Birleşik Krallık’ta 2016 yılında yapılan referandumun önemli sonuçlarından biri Başbakan David Cameron’ın istifa etmesiydi. 2017’de yapılan seçimde Muhafazakarlar, Demokratik Birlik Partisi’nin desteğiyle azınlık hükümeti kurmuş ve Theresa May başbakan olmuştu. Avrupa Birliği ile yaptığı Brexit (Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması) anlaşmasının parlamento tarafından üç kez reddedilmesi sonucunda May istifa etmeye mecbur kalmış ve sahneyi Boris Johnson’a bırakmıştı. Johnson, İngiltere’yi anlaşmalı ya da anlaşmasız 31 Ekim’de AB’den çıkarmak iddiasıyla göreve gelmiş, yaptıklarıyla krizi daha da derinleştirmişti.
2017 seçimlerinden 2019 erken seçimlerine kadar geçen süre içinde ülkede iki kez hükümet ve iki kez başbakan değişti, 20’den fazla bakan istifa etti. Brexit anlaşmalarının hemen tümünün parlamentoda reddedilmesi ve AB’nin de Brexit’in 31 Ocak 2020’ye ertelendiğini açıklaması üzerine erken seçim kararı alınmıştı. Dolayısıyla Brexit anlaşmasıyla ilgili karar da seçim sonrasına bırakılmıştı.
Seçmenin %67,3’ünün sandığa gittiği 12 Aralık 2019 erken seçim sonuçlarına göre, Muhafazakar Parti (CP) ülke genelinde %43,6 oy alarak, tek başına hükümeti kurmak için gerekli olan 326 sayısını aşıp, 365 koltuk kazandı. CP böylece, Margaret Thatcher’ın 1987 yılındaki zaferinden sonra, tarihindeki en büyük seçim zaferini elde etti. 2017 erken seçiminde oy oranını %30’dan %40’a taşıyarak, 31 sandalye kazanan İşçi Partisi ise bu seçimde %32,2 oy alarak, 203 milletvekili çıkardı ve 59 sandalye kaybederek, 1935 yılından bu yana tarihinin en büyük yenilgisini yaşadı. İskoç Ulusal Partisi (SNP) %3,9 oy alarak 48 milletvekili ve Liberal Demokratlar %11,5 oy alarak 11 milletvekili çıkardılar.
Temel sosyal, iktisadi ve demokratik sorunlar üzerine değil, fakat ağırlıklı olarak Brexit taraftarlığı ya da karşıtlığı eksenine oturtulan 12 Aralık seçimlerinde seçmenler, AB’den ayrılma sürecinin bir an önce tamamlanmasını isteyen Başbakan Johnson ile yeniden referanduma gidilmesini savunan İşçi Partisi arasında seçim yapmak ikilemiyle yüz yüze bırakıldılar. Dolayısıyla İşçi Partisi Başkanı Corbyn, “Brexit’in seçim tartışmalarını çok fazla kutuplaştırdığını, normal siyasi tartışmaların çoğunu geçersiz kıldığını” savunurken, pek haksız değildi.
Başbakan Johnson, İşçi Partisi’nin iddialı “Manifesto”suna ve bunun yaratacağı etkilere karşı kimi sosyal politikalar ileri sürmek zorunda kalmakla birlikte, “Brexit işini 31 Ocak’ta sona erdireceğiz” sloganını bıkmadan tekrarlayan bir kampanya yürüttü ve umduğu sonucu da aldı. Johnson, seçmenlerine ülkesinin AB’den “amasız, şartsız” 31 Ocak’ta kesinlikle ayrılacağı ve “Thatcher devrimi”ni tamamlayacağı müjdesini verdi. Partisinin üyelerine seslenirken de “Yoldaki engeli ezdik, düğümü çözdük”, “Yeni bir gün, yeni bir şafak” şeklinde cümleler kurdu.
İşçi Partisi’nin büyük yenilgisi ve bazı nedenleri
Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi, seçmenin karşısına, “Umudun ve birliğin manifestosu” programıyla çıkmış ve bu seçimin, “çoğunluğun çıkarları” ile “azınlığın çıkarları” arasında olacağı propagandasını eksen almıştı. “Manifesto” sosyal adalet, sosyal haklar, özelleştirilen alanların tekrar kamulaştırılması, asgari ücretin arttırılması, haftalık çalışma saatlerinin düşürülmesi, sosyal konutların artırılması, sağlığa, eğitime ve sosyal hizmetlere daha fazla bütçenin aktarılması ve bunların gerçekleşmesi için de ülkedeki en zengin %5’ten daha fazla vergi alınması gibi, işçi ve emekçileri heyecanlandıracak olan bir dizi talepler içeriyordu. Buna rağmen Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi, sanayi bölgelerindeki ve işçi merkezlerindeki tabanını da önemli oranda kaybederek, büyük bir yenilgi aldı.
Oysa, toplam 14,2 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı, evsiz sayısının 300 bini aştığı, aşevlerinin binleri bulduğu, işsizliğin büyüdüğü ve acımasız kemer sıkma politikalarının bir sonucu olarak sosyal sorunların ağırlaştığı ve emekçilere daha bir dizi faturanın ödetildiği bir ülkede, “Umudun ve birliğin manifestosu”nun işçi ve emekçilerde büyük bir destek göreceği bekleniyordu. İşçi Parti’sinin beklentisinin de bu yönde olduğu, Corbyn’in, “Açıkçası parti için çok hayal kırıklığına yol açan bir gece oldu” açıklamasından da anlaşılıyor. Corbyn, yaşadığı kötü sonucun tesellisini ise “Ancak şunu söylemek istiyorum, bu seçim kampanyasında bir umut bildirisi sunduk” cümlesiyle açıklıyor.
Brexit’in “toplumu fazlasıyla kutuplaştırdığını, normal siyasi tartışmaların çoğunu geçersiz kıldığını” belirten Corbyn, “bu kutuplaşmanın da sonuca tesir ettiğini ve İşçi Partisi’nin ülke genelinde aldığı sonuca katkıda bulunduğunu” dile getirerek, önemli bir gerçeğe işaret ediyor. Zira Muhafazakarların başarılı olmasında önemli bir etken olan Brexit’in, İşçi Partisi’nin hezimete uğramasında da temel önemde bir faktör olduğu görüldü.
Seçim kampanyasını “Manifesto”da yer alan talepler ekseninde ve “Azınlığın değil, çoğunluğun iktidarı” sloganıyla yürüten Corbyn, Brexit konusunda bir tutarsızlık içindeydi. Ülkenin AB’den ayrılması konusunda toplumun adeta tam ortadan ikiye bölünmüş olduğu bir durumda, İşçi Partisi seçmenleri de aynı olguyla yüz yüzeydiler. İşçi Partisi de iki ayrı kampa bölünmüş ve üyelerinin büyük bir bölümü AB’den ayrılmaya karşı bir tutum içindeydi. Zira onlar, AB’yi, artı AB’den gelen ve “bir akın” halinde gelecek olan AB’li göçmenleri, yaşadıkları yıkımın sorumlusu olarak görmekte; Yunanistan örneğinde olduğu gibi, AB’nin öteki üye ülkelere dayattıkları politikaların bu ülkelerde yarattığı yıkım karşısında korkuya kapılmaktadırlar.
Yanı sıra 2019 seçimlerinin, 2016 halkoylamasının bir biçimi ya da tekrarı olarak algılandığı bir atmosferde, Corbyn’nin Brexit konusunda ikinci bir halkoylamasına gideceklerini ilan etmesi ve yeni bir halkoylamasında tarafsız kalıp, seçmeni evet veya hayır oyu vermeye çağırmayacağını söylemesi gibi çaresizlik ifadesi olan bir tutum takınması, Brexit oylamalarıyla bunalan seçmenlerde öfkeye yol açtı. Corbyn, parti içinde de sol ve sağ kanadın basıncı altındaydı. Tüm bunları tamamlayan öteki bir faktör ise, İşçi Partisi liderinin medya, sermaye çevreleri, dinci ve ırkçı-milliyetçi odaklar tarafından, Yahudi düşmanı olduğu, teröristlerle dostluk kurduğu, azılı bir komünist ve ulusal güvenlik için bir tehdit olduğu vb. her türlü kirli ve yalan kampanyanın hedefi olmasıydı.
Brexit macerası ve gelinen son nokta
2016 yılında Birleşik Krallık’ta yapılan referandumla başlayan Brexit serüveni, halkın %51,89’unun AB’den ayrılmaya karar vermesi ile başlamış ve emekçileri bunaltan büyük bir siyasi krize dönüşerek, bugüne kadar gelmişti. Gelinen aşamada ve kazanılan seçim zaferinin ardında Johnson, “Brexit’i gerçekleştirmek için gereken güçlü yetkiyi aldıklarını” ve dolaysıyla “Brexit’in gerçekleşmesi yolundaki tüm engellerin kalktığını” övgüyle duyurdu. Zira AB ile vardığı Brexit anlaşmasını, 650 üyeli Avam Kamarası’nda başka bir partinin desteğine gerek kalmadan geçirebilecek ve İngiltere, 31 Ocak 2020’de AB’den ayrılmış olacak.
Nitekim Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasını düzenleyen Brexit anlaşmasına ilişkin yasa tasarısı parlamentonun alt kanadı Avam Kamarası’nda kabul edildi. Başbakan Boris Johnson’un sunduğu tasarının büyük oy çoğunluğuyla kabul edilmesi üzerine, ülkenin 31 Ocak’ta AB’den ayrılmasının önündeki ilk engel aşılmış oldu.
Tasarıya ilişkin değişiklik maddelerinin 7-9 Ocak tarihleri arasında görüşülmesi ve 9 Ocak’ta nihai oylamanın yapılması öngörülüyor. Bunun ardından tasarı Lordlar Kamarası’nın onayına sunulacak. Böylelikle, daha önce ertelenen Brexit’in 31 Ocak’ta gerçekleşmesi bekleniyor. Bu tarihten sonra, ekonomik ve ticari ilişkiler açısından sert bir geçişin önlenmesi için geçiş süreci başlayacak. Bu dönemde Birleşik Krallık, AB iç piyasasına dahil olmayı ve Gümrük Birliği’nde kalmayı sürdürecek. Bu dönemde taraflar arasında yeni bir serbest ticaret anlaşması için müzakereler yürütülecek.
Fakat Boris Johnson’un önünde zorlu bir Brexit süreci uzanıyor. Ekonomik pazarlıklar bir yana, AB emperyalistleri, Brexit’in “ayrılıkçı” etkilerde bulunacağı ve kendi ülkelerinde de bunun gündeme gelebileceği endişesinden hareketle, Boris Johnson’a pek de “kibar” davranmayacak ve burnunun sürtmesi için ellerinden geleni artlarına koymayacaklardır.
Şüphesiz işçi ve emekçi kitleler, AB’den ayrılmanın da bir bedeli olduğunu ve bunu ödemek zorunda kalacaklarını acı deneyimleriyle göreceklerdir. İngiltere işçi sınıfı ve emekçileri AB’den çıkmak ya da çıkmamanın kendileri için herhangi bir değişiklik yaratmayacağı, sermayenin kendilerini hedefleyen çok yönlü sosyal yıkım saldırısının serleşerek devam edeceğini, dolayısıyla büyük maddi ve manevi yıkımlarla yüz yüze kalacaklarını yaşayarak görecekler ve sermayeye karşı bir kez daha mücadele yolunu tutacaklardır.