İnsan odaklı değil kâr odaklı bir sistem olan kapitalizmde, bir insanın en temel hakkı olan sağlık hakkı dahi metalaşmış, para karşılığı satın alınan bir ticaret nesnesine dönüşmüştür. Tüm dünyayı sarıp sarmalayan neo-liberal dalgadan sağlık alanı da payına düşeni almış, özellikle son yıllarda “paran kadar sağlık” temel parola haline gelmiştir. Türkiye’de ise 2003 yılında AKP tarafından “sağlıkta reform!” nidalarıyla “Sağlıkta Dönüşüm Programı” açıklanarak “yaygın, erişimi kolay sağlık hizmeti” sağlanacağı iddia edilmişti. Sağlık hizmetlerini tamamen paralı hale getiren bu programla kamu hastaneleri işletmeye çevrilmiş, sağlık hizmetlerinin finansmanı Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile karşılanmaya başlanmıştı. Sosyal güvencesi olmayanlara sağlık hizmeti iddiasıyla oluşturulan GSS eşitlikten çok eşitsizlik yaratmıştır. GSS ile toplanan primler bireylerin gelirlerine orantılı değildir, devlet primlerin çoğunu yoksul ve orta kesimden toplarken zenginlere özel uygulamalar getirmiştir ve yoksulu değil zengini korumaktadır. Örneğin milletvekilleri bilinçli olarak GSS kapsamı dışında bırakılmıştır. 2012 yılı TBMM sağlık bütçesi verilerine göre milletvekili ve yakınlarının sağlık harcamalarının %90’ı yurt dışında gerçekleşmiştir, milletvekilleri ayrıcalıklı bir hizmetten yararlanmak için bilerek GSS kapsamı dışında tutulmuştur. GSS’nin zenginleri korumasının ikinci çarpıcı kanıtı ise prime esas kazancın üst sınırı olarak asgari ücretin 6,5 katının belirlenmesi ve aylık geliri 6500 TL’nin üzerinde olan zenginlerin korunmasıdır. Böylece aylık geliri milyon veya milyar TL düzeyinde olanlardan alınacak yüksek primler engellenmiştir. GSS, aylık geliri asgari ücretle asgari ücretin üçte biri arasında olan yaklaşık %10’luk bir kesimi korumazken, geliri çok yüksek olan %1’lik bir kesimi özenle korumaktadır. Bunun dışında GSS’nin hangi sağlık hizmetlerini karşılayacağı her yıl değiştirilerek birçok ilaç için yüzde 50’ye varan katkı payları alınmaktadır.* Ayrıca kamusal birinci basamak tasfiye edilerek sağlık ocakları kapatılmış ve bunun yerine birinci basamağın özelleştirilmesi yaklaşımına uygun bir aile hekimliği modeline geçilmişti.
2011 yılında yürürlüğe sokulan “Sağlık Bakanlığı Teşkilat Yapısını” düzenleyen KHK ile devletin sağlık hizmeti sunumundan tümüyle çekilmesinin, sağlık emekçilerinin güvencesizleşmesinin, hastanelerin şirket CEO’ları tarafından yönetilmesinin önü açıldı. KHK ile;
- Performansa dayalı ödeme sistemine geçildi. Hekim ve hekim dışı sağlık personeli üzerinde ciro ve idare baskısı arttırıldı.
-Hastanelere yığılmanın önüne geçileceği iddiasıyla Merkezi Hasta Randevu sistemine geçildi, böylece muayene süreleri 10 dakika ve altına düşürüldü.
-“Muayene katılım payı”, “reçete katılım payı” , “ilaç katılım payı” , “ilaç fark bedeli”, “bıçak parası” adı altında randevu anından hastaneden çıkana kadar her aşama için para alınmaya başlandı.
-Sağlık kurumlarındaki aşırı yoğunluk hekim-hasta ilişkisini bozdu. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre günde en az 30 sağlık çalışanı şiddete uğradı. Dr. Ersin Arslan, Dr. Kamil Furtun, Dr. Aynur Dağdemir hekime yönelik şiddet sonucu hayatını kaybetti.
-Sağlık Bakanlığı İletişim Merkezi (SABİM) sağlık çalışanlarını şikâyet merkezine dönüştü. Soruşturmalar ve savunmalar hekimler üzerinde mobbing ve baskı yarattı. Dr. Melike Erdem, SABİM şiddetinin ilk kurbanı oldu.
Sağlık alanında gerçekleştirilen özelleştirmeler sadece hastayı değil, sağlık emekçilerini de etkiliyor. Sağlık emekçileri esnek, güvencesiz ve ağır çalışma koşulları altında uzun saatlerde çalıştırılıyor. Bu yoğun çalışma bir yandan ister istemez hasta-hekim ilişkisini bozarak sağlık emekçilerine yönelik şiddeti arttırırken diğer yandan sağlık çalışanları arasında intihar eğilimini yükseltiyor. Genel Sağlık-İş Genel Başkanı Zekiye Bacaksız 2017 yılında artan sağlık emekçisi intiharlarına ilişkin verdiği bir röportajda şunları ifade etti: “Hekimlerin intihar nedeniyle ölüm oranlarının diğer meslek gruplarına göre daha yüksek olduğu acı bir gerçektir. Erkek hekimler, toplumdaki diğer meslek gruplarındaki erkeklere oranla 2 kat daha fazla intihar nedeniyle ölürken, kadın hekimlerde bu oran 2-3 kata kadar çıkabilmektedir. Çalışma sürelerinin uzun olması, yoğun iş baskısı, hekimlerden yüksek performans beklentisi ve tüm bunlara bağlı olarak yaşanan yoğun stres, intiharlara bağlı ölümleri beraberinde getirmektedir… Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ağır sonuçları arasında yer alan kötü çalışma koşulları, döner sermaye, performans sistemi, sağlıkta şiddet ve güvencesiz gelecek kaygısı verimi arttırmadığı gibi, üzerine bir de can almaktadır.”
Sağlık emekçileri bir yandan performans saldırısı, kötü koşullar içinde geçen uzun çalışma saatleriyle cebelleşirken, geleceksizlik ve güvencesizliklerini besleyen yeni bir uygulama ile karşı karşıyalar: Güvenlik soruşturmaları. OHAL’in ilanının ardından kamu alanında çalışacak emekçilere bir de “güvenlik” soruşturması engeli getirildi. Zaten çalışma yaşamının tüm alanları özelleştirilerek taşeronlaştırılırken kamuya bir de soruşturma şartı getirilerek güvenceli çalışma hepten hayal oldu. Bu şartın getirilmesiyle Türkiye genelinde yaklaşık 600, Diyarbakır’da ise en az 96 doktor, gerekçesi tam manasıyla belirtilmeden işe başlatılmadı. Sebebi dahi açıklanmayan bu ret kararlarına tepki gösteren Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Avukatı Erhan Ürküt “Bize müracaat eden doktor adaylarının hiçbiri hakkında açılmış bir soruşturma dahi yok. Güvenlik soruşturmalarının sosyal medya hesapları, sosyal çevre araştırması veya öğrencilik dönemlerinde katıldıkları eylemler incelenerek yapıldığını düşünüyoruz. Ancak bunların hiçbiri yargı kararı değildir ve doktor olacak kişinin önünde engel de değildir” dedi. Ataması yapılmayan ve Sağlık Bakanlığı’na yaptığı başvurular sonuçsuz kalan bir doktor ise “Reddedilen kişilerin yüzde 90’a yakın bir bölümü, okullarındaki kulüplerde, Türk Tabipleri Birliği’ne (TTB) bağlı kulüplerde çalışmış, sol görüşlü ya da Kürt kökenli olan kişiler” açıklamasında bulundu.
Gelinen noktada AKP’nin neo-liberal sağlık “reformu” çökmüştür. Bu program ile işçi ve emekçilerin ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti hakkı gasp edilmiştir. -2013 OECD raporuna göre Türkiye’de nüfusun yüzde 14.9’unun tıbbi gereksinimleri giderilmiyor, bu oran batıda yüzde 11.1’ken, Kürt illerine doğru gidildikçe yüzde 20.7’ye kadar çıkıyor. Sağlık emekçileri kölece çalışma koşullarına mahkûm edilmiş, kamu hastaneleri ticarethanelere çevrilmiş, özellikle üniversite hastaneleri borç batağına sürüklenmiştir. Öyle ki Akdeniz Üniversitesi Hastanesi medikal firmalara olan yüz milyonlarca liralık borcu yüzünden faaliyetlerini durdurma noktasına gelmiştir. Çapa ve Cerrahpaşa Tıp Fakülteleri de farklı bir durumda değildir; iki hastane de yıllardır borç batağı içinde debelenmektedir. Devlet, kamu ve üniversite hastanelerinin giderlerini ve ihtiyaçlarını karşılamaz, bu hastaneleri sürekli borçlandırırken, özel hastanelere sayısız teşvik ve kolaylık sağlamaktadır. Kısacası en başat insan hakkı olan sağlık da sermayenin talan ve yağma alanına çevrilmiştir.
* Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Platformu/Doç. Dr. Bülent Kılıç