçerlidir.
AB ülkelerinin işçi sınıfı ve emekçileri, tekellerin kapitalist Avrupa’sının kendilerine maddi ve manevi yıkımdan başka bir şey sunamayacağını bizzat yaşayarak gördüler. Yaşadıkları çok yönlü yıkımın ve ödedikleri bedelin sorumlusu olarak AB’yi gören işçi ve emekçilerin saflarında büyük bir hoşnutsuzluk ve öfke birikmekte ve bu kendini zaman zaman büyük kitlesel patlamalar olarak dışa vurmaktadır. Ne var ki emekçi kitlelerden gelen bu tür çıkışlar, kendine anti-kapitalist bir kanal bulamadığı ve burjuvazinin iktidarına yönelmediği durumda emperyalist burjuvazi tarafından yabancı düşmanlığını, şovenizmi ve ırkçılığı güçlendirmenin imkanı ve dayanağı haline getiriliyor.
Dolayısıyla ırkçı-faşist partiler AB ülkelerinin çoğunda ya hükümettedirler ya hükümet ortaklarıdır ya da ikinci, üçüncü parti konumunda olacak kadar tehlikeli bir yükseliş içindedirler. AB içindeki hemen her ülkenin aşırı sağ, ırkçı ve faşist partileri, tıpkı Brexit referandumunun mimarı olan İngiliz aşırı sağı ve ırkçıları gibi, yaşanan sorunların biricik çözümü olarak AB’den çıkılması gerektiğini savunuyorlar. İşçi ve emekçileri de bu ırkçı politikaların aleti ederek, kendi maddi dayanakları haline getiriyorlar. Nitekim AB karşıtlığının Almanya başta olmak üzere AB ülkelerinde büyüdüğü iddia edilmektedir.
Brexit’in hem Birleşik Krallık’ı hem de AB’yi önemli bir sorunla karşı karşıya getirdiği açıktır. Bunun Birleşik Krallık ve AB için yeni “felaket” kapılarının açılacağına vesile olacağı bizzat düzenin kimi sözcüleri tarafından dile getirilmektedir. Avrupa Komisyonu, AB’nin anlaşmasız Brexit için hazır olduğunu, ancak böyle bir durumda en çok sıkıntı çekecek tarafın İngiltere olacağını söyleyerek, “Bu durumun … vatandaş ve ekonomi üzerinde de ciddi olumsuz etkide bulunacağını”, bu ekonomik etkinin İngiltere’de 27 AB ülkesinde hissedildiğinden çok daha güçlü hissedileceği, en büyük kaybedenin İngiltere olacağı uyarısında bulunuyor. Nitekim, anlaşmasız ayrılığın Britanya’ya olası faturası bir yana, bunun birliğin gıda, yakıt ve ilaç sıkıntısına yol açacağı ileri sürülüyor.
Çeşitli emperyalist güçlerin, ekonomik ve siyasi çıkarlar temelinde bir araya gelerek oluşturdukları AB, emperyalist bir güç odağıdır ve onlar da kendi aralarında bir rekabet ve hegemonya kavgası içindedirler. Dolaysıyla Brexit’in ve AB’nin geleceği sorununu, AB’nin kendi içindeki rekabetinin yanı sıra, dünyada şiddetlenen emperyalist hegemonya mücadelesi ve derinleşen kapitalist krizle birlikte düşünüldüğünde AB’nin geleceğine ilişkin yaşanan kaygı ve korkular temelsiz değildir. AB ülkeleri içindeki ayrılıkçı eğilimlerin güç kazanması bu korkuları ayrıca tetiklemektedir. Benzeri korkunun başka şeylerin yanı sıra İskoçya ile Kuzey İrlanda üzerinden Birleşik Krallık’ın da dağılabileceği konusunda da yaşandığı biliniyor.
Dolayısıyla başta Birleşik Krallık’ta olmak üzere, AB ülkelerindeki işçi ve emekçiler için sorun ve ikilem, AB yanlısı veya AB karşıtı olmak değildir. Onlar için sorun, emperyalist dünyanın hegemonya kavgasında emperyalist bir odak olarak sıyrılmak isteyen, bunu da emperyalist yağma, talan ve işçilerin sömürüsü üzerinden gerçekleştiren tekellerin kapitalist Avrupasına karşı mücadele etmektir. AB ülkelerindeki işçi ve emekçi kitleler için çözüm, AB’li ya da AB’siz bir kapitalizm değil, kapitalizmin ortadan kalkmasıdır.