Daha önce TKİP Merkezi Yayın Organı Ekim'in Ocak 2017 tarihli 306. sayısında yayınlanan değerlendirmeyi Küba Devrimi'nin önderi Fidel Castro'nun 8. ölüm yıldönümü vesilesiyle okurlarımıza sunuyoruz...
Büyük bir devrimcinin ardından…
Uzun ömrüne olağanüstü bir yaşam sığdıran Fidel Castro olağan bir ölümle aramızdan ayrıldı. Yaşamı kadar ölümü de büyük yankılar yarattı. Dünya ölçüsünde günlerce dostları kadar düşmanları da onu konuştular. Yaptıklarıyla dünya tarihine malolmuş büyük insanlara özgü bir durumdur bu.
Emperyalizmin hizmetindeki basın yayın organları bile yeri geldiğinde günümüz dünyasında emperyalizmin bu en tanınmış düşmanından “Küba’nın efsanevi lideri” diye söz etmekten geri duramamışlardır. Bilindiği gibi kişilere ilişkin “efsanevi” nitelemesi tümüyle olumlu anlam yüklüdür; gerçekleştirilmesi zor, hatta imkansız gibi görünen önemli işleri büyük bir cesaret, kararlılık ve yetenekle başarabilmeyi, sözkonusu olan tarihsel bir kişilik ise eğer, böylece insanlık düzeyinde ünlenmeyi dile getirir. Fidel Castro’da olan da tam olarak buydu. O, 20. yüzyılın yaşarken efsaneleşmiş nadir devrimci liderlerinden biri ve yazık ki sonuncusuydu.
Devrimci pratikten devrimci teoriye
Toprak sahibi zengin bir aileden gelen Castro, aktif siyasal yaşama üniversite eğitimi ile birlikte başladı ve daha baştan öğrenci lideri olarak öne çıktı. Üniversite yaşamının daha ilk yılında Dominik diktatörünü devirmeye yönelik sonuçta başarısız kalan bir hazırlığa, ikinci yılında ise uluslararası bir öğrenci etkinliği kapsamında rastlantı olarak bulunduğu Kolombiya’nın başkenti Bogota’daki halk ayaklanmasına katıldı. Sonradan tarihsel kişiliğinin en temel yönlerini belirleyecek olan devrimci ve enternasyonalist niteliklerinin eylem içindeki ilk belirtileriydi bunlar.
Fakat Castro henüz ne komünist, hatta ne de devrimciydi. Ateşli bir yurtsever ve ahlaki duyarlılığı yüksek bir demokrat olarak, henüz Karl Marx’ın değil, fakat yalnızca Küba yurtseverliğinin büyük ismi Jose Marti’nin bir hayranıydı. İlk diktatörlüğü döneminde Batista ile girdiği ilişkilerle lekelenmiş ve oportünizme batmış olsa da Küba siyasal yaşamında bir yeri olan ve önemli bir tarihsel mücadele geleneğinden gelen komünist partisinin değil, fakat çürümüş ve mafyalaşmış o günkü rejime ahlaki öfkenin temsilciliğini yapan burjuva demokrat bir partinin üyesi, onun sol kanat mensubuydu. Batista’nın 10 Mart 1952’deki askeri darbesine kadar da durum buydu ve Fidel Castro o sıra, avukat olarak meslek yaşamına atılmış 26 yaşında yetişkin bir insandı.
Siyasal yaşamının dönüm noktası, Batista’nın anmış bulunduğumuz askeri darbesidir. Sözü edilen burjuva partisinden milletvekili adayı olmaya hazırlanan Castro, askeri darbenin ardından hızla devrimci bir çizgiye kaydı. O sıralar Movimiento (Hareket) ismini taşıyan kendi örgütünü kurmaya yöneldi ve onun yeraltı basınında devrimi şu sözlerle yüceltti:
“İçinde bulunduğumuz an devrimcidir, siyasal değildir! Siyaset bunun için parası ve aracı olanların işidir. Devrim gerçek hizmet için, hakiki değer ve ideallerin taşıyıcıları için yol açar; kendini adayanlar, bayrağı yüksek tutanlar için. Küba’yı kurtaracak olan devrimci parti genç, devrimci ve kökü halkta olan bir önderliğe sahip olmalıdır”.
Düzen içi politik yaşamdan köklü devrimci bir kopuş anlamına gelen bu sözler, Küba’nın sonraki tarihi tarafından tamamen doğrulanmış bir öngörüyü daha ilk adımda dile getirmektedir. Tam da dendiği gibi oldu: “Devrim gerçek hizmet için, hakiki değer ve ideallerin taşıyıcıları için”, “kendini adayanlar, bayrağı yüksek tutanlar için” yolu açtı. Küba devriminin zaferi ve sonrası, bunun açık bir tarihsel doğrulanması oldu. Aynı şekilde Küba’yı kurtuluşa götürecek devrime önderlik eden “parti” (gerçekte “hareket”) de, genç, devrimci ve zamanla halk kitleleri içinde güçlü biçimde kök salan bir önderlik sayesinde bunu başardı.
Fakat devrim çizgisine bu açık geçişe rağmen Fidel Castro hala da marksist değildi. Üstelik devrimci siyasal yaşamının bu ilk adımından da öte, ta devrimin zaferine kadar da değildi. 26 Temmuz 1953’te Moncada Kışlası Baskını ile başlayan ve 1 Ocak 1959’da zaferle taçlanan devrim süreci boyunca Fidel Castro yalnızca halkçı bir devrimci demokrattı. Yalnızca gerçek nesnel konumu bakımından değil, fakat bizzat öznel kişisel iddia bakımından da bu böyleydi. Marksist ya da komünist olduğuna dair değil bir iddia, bir iması bile sözkonusu değildir, bütün bu tarihsel dönem boyunca. Küba Devrimi’nin sosyalizm iddialı bir yönelime girmesi ve bu çerçevede Fidel Castro’nun kendini marksist ve dolayısıyla komünist olarak nitelemesi, ABD emperyalizminin devrimin hemen ardından onu boğmaya yönelik çok yönlü yoğun girişimlerinden sonradır.
Kuşkusuz bu Castro’nun Marksizmi artık nihayet bu dönemde keşfettiği anlamına gelmemektedir. Eğitimli ve sol eğilimli bir aydın olarak Marksizm ile ilişkisi elbette çok daha erkenden başlamıştı. İspanyol yazar Ignacio Ramonet ile uzun konuşmaların ürünü olan ve bir tür otobiyografisi kabul edilen (nitekim İngilizce ve Almanca’ya “Yaşamım” başlığı ile çevrilmiştir) kapsamlı eserde (İki Ses Bir Biyografi, 2006 yılında yayınlandı, aynı yıl Türkçe’ye de çevrildi), Castro, Marksizm ile Batista darbesi öncesinde, daha öğrencilik yıllarında yüzyüze geldiğini, Marx’tan okuduğu ilk kitap olan Komünist Manifesto’nun kendisini derinden etkilediğini son derece övücü ve vurgulu sözlerle dile getirir. Marx öncesinde, daha çok da Jose Marti’nin etkisi altında, yoksulluğa, adaletsizliğe, eşitsizliğe ahlaki öfke duyan bir tür ütopik komünist olduğunu, oysa Marx ile birlikte tarih ve toplum konusunda bilimsel bir bakış açısı edindiğini, toplumu gerçek ilişkileriyle anlama ve sınıf mücadelesi bakış açısıyla yorumlama yeteneğini böylece kazandığını söyler. Fakat yazık ki bu ayrıntılı kitap içinde, buna rağmen neden devrim sonrasına kadar açık marksist bir ideolojik tutum ve siyasal kimlikle ortaya çıkmadığına ya da çıkamadığına ilişkin herhangi bir bilgi ya da açıklama yer almaz.
Hapislik yıllarında Marksizmi özel bir ilgi ile incelediğini bildiğimiz Fidel Castro’nun bu sıra yazdığı mektuplarının birinde (Mart 1954), Victor Hugo ile Marx’ın Louis Bonaparte konulu kitaplarını karşılaştıran sözleri bize, onun en azından o günlerde Marx ve Marksizmi nasıl gördüğü konusunda açık bir fikir vermektedir:
“Karl Marx bu aynı III. Napoleon konusunda, şu adı taşıyan müthiş bir kitap yazmıştır: Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i. Tarih’in bilimsel realist bir anlayışla tamamen romantik olan bir telif şekli arasındaki çok büyük fark, ancak bu iki kitabın kıyaslanması ve yanyana konmasıyla anlaşılabilir. Hugo’nun şanslı bir maceraperestten başka bir şey görmediği yerde Karl Marx toplumsal tezatların kaçınılmaz sonucunu ve belirli bir anda egemen çıkarların mücadelesini görür. Tarih, biri için bir tesadüf, diğeri için de yasaların yönettiği bir gidiş tarzıdır.”
Marx’ın ünlü kitabı hakkında ancak inançlı bir marksistin söyleyebileceği en övücü sözlerdir bunlar. Sözkonusu karşılaştırmayı, kitabının ikinci baskısına 1869’da yazdığı Önsöz’de, bizzat Marx’ın kendisi de aşağı yukarı bu aynı çerçevede yapar. Dolayısıyla Castro’nun sözleri bir bakıma Marx’ın sözlerinin bir tekrarıdır. Fakat bu onun daha o yıllarda, Marx ve Marksizm’den nasıl derinden etkilendiğinin de açık bir tarihsel kanıtıdır.
Fidel Castro’nun bütün bir devrim öncesi süreç boyunca açık ve net biçimde tanımlanmış bir ideolojik kimliği yoktu ama derinden bağlı bulunduğu bir davası vardı. Bu dava için daha en baştan hayatını sakınmasız biçimde ortaya koydu. Daha ilk adımda birden fazla kez ölümden döndü. Ama davasına bağlılığını ölümüne korudu ve tarihin açıklıkla tanıklık ettiği gibi, bu onun bütün bir yaşam çizgisini belirledi. Küba’nın özgürlüğü ve bağımsızlığı, Küba halkının mutluluğu ve refahı, Castro’nun davasının daha baştan kendini gösteren temel çizgileri, esas içeriği idi. Ve bu içerik devrimci sürecin akışı ve dinamizmi içinde zamanla genişledi, derinleşti, toplumsal ve enternasyonal boyutlar kazandı. Bu sürecin kaçınılmaz zorunlulukları, Fidel Castro’yu zaman içinde daha da ileriye itti, açık ve kararlı bir tutumla Marksizme ve sosyalizme yöneltti. Devrimin zaferini önceleyen döneme egemen sınırlı ve güdük bir burjuva demokratik devrim (Castro’nun kendi nitelemesiyle, “ulusal kurtuluş devrimi”) programı hızla aşıldı. Küba Devrimi derin toplumsal bir içerik kazanarak sosyalizme ve enternasyonalizme yöneldi.
Sınırlarını parçalayan devrim
Fidel Castro’nun kendi devrimci gelişim çizgisine benzer bir biçimde, Küba Devrimi de alışılmış ölçü ve kalıpların dışında, tümüyle kendine özgü bir devrim olarak gelişti. Bu onun ya son derece istisnai özel bir örnek sayılıp küçümsemesine, ya da tersinden başarının biricik geçerli modeli sayılıp ölçüsüz biçimde abartılmasına yol açtı. Kaçınılmaz bir biçimde şu veya bu ölçüde genel ve evrensel öğeler içerse de, gerçekte her devrim kendine özgüdür. Kendine özgü koşulları, gelişim dinamikleri ve seyri vardır ve bu nedenle hiçbir biçimde taklit edilemez. Fakat Küba Devrimi’nin özgünlüğü bu genel kuralın da ötesindedir ve dünya solunda çokça tartışmalara konu edilmesi aynı zamanda bundan dolayıdır.
Öte yandan, eğer Küba Devrimi kendi başlangıç sınırları içinde kalsaydı, sınırlı bir burjuva demokratik devrim olarak gene de bir değer taşırdı ama uluslararası düzeyde ciddi tartışmaların konusu olmazdı. Önemi ve yankısı Küba’nın sınırlarını çok da aşmazdı. Ama zaferin ardından kendi dar sınırlarını parçalayınca, toplumsal içerik yönünden hızla radikalleşerek sosyalizme ve bunun tamamlayıcısı olarak enternasyonalizme yönelince, bütün bunları da sistemin jandarması ABD’nin burnu dibinde ve bizzat ona karşı inanılmaz bir direnme gücüyle başarınca, Küba Devrimi dünya ölçüsünde yankılandı, uluslararası bir tarihsel anlam ve önem kazandı.
Zaman, hele de Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşü, bunun gücünü azaltmadığı gibi, tersine, daha da artırdı. Zira ülke olarak sistem karşısında neredeyse bir başına kalmanın kaçınılmaz etki ve sonuçlarıyla boğuşurken yaşadığı sorunlara, düştüğü zaaflara ve yüzyüze kaldığı ciddi risklere rağmen, bugün Küba hala da direniyor. Küba Devrimi 20. yüzyıl devrimleri içinde maddi varlığını ve kazanımlarını, dolayısıyla soluğunu, 21. yüzyıla taşımayı başarabilmiş tek devrim örneği olarak duruyor karşımızda. O bu bakımdan da son derece kendine özgüdür ve bu olgu Fidel Castro’nun tarihsel devrimci kişiliği ile sıkı sıkıya bağıntılıdır. Tarihsel sürecin ve olayların ışığında kesin olarak söylemek gerekir ki, bu başarıyı Fidel Castro’suz düşünebilmek olanağı yoktur.
Özgünlükleriyle Küba Devrimi
Aralık 1975’te toplanan Küba Komünist Partisi 1. Kongresi’ne sunduğu kapsamlı rapora (1977 yılında Sorun Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrildi) Küba Devrimi’nin “tarihsel çözümlemesi” ile başlayan Fidel Castro, devrimin tarihsel temellerini ve birikimlerini yüz yıla yaklaşan bir perspektif üzerinden ortaya koyduktan sonra, “Moncada’ya saldırıdan beş yıl beş ay ve beş gün sonra, Küba’da Devrim muzaffer oldu” der. Burada devrimin başlangıç noktası sayılan Moncada Kışlası Baskını, anlık hedefleri yönünden tümüyle başarısız kalsa da, Fidel Castro’nun ülke çapında devrimci bir lider olarak tanınmasına ve daha sonra 26 Temmuz Hareketi’nin resmi oluşumuna vesile olduğu için tarihi bir önem taşımaktadır. Bizzat Castro’nun kendisi aynı raporda, Moncada olmasaydı Granma, Sierra Meastra’daki mücadele ve dolayısıyla devrimin zaferine götüren bütün bir süreç de olmazdı der.
Devrimin zaferi “beş yıl beş ay ve beş gün sonra” geldi ama bunun yaklaşık iki yılını başarısız baskını izleyen hapislik dönemi ve 18 ayını ise sürgünde geçen Granma hazırlığı oluşturuyordu. Bu durumda geriye kalan yalnızca 25 aydır ve bir devrim için son derece kısa sayılabilecek bu süre, Küba Devrimi’nin kendine özgü yönlerinden denebilir ki ilkidir.
Devrime homojen kimliğe sahip herhangi bir devrimci partinin değil, fakat ideolojik ve sınıfsal yapısı ile heterojen bir “hareket”in önderlik etmiş olması, Küba Devrimi’nin kendine özgü bir öteki yönüdür. 1955 Mayısı’nda hapisten çıkışı izleyen günlerde resmen 26 Temmuz Hareketi adını alan bu hareket, ideolojik bakımdan heterojen ve program yönünden ise kurulu düzenin içine sığabilen alabildiğine ılımlı bir konumdaydı.
Bizzat Fidel Castro’nun kendisi, 26 Temmuz Hareketi’nin “siyasal bir parti değil devrimci bir hareket” olduğunu, “Küba’da siyasal demokrasinin yeniden kurulmasını ve toplumsal adaletin sağlanmasını samimiyetle isteyen her Kübalıyı” saflarına almaya hazır olduğunu söylemiştir. Bu da onun gerçekte bir cephe hareketi olduğunu, bir tür sınıflar ittifakı bileşimini meydana getirdiğini gösterir. Nitekim içerdiği birbirinden farklı ideolojik eğilimler bunun bir göstergesidir. Hareketin saflarında Raul Castro ve Che Guevara gibi daha baştan Marksizm iddialı kadrolar olduğu gibi komünizm karşıtı burjuva eğilimler taşıyan ve devrimden hemen sonraki tutumlarıyla da bunu açıkça gösteren kimseler de vardı.
Devrimin bir parti, hele de komünist bir sınıf partisi önderliğinden yoksunluğunun bir parçası olarak belirtmek gerekir ki, işçi sınıfı hareketi içinde belirli bir gücü olsa da, uzun yıllardır kaba oportünist bir çizgide bulunan Küba’nın tarihsel “komünist partisi” (Sosyalist Halk Partisi), son altı ayına kadar Castro önderliğindeki hareketin sürüklediği devrimci sürecin tümüyle dışında değilse bile ancak kenarındadır.
Küba Devrimi’nin üçüncü bir özgün yönü, devrimde işçi sınıfı önderliğinden hiçbir anlamda söz edilemez olmasıdır. Devrime önderlik eden hareket hiçbir biçimde komünizm ya da Marksizm iddiası taşımadığı için, işçi sınıfının bir dönemin Türkiye solunda sözü edilen türden bir “ideolojik önderliği” dahi herhangi bir biçimde sözkonusu değildir. Kuşkusuz işçi sınıfı hareketinin devrim süreci içinde belirli bir yeri vardı. Dahası Batista’nın kaçışı sonrasında devrimin zaferinin bir takım oyunlarla boşa çıkarılmaya çalışıldığı en kritik günlerdeki militan genel greviyle devrimin kesin zaferine özel bir katkısı da var. (Anmış bulunduğumuz tarihi raporunda Fidel Castro bu gerçeği, “Devrimci genel grevle, işçi sınıfı nihai savaşa kesin bir katkıda bulundu” sözleriyle dile getirir). Ama halk sınıflarından biri olarak bu sınırlardaki bir katkısı ve katılımıyla işçi sınıfı, devrimci sürecin öncüsü olmak bir yana temel gücü bile olamamıştır. Küba Devrimi’ne öncü ve sürükleyici güç olarak damgasını vuran, farklı kesimleriyle devrimci küçük-burjuvazi olmuştur
Bu gerçek bizi dördüncü bir özgün yöne bağlıyor. Bu, Küba Devrimi’nin esas olarak köylü destekli dar bir gerilla hareketi olarak gelişmesidir. Granma çıkarması sonrasında “12 adam 7 tüfek” ile başlayan gerilla mücadelesi, zaferin hemen öncesinde gerilla gücü olarak 3.000 kişiye ancak ulaşabilmiştir. Silahlı donanım yönünden son derece zayıf ve sayısal yönden bu oldukça sınırlı gücün Batista’nın modern eğitimli ve donanımlı 30.000 kişilik ordusunu ezerek rejimin askeri aygıtını parçalaması, bu inanılmaz başarı, Küba Devrimi’nin zaferinde belirleyici önemdeki etkendir.
Bunu göz önünde bulundurmak kaydıyla, Küba Devrimi’nde kentlerdeki mücadelenin de önemli bir rol oynadığını özellikle vurgulamak gerekir. Öğrenciler, işçiler, kent küçük-burjuvazisi ve kısmen orta katmanlar, kentlerdeki mücadelelerde kitlesel olarak yer almışlardır. 26 Temmuz Hareketi’nin kent sorumlusu olan Frank Pais’in öldürülmesinin Santiago de Cuba’da kendiliğinden bir genel grevle protesto edilmesi, kent dinamikleri konusunda bir fikir vermektedir. Daha da önemli olan nokta, özellikle başkent Havana’da olmak üzere bu mücadelede 26 Temmuz Hareketi dışındaki öteki bazı sol siyasal güçlerin oynadığı etkin roldür. 1930’lardaki devrimci mücadele mirasına dayanan ve kentlerdeki mücadelede özel bir yeri olan Direktoria Hareketi bunlar içinde özellikle öne çıkanıdır.
Bütün bunlardan çıkan sonuç, sürükleyici dinamik gücünü köylü destekli kırsal gerilla mücadelesi oluştursa da, Küba Devrimi’nin gerçekte kentleri de dinamik bir biçimde kapsayan bir halk devrimi olduğu gerçeğidir.
Bir başka çok önemli özgün yön olarak, 26 Temmuz Hareketi şahsında devrimin önden ilan edilmiş programına geliyoruz. Bu özellikle önemlidir, zira Fidel Castro’nun kendisinin de kabul ettiği gibi, sözkonusu programın sınırlı ve dolayısıyla devrimci ölçülerle alabildiğine ılımlı niteliği, zaferin kolayca elde edilmesinde önemli bir faktör olmuştur.
Herhangi bir açık ideolojik çizgi ve program ortaya koymadan Batista’yı devirmek üzere silahlı mücadeleye yönelen ve buna da Moncada Kışlası Baskını ile başlayan Fidel Castro, bu başarısız baskının ardından tutuklanıp yargılanınca, ünlü tarihi savunmasında devrimin beş maddelik programını (kendisi bunu “devrimin beş kanunu” olarak tanımlar) ilan etmek olanağı buldu. Castro savunmasında, gerçekte bu beş maddelik programın baskın öncesinde hazır olduğunu, başarılı olmak durumunda radyodan okunacak bildiriyle ilan etmeyi düşündüklerini söyler.
Devrimin zaferine kadar korunan sözkonusu program, 20. yüzyılın alışılmış halkçı devrimci demokratik programlarıyla kıyaslanamayacak denli dar ve sınırlıdır. Fidel Castro ve önderlik ettiği hareketin o dönemki politik konumu ve kimliği düşünüldüğünde, programda kapitalizme ilişkin herhangi bir atfın olmaması tamamıyla anlaşılır bir durumdur. Ama 26 Temmuz Hareketi’nin güçlü ulusal yönüne rağmen programda emperyalizme ilişkin de herhangi bir doğrudan atıf yoktur ve dolayısıyla emperyalizme karşı dolaysız herhangi bir tutum ya da önlem de tanımlanmış değildir.
Program bir sınıfsal iktidar değişimini değil, fakat iktidarı askeri darbeyle gaspetmiş bir tiranın ve çetesinin tasfiyesini, derhal yeniden yürürlüğe konulacak “1940 Anayasası” çerçevesinde siyasal demokrasinin inşasını öngörmektedir. Castro’nun savunmasındaki sözleriyle:
“Devrimin ilk kanununun hedefi halka egemenliğini vermek ve halk değiştirmek ya da tamamen kaldırmak kararını verinceye kadar 1940 Anayasası’nı Devlet’in gerçek Yüksek Kanunu olarak ilan etmekti.”
Devrimin zaferini izleyecek geçici dönemde ise tüm iktidarı geçici devrim hükümeti üstlenecek ve o bu yoğunlaşmış yetkiyi öncelikle devlet aygıtının temizlenmesi için kullanacaktı. Sözkonusu olanın mevcut devlet aygıtının parçalanıp tasfiye edilmesi değil, fakat yalnızca birbirini izleyen yozlaşmış ve mafyalaşmış diktatörler dönemindeki kirliliğinden arındırılması olduğunun özellikle altını çizmek gerekir.
Programın ilk maddesini oluşturan bu siyasal önlemi başta toprak reformu olmak üzere emekçileri ilgilendiren toplumsal reformlar izlemektedir. Mevcut mülkiyet düzenine dokunan en ciddi önlem toprak reformu olmakla birlikte, programda ne bütün büyük mülk topraklarının kamulaştırılması ve ne de bunun tazminatsız olarak yapılması sözkonusudur. Programa göre 65 hektardan küçük olup da halen zaten kiracı ya da ortakçı köylüler tarafından işlenmekte olan topraklar, onları işleyen köylülere bırakılacak, toprağı elde edicilerden sağlanacak gelirle bedelleri on yıl içinde eski sahiplerine ödenecektir. (Castro tarihi savunmasında “1940 Anayasası”nı referans göstererek, büyük toprak mülkiyetine bir üst sınır getirilmesi gerektiğini de söyler.)
Programın üçüncü maddesi şeker kamışı işletmeleri de dahil tüm büyük sanayi, ticaret ve madencilik işletmelerinde çalışanlara kardan pay, dördüncü maddesi küçük şeker kamışı üreticileri lehine düzenlemeler öngörür. Diktatörlük döneminde yasa dışı yollarla (hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvetle!) halkın sırtından edinilmiş mülk ve servetlere özel mahkemelerin kararları doğrultusunda el konulması, beşinci madde ve programdaki biricik dolaysız kamulaştırma önlemi olarak yer almaktadır.
Hızlı ve nispeten kolay zaferin sırrı
En önemlilerini sıralamaya çalıştığımız tüm bu özgünlüklerden çıkan en önemli tarihi sonuca geliyoruz. Açık ve net bir ideolojik ve sınıfsal kimlikten yoksun bir önderlik, onun vücut bulduğu heterojen bir ılımlı “hareket”, bu hareketin dayandığı daha da ılımlı bir program, bu programdan çıkan ve açık bir sınıfsal iktidar değişimini içermeyen bir strateji, bu strateji etrafında nispeten kolay bir biçimde birleştirilmiş çok geniş bir toplumsal-siyasal güçler koalisyonu... Tüm bunlar Ekim Devrimi’nin zaferiyle birlikte daha kesin bir biçim almış marksist devrim teorisinin uzağında olmanın ötesinde, bu teorinin evrensel doğruları ışığında, yapısal yönden belirgin biçimde kusurlu ya da eksikli sayılabilecek bir olgunun ifadesidirler. Fakat Küba Devrimi’nin kendine özgülüğü işte tam da buradadır. Onun burjuvazinin belli katmanları da dahil oldukça geniş bir güçler ittifakına dayanması, o günkü Küba’nın gerçek efendisi ABD emperyalizmini büyük ölçüde hareketsiz bırakarak gafil avlaması, böylece de alabildiğine hızlı ve kolay zafer elde edebilmesi, tüm bunlar tam da bu sayede olanaklı olabilmiştir. Aynı gerçeği daha farklı bir biçimde ifade edelim: Küba Devrimi’nin devrim teorisi üzerinden bakıldığında kusurlu ya da eksikli görünen tüm bu özgün yönleri bir arada, o günkü Küba’yı yeni sömürgeci bir egemenlik altında tutan Amerikan emperyalizmi ile onun iç toplumsal dayanaklarını, Fidel Castro önderliğindeki mücadelenin amaçlarını, sınırlarını ve de geleceğe yönelik olarak barındırdığı potansiyelleri doğru algılamalarını ve değerlendirmelerini zora sokmuş, böylece de devrimin zaferini alabildiğine kolaylaştırmıştır.
Özü bakımından bu yargıyı gerçekte Fidel Castro da paylaşmaktadır. Devrimin tarihi bilançosunu çıkardığı (ve devrimin tarihinin yeniden yazılması gerektiğini vurguladığı) raporunda, örneğin şunları söyler:
“Sadece en kararlı eylem gerekli değildi, aynı zamanda devrimciler için kurnazlık ve esneklik de gerekliydi. Her aşamada, devrimci hareketin ve halkın zaten (yerine getirmeye) hazır olduğu gündemin amaçları ileri sürüldü ve açıklandı. Ayaklanma mücadelesi döneminde sosyalizmin açıklanması halk tarafından anlaşılamayacaktı ve emperyalizm ordularıyla doğrudan ülkemize müdahale etmiş olacaktı. O günlerde Batista’nın kanlı zûlmünün devrilmesi ve Moncada Programı bütün halkı birleştirdi. Sonraları, etkin ve muzaffer devrimin ilerlemesi duraksamadığında, kimine göre, devrim yanlış yola saptırılmıştı. Fakat bu kimseler gerçek hiyanetin Devrimi yarı yolda durdurmak olacağını gözönüne almayı ihmâl ettiler…”
Ek açıklamalar gerektirmeyecek denli yeterince açık sözler bunlar.
Aynı raporun bir başka yerinde Castro, bir bakıma aynı düşünceyi daha dolaylı bir biçimde dile getirir. Batista darbesi sonrasını ve diktatörlüğe karşı mücadelenin koşullarını değerlendirirken şunları söyler:
“Eski muhalefet partileri mücadele araçlarından, liderlerinden ve bir mücadele stratejisinden yoksundular. Marksist-Leninist Parti, kendi başına, silahlı bir isyanı başarmak için gereken araçlara, güce, ulusal ve uluslararası koşullara sahip değildi. Bu sırada, Küba’da geçerli olan koşullarda bu, yararsız bir fedakarlık olacaktı.”
“Marksist-Leninist Parti”den kasıt, Küba’nın boğazına kadar oportünizme batmış tarihsel komünist partisi, o günkü ismiyle Sosyalist Halk Partisi’dir (PSP). Çoğu durumda olduğu gibi, Fidel Castro, kendi tarihsel büyüklüğünden gelen bir cömertlik ve partinin başlangıç dönemine duyduğu derin saygıdan dolayı, PSP’nin kusurlarından zorunlu olmadıkça söz etmez. Ama burada bu sözler, Batista diktatörlüğünü zor yoluyla devirmek türünden bir mücadeleye hiçbir biçimde niyetli ve yatkın olmayan PSP’yi mazur göstermek ve aklamaktan çok, o günün Küba’sında açık bir komünist siyasal-sınıfsal kimlikle, bunun dolaysız olarak ifade edeceği konum, amaç ve hedeflerle devrim için yola çıkmanın güçlüğü, hele de onu nispeten kısa sürede zafere ulaştırmanın olanaksızlığıdır. Nitekim hemen devamındaki sözler de bu sonuca çıkmaktadır: “Fakat toplumsal ve politik durum ne kadar karmaşık görülürse görülsün, daima bir çaresi vardır. Devrim için nesnel koşullar var olduğu zaman, bazı öznel faktörler olaylarda önemli bir rol oynayabilir. Ülkemizde olan şey de budur...”
Demek ki sorun devrimin olanakları değil, fakat bunu açık komünist bir konum ve kimlik üzerinden başarıya götürebilmenin güçlükleridir. Durumdan devrimci bir çıkış yolu herşeye rağmen vardı; ama bunu 26 Temmuz Hareketi türünden ılımlı ve buradan gelen alabildiğine geniş bir esnekliğe sahip bir hareket değerlendirebilirdi. Castro’nun vurgusundan zorunlu olarak çıkan sonuç budur ve bu sonuç olayların tarihsel seyriyle de doğrulanmaktadır.
Fakat eklemeliyiz ki, 26 Temmuz Hareketi türünden politik yönden ılımlı ve esnek, fakat mücadelede girişken, inatçı ve kararlı bir oluşum da bunu kendi başına başaramazdı. Öyle olsaydı eğer, pekala bu tarihsel onura 26 Temmuz Hareketi ile çok benzer bir konumdaki Direktoria Hareketi de ulaşabilirdi. Kaldı ki Direktoria, 1930’larda Machado diktatörlüğüne karşı verilmiş mücadelede çok özel bir rol oynamış tarihsel bir hareketin dolaysız mirasçısı olarak ve özellikle öğrenciler içinde olmak üzere kentlerdeki gücüyle belli bakımlardan daha avantajlı bir konuma da sahipti. İşi Batista’nın başkanlık sarayına silahlı baskına vardırabildiğine göre, gözüpek eylem inisiyatifi bakımından da Moncada baskınıyla anılan hareketin gerisinde değildi. Ama sonuçta Küba Devrimi’ni başarıya taşıyan o değil, 26 Temmuz Hareketi oldu. Zira bu ikincisinin başında hareketin beyni ve ruhu olan bir lider, Fidel Castro bulunuyordu.
“Fidel Castro Ruz adlı doğa gücü”
Böylece Küba Devrimi’nin en özgün yönüne geliyoruz ve bunun açıklamasını da konuyu bizzat Küba Devrimi’nin özgün yönleri üzerinden ortaya koyan Che’den alıyoruz. Küba Devrimi’nin bir istisna olmaktan çok emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadelenin bir öncüsü olduğu düşüncesini (bir sonraki bölümde bunun üzerinde ayrıca duracağız) ele aldığı bir makalesinde Che, “Kendine özgü etkenlerin Küba Devrimine belirleyici özellikler kazandırdığını kabul ediyoruz” der ve ilk etken hakkında şunları söyler:
“En başta gelen ve belki de en önemli etken, büyüklüğü son yıllarda tarihi boyutlara ulaşan Fidel Castro Ruz adlı doğa gücüdür. Gelecek, Başbakanımızın erdemlerinin kesin değerlendirmesini yapacaktır, fakat onun çağdaşları olan bizler için, Fidel, Latin-Amerika tarihinin en büyük kişiliklerinin safındadır. Fidel Castro’yu çevreleyen olağanüstü koşullar nelerdi? Hayatında ve karakterinde onu yoldaşlarının ve ardısıra gelenlerin çok üstüne yücelten birçok etken vardı. Fidel'in kişiliği öylesine olağanüstüdür ki, hangi harekete katılsa kesinlikle lideri olurdu. Öğrenciliğinden başlayarak ülkemizin yöneticisi ve ezilen Latin-Amerika halklarının sözcüsü haline gelene kadar, tüm devrimcilik hayatı boyunca hep bu yüksek kişisel özellikleri taşıdı.
“Bugün bulunduğu onur ve kişisel özveri doruğuna hakkederek ulaştı. Bilgiyi ve deneyimi hemen özümlemek, belirli bir durumu, en küçük bir ayrıntıyı bile gözden kaçırmadan tümüyle anlamak, geleceğe sınırsız güven beslemek, gelecek konusunda yoldaşlarından daha uzak ve daha keskin bir görüşe sahip olmak gibi başka özellikleri de vardır. Büyük liderlik yeteneğine, cüret, kuvvet ve cesaret de eklenir. İnsanları birbirine bağlama, birleştirme, zayıflatıcı bölünmeleri önleme gücüyle, şef olarak kitle eylemini yönetmedeki ustalığıyla, halka karşı sevgisiyle, geleceğe inancıyla, halkın iradesine kulak vermek için duyduğu olağanüstü istekle, Fidel Castro hiç yoktan varedilen bugünkü Küba Devriminin hayranlık verici aygıtının kuruluşuna Küba’da herkesten çok emek verdi.”
Kendisi de dünya devrim tarihine malolmuş Ernesto Che Guevara gibi dürüst ve güvenilir bir devrimcinin Fidel Castro hakkındaki tarihi tanıklığıdır bu. Küba’nın devrimci lideri 9 Nisan 1961 tarihli bu makaleden sonra hemen hemen bir 56 yıl daha yaşadı. Çok daha zorlu ve karmaşık mücadelelerle geçen bu yarım asrı aşkın soluksuz devrimci yürüyüşün ardından bugün, Che’nin değerlendirmesi çok daha derin bir anlam ve tarihsel değer taşımaktadır.
(Devam edecek...)
(Ekim, sayı 305, Ocak 2017)