23 Haziran’da yapılan İngiltere’deki referandumdan Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı çıktı. İngiltere, Kuzey İrlanda, İskoçya ve Galler’i kapsayan Birleşik Krallık’ta gerçekleştirilen Avrupa Birliği referandumunda seçmenler, yüzde 48’e karşı yüzde 52 oyla AB’den ayrılma yönünde oy kullandı. Bu “acı” sonuç, AB emperyalistleri için Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier’in ifadesiyle “gerçekten iç karartıcı” oldu. Dünyanın beşinci, Avrupa Birliği’nin ise ikinci büyük ekonomisine sahip olan Britanya’nın Avrupa Birliği’nden ayrılma eğilimi, tüm Avrupa’da olduğu gibi dünyada da büyük bir sarsıntı yarattı.
“Bir belirsizliğin habercisi ve serbest ticarete olası bir darbe” olarak değerlendirilen Brexit’in, Asya, Avrupa ve ABD’deki piyasalar üzerinde etkisi düşüş olarak kendisini gösterdi. Altın ve dolar zirveye tırmandı. Sterlin dolar karşısında yılın en düşük seviyesine geriledi. Avrupa borsalarında yüzde 8’e varan kayıpların yaşandığı iddia edildi. Avrupa Birliği’nden ayrılmanın ilk eldeki başka sonuçları ise, Fransa ve Hollanda başta olmak üzere birliğin başka ülkelerindeki aşırı sağ ve ırkçı partilerin söz konusu ülkelerin birlikten ayrılması amacıyla referandum talep etmeleri oldu. Bunu, İskoçya ile Kuzey İrlanda’nın bağımsızlık talebi takip etti. Öyle ki İskoçya’nın bağımsızlığı üzerine ikinci bir referandumdan söz edilmeye başlandı bile. Brexit’in bu ilk etki ve sonuçları Birleşik Krallık’ın parçalanabileceğinin, AB’nin ise dağılabileceğinin başlangıcı olarak görülüp yorumlanmasına yetebildi.
Brexit; “bir zincirleme reaksiyon”un başlangıcı mı?
Geçtiğimiz yıl, seçimi kazanmak, partisi içindeki ayrılığa engel olmak ve Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin (UKİP) güçlenmesini engellemek için referandum sözü veren Başbakan Cameron, partisi içindeki ayrılığı önlemek bir yana, onu daha da derinleştirdi. Partisindeki 6 bakanla birlikte 84 milletvekilinin AB’den ayrılma kampanyası yürütmesi bunun somut ifadesi oldu. Brexit’çilerin kazanmasıyla da birlikte kendi başbakanlığının sonunu getirmekle kalmadı, AB’ye de büyük bir darbe vurdu ve küresel ölçekte krize yol açtı. Bunun için de AB şefleri tarafında tüm bu iç karartıcı sonuçların sorumlusu olarak ilan edilip azarlanmış oldu.
İngiltere’nin AB’den çıkışının bir domino etkisi yaratacağı ve bunun da AB için yeni felaketlerin kapısını aralayabileceği korkusu ortak bir kanı olarak dile getiriliyor. Brexit’in hemen ardından Holllanda’nın aşırı sağcı Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders AB’den çıkmanın oylanacağı bir NExit oylaması isteyerek, “Kendi ülkemizi, kendi paramızı, kendi sınırlarımızı ve kendi göçmen politikamızı kendimiz yönetmek istiyoruz” çağrısı yaptı. Fransız ırkçı partinin lideri Marine Le Pen de aynı çağrıyı yaptı. Birçok AB üyesi ülkede AB üyeliğine olumlu bakanların oranının sürekli bir gerileme yaşaması da dağılma endişesinin somut olguları arasında sayılmaktadır.
Avrupa Parlamentosu Başkanı Schulz, Britanya’nın yolunu izleyen başka üye devletlerin yol açacağı “bir zincirleme reaksiyonu” AB’nin nasıl önleyebileceği konusunda kriz toplantıları sürdürdüklerini açıklıyor. Zira Avrupa Birliği üyesi ülkelerin tümünde yabancı düşmanı ve ırkçı akımlar üzerinden “Kendi ülkemizi, kendi paramızı, kendi sınırlarımızı ve kendi göçmen politikamızı kendimiz yönetmek istiyoruz” sloganı güçleniyor ve ayrılma talep eden referandum çağrıları yaygınlaşıyor.
“AB efsanesi”nin sonu
Avrupa Birleşik Devletleri’nin bir hayal olmadığı, kapitalist gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak Avrupa uluslarının bu hedefe varacağı, ulus devletlerin aşılacağı, tek bir dünya tekelinin ve giderek dünya devletinin oluşacağı, dolaysıyla rekabetin ve savaşların insanlığın gündeminden çıkacağı ve kalıcı barışın sağlanacağı inancının çok eskilere dayandığı biliniyor. Ülkeleri aşan uluslararası dev tekellerin ve çok uluslu şirketlerin dünyayı bir ahtapot gibi sardığı gerçeğinden hareketle AB bu yolda atılmış önemli bir adım olarak sunulmakta, “refahın ve demokrasinin”, “barışın ve özgürlüğün” kalesi olarak yüceltilmekteydi. Doğu Avrupa bloku ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle cazibesi artan ve bir dizi ülkeyi adeta bir mıknatıs etkisiyle kendisine çeken AB, sunulanın aksine gerçekten de kapitalist emperyalizmin sömürü ve egemenliğini ve yayılmacı planlarını temsil eden tekellerin barbar Avrupa’sından başka bir şey değildi. Bu gerçek bugün daha geniş işçi ve emekçi kitleler nezdinde görülmekte ve somut olgular üzerinden teyit edilmektedir.
Yarınki akıbetinden bağımsız olarak bugünkü somutluğu içinde var olan Avrupa Birliği’ne baktığımızda yaratılan efsane her bakımdan çökmüştür. Her şeyden önce bir hayal olmadığı iddia edilen “Avrupa Birleşik Devletleri” aslında halen de tam anlamıyla gerçekleşmeyen “büyük bir proje”dir ve yapısal sorunlar içinde bunalmakta, bir çok yanıyla dökülmektedir. Dün kapısına dayanılan ve üye olma “onurunu” elde edenlerle kapısında bekletilenler, (aşırı sağ ve ırkçı partiler üzerinden de olsa) bugün çıkmak için art arda referandum çağrısında bulunmaktadırlar. Diğer taraftan ise kapitalizmin yapısal krizinin tüm faturası AB ülkelerinin tümünde köklü tedbirlerle on yıllardan beridir işçi sınıfı ve emekçilere ödetiliyor. Avrupa işçi sınıfı kemer sıkma politikalarına, reform paketlerine, yeni iş yasalarına, emeklilik yaşının yükseltilmesine, toplu tensikatlara, taşeronlaşmaya ve daha bir dizi yıkım saldırısına insafsızca hedef olmakta, bunun karşısında gösterdiği direnç polis terörüyle bastırılmakta, demokratik özgürlükler budanmaktadır. Bu anlamda “refah ve demokrasi” efsanesi de çoktan çökmüş bulunmaktadır.
Brexit: Sosyal yıkıma sosyal tepki
Neoliberal sosyal yıkım saldırısı kapsam ve derinliğiyle yıldan yıla devam etti ve bu saldırılar AB ülkelerinde işçi sınıfının yüzyıllık kazanımlarını birer birer budamaya başladı. Avrupa metropollerindeki acımasız kemer sıkma politikaları ve reform paketleri Avrupa’da işçi ve emekçilerin yaşamında maddi ve manevi yıkımlar yarattı. Britanya’da da özelikle de Thatcher’den başlayan ve Cameron hükümetiyle devam eden sermaye sınıfının zalimliği ve insafsız yıkım saldırıları emekçilerde büyük bir öfke biriktiriyor, tepki mayalıyordu.
Britanya işçi sınıfı ve emekçileri AB’nin, daha fazla sosyal hak gaspları, daha fazla sömürü ve yoksullaşma, daha fazla yıkım ve kriz ve daha fazla geleceksizlik olduğunu yaşadıkları maddi ve manevi yıkımlarla gördüler. Sermaye diktatörlüğünün kendilerine bunlardan başka vaat edebilecek hiçbir şeyi olmadığını başka şeylerin yanı sıra sınıf sezgileriyle de görmeye başladılar. Yıkım saldırılarının sorumlusu olarak AB’yi, mimarı olarak ise Cameron’u gören emekçiler sınıf bilinciyle değil, ama sezgileriyle ve biriken tepkileriyle AB’yi ve David Cameron’u cezalandırmış oldular. Aşırı sağ ve ırkçı akımlar sınıf ve emekçilerde büyüyen hoşnutsuzluk ve öfkeyi, milliyetçilik, şovenizm ve göçmen karşıtı yabancı düşmanlığıyla karakterize edilen başarılı bir kampanyayla gericiliğin ve milliyetçiliğin güçlenmesine dayanak yapabilmişlerdir. Yabancı düşmanı ırkçı akımlar AB karşıtı duyguları ve kemer sıkma politikalarının yol açtığı toplumsal yıkımı, sosyal demagojiye de başvurarak gerici amaçlarla kullanmayı başarabilmişlerdir.
Ağır toplumsal sorunların ve sosyal yıkımın yarattığı hoşnutsuzluk kendine anti-kapitalist bir kanal bulamadığı ve sermaye diktatörlüğüne yönelmediği durumda yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın yükselişinin ve neo-faşist hareketlerin güç kazanmasının imkanı olabilmektedir. Irkçılık ve neo-faşist hareket bugün Avrupa ülkelerinin tümünde sermaye diktatörlüğünün elinde sınıf mücadelesini gerçek hedeflerinden alıkoymanın ve onu düzen içi kanallar içinde boğmanın önemli bir imkanı ve aracı durumundadır. Bu aracın bizzat emperyalist burjuvazinin açık desteğiyle kışkırtılıp büyütüldüğünü biliyoruz.
Dünya kapitalizminin yaşadığı krizi işçi sınıfı ve emekçi kitleler için bir fırsata dönüştürmek, sınıfın günden güne büyüyen mücadelesini sorunların gerçek kaynağı olan kapitalizme yöneltmek ve giderek büyük dönüşümlerin ve toplumsal devrimin imkanı olarak kullanmak devrimci bir önderlik sorunudur. Bunun olmadığı ve başarılamadığı koşullarda işçi ve emekçi kitleler ırkçı ve neo-faşist akımların toplumsal temeli olabilmektedir.