Dünya ülkeleri covid-19 salgını karşısında bağışıklık sağlayacak aşı bulabilmek için çalışmalarına hız vermiş durumdayken, çoğu çocuk binlerce insanın önlenebilir hastalıklardan dolayı hayatını kaybetmesi hız kesmiyor. Kızamığın aşısı 1970'lerden itibaren yapılıyor fakat; sadece 2018 yılında kızamık nedeniyle 140 binden fazla insan yaşamını yitirdi. Geçtiğimiz yıllarda kızamık vakaları pek çok ülkede kritik bir aşamaya geldi. Yoksul ülkelerdeki “olağanlaştırılan” tabloya, gelişmiş ülkeler de eklenerek, kızamık küresel ölçekte bir sorun haline dönüştü. Bilimsel verilere göre bir toplumda aşılama oranı %93'ü aşarsa kızamık vakası görülmez. Bu oran ise her geçen yıl düşüyor. Geçen yılın verilerine göre kızamık vakalarında Afrika'da yüzde 700, Amerika kıtasında yüzde 60, Avrupa'da yüzde 300, Doğu Akdeniz'de yüzde 100, Güneydoğu Asya ve Batı Pasifik'te ise yüzde 40 artış gözlemlendi.
Son yıllarda aşı karşıtlığının tırmanışa geçtiği bilinmektedir. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), aşı karşıtlığını 2019 yılı için küresel ölçekteki tehditlerinden biri olarak tanımladı. Aşı karşıtlığı denildiğinde ise akla ilk olarak dini referans alan toplum kesimleri geliyor. Örnekler bu durumu destekler nitelikte. Mesela geçtiğimiz yıl ABD eyaletlerinde patlak veren kızamık salgınlarının aşırı dinci ortodoks mahallelerinde yoğunlaştığı görüldü. Peki, önlenebilir hastalıklardan ölenlerin sorumluluğu tek başına aşı karşıtlarının eğilimlerine yüklenebilir mi? Aşı karşıtları içerisinde dini referanslarla hareket edenlerin yanı sıra ilaç şirketlerine ve aşıların meta olmasına karşı çıkan kesimler de yer alıyor. Binlerce insanın ölümüne yol açan ve salgınları tetikleyen aşılama oranındaki düşüş, tıpkı Covid-19'la mücadelede sorunun bireysel tedbirlere indirgenemeyeceği gibi, ailelerin tercihleriyle de açıklanmaz. Zira, sorunun temelinde toplumun ihtiyaçlarını değil de kendi karlarını öncelik haline getiren, yatırımlarını buna göre yapan ve yaygın aşılama yapmanın koşullarını yaratmayan konumdaki kapitalist devletler bulunmaktadır. Bu nedenle önlenebilir hastalıklar nedeniyle yaşanan ölüm ve salgınların temel nedeni yine kapitalizm olmaya devam etmektedir.
Temel hak ve özgürlükleri boğan, dinsel-gerici referanslara daha fazla ihtiyaç duyan günümüz kapitalist devletlerinde toplum sağlığı için temel önemdeki bağışıklama işi “bireysel özgürlük” alanına terkedilmektedir. Çocuklar için hayati önemde olan ve binlerce çocuğun ölmesini engelleyen aşılama anne-babaların tercihlerine bırakılmaktadır. Dinsel gericiliğin tırmanışa geçtiği günümüzde, aşı karşıtlığı kendisine bulduğu çok fazla dayanakla sayılarını da bir hayli yükseltmekte hiç sıkıntı yaşamamaktadır.
Aşılama, hastalıklara karşı bağışıklamada en güçlü ve en az maliyetli bilimsel yöntemlerden biridir. Sağlık alanının kapitalizmin ihtiyaçlarına terkedilmesi sonucu aşılama da bundan nasibini almış, pek çok ülke aşı üretimine son vermiş ve aşı olmayı zorunluluk olmaktan çıkarmıştır. Özel sektöre bırakılan sağlık alanında aşılama kârlı görülmemektedir. Sermaye tarafından kârlı olmayan bu alanın gözden çıkarılmasına dini referanslar eşlik etmekte ve toplumun sürekli artan bir kesimi ücretsiz olmasına rağmen bulaşıcı hastalıklar için aşılanmayı reddetmektedir. Aşının kamusal bir hak ve toplum sağlığı için zorunluluk olmaktan çıkarılmasına devlet yetkilileri her fırsatta özel çabalarla destek vermekte, “toplumun geri kalmış kesimlerine” atfedilen aşı karşıtlığı eğilimleri bilinçli, sistematik çabalarla güçlendirmektedirler. Hatırlanırsa, 2009 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan domuz gribi aşısı üzerinden, aşı yönteminin isteğe bağlı olmasını savunmuştu. Böylece kişilerin aşı uygulanmasıyla dirençlerinin artırılması ve toplum sağlığına dönük devlet sorumluluğu kişilerin tercihine indirgenmişti. Halihazırda bu yöndeki adımlar benzer açıklamalarla sürekli olarak güçlendirilmekte, temellendirilmeye çalışılmaktadır.
Bugün pek çok ülkede hastalıklarla mücadelede çok etkili bir yöntem olmasına karşın aşılamanın önemi hususunda toplumda farkındalık yaratılmaya çaba harcanmamaktadır. Özelleştirilen sağlık hizmetlerinde performansa dayalı çalışmaya koşulan sağlık çalışanlarıyla toplum arasında kopukluklar yaşanmaktadır. Sağlık hizmeti topluma giden değil, başvuruya dayalı hale getirilmiş durumdadır. Aşılamaya dönük yaptırımların olmaması da aşılama oranındaki düşüşün nedenleri arasındadır. Aşı zorunluluğu ancak pandemik boyutlara vardığında gündeme gelmekte ve yine sınırlı kalmaktadır.
Geçtiğimiz yıllarda yükselişe geçen ölüm oranlarıyla birlikte, tüm dünyayı etkileyen Covid-19 salgını aşının önemini ve yokluğunda dünya için ciddi bir risk oluşturduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Buna rağmen, Covid-19 nedeniyle, hükümetlerin önleyici kitlesel bağışıklama kampanyalarını erteleme eğilimi içinde olduğu görülmektedir. DSÖ ve UNICEF şimdiden, ülkelerin Covid-19 salgını sürecinde rutin bağışıklık sistemlerini eksiksiz uygulaması gerektiği üzerine uyarılarda bulunmaktadır. Yetersiz sağlık hizmetlerinin pandemi sırasında çöküş içerisine girmesi, sağlık personelinin azlığı, tıbbi malzemede sınırlılık ya da ulaştırılmasındaki kesintiler aşı ve gerekli ilaçlara temini aksatmaktadır. Afrika, Asya ve Ortadoğu'ya önlenebilir hastalıklar için gerekli ve hayat kurtaran aşı ve ilaçların gönderilmesinin kesintiye uğraması söz konusudur. Covid-19 için aşı çalışmalarına hız verilirken, var olan aşılamalardaki eksiklikler ve buna bağlı ölüm ve salgın ihtimali kabul edilemez bir durumdur.
Bu durum, kapitalizmin vahşetini özetlemekte; hastalıklar ve salgınlardan daha çok kapitalizmin işleyiş ve kâr yasalarının en temel sağlık sorunu olduğunu bir kez daha göstermektedir.