Sayıştay’ın 2017 yılına ilişkin yayınladığı denetim raporu Türkiye’deki üniversite hastanelerinin “iflas noktasında” olduğunu ve “mevcut yapılarını devam ettirmelerinin mali olarak imkansız” hale geldiğini belgelemiştir. Bu, aynı zamanda sağlık alanında uygulanan neo-liberal politikaların yıkıcı sonuçlarına da işaret etmektedir.
Özellikle ‘80’lerden sonra uygulanan neo-liberal politikalar sayesinde gelinen yerde sağlık hizmeti piyasalaştırılmış, hastalar müşteri, hastaneler de birer ticarethane haline getirilmiştir. Sağlık hizmeti ticarileştirildiğinde temel güdü kâr elde etmek olduğundan, hastadan ne kadar çok tetkik istenirse, ne kadar çok ameliyat gerçekleştirilirse kazandıran bir sistem yaratılmıştır. Bu şekilde “iş yükü” artan sağlık emekçilerinden de performansa dayalı bir başarı beklendiği için, hastanın ihtiyaçlarından öte hastaneye para kazandıracak bir tedavi uygulanması istenmektedir.
İşçi ve emekçilere parası yettiği kadar sağlık hizmeti veren bu sistem aynı zamanda çalışanlara performansa dayalı yoğun çalışma biçimini dayatmaktadır. Bunun getirisi ise artan hasta yoğunluğu, hasta başına ayrılan sürelerin düşmesi, özetle amacı kâr elde etmek olan niteliksiz sağlık sistemi gerçekliğidir. Sayıştay raporunun da belgelediği gibi, üniversite hastanelerinin bugün geldiği “iflas noktası” AKP döneminde Sağlıkta Dönüşüm Programı olarak devreye sokulan bu politikaların bir sonucudur.
Sayıştay raporuna göre Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Uludağ Üniversitesi hastaneleri iflas noktasına gelmişken, Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne bağlı araştırma ve uygulama hastanesinin, gelirleri giderleri karşılayamadığı için mali yapısının sürdürülebilir olmadığı açığa çıkmıştır. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde hastanenin 13 milyon 633 bin lira zarar ettiği açığa çıkmış, hastanenin sağlık hizmeti sunmaya uzun süre devam etmesinin olanaksız olduğu bildirilmiştir. Aynı şekilde Celal Bayar Üniversitesi Hastanesi’nin, mali yapısının bozulması neticesinde nitelikli ve kaliteli sağlık hizmeti sunmaya uzun süre devam edemeyeceği belirtilmiştir. Atatürk Üniversitesi Hastanesi’nin ilaç depolama ve ilaç akışını yöneten sisteminin çalışmadığı tespiti yapılmıştır. Türkiye’de ilk defa Atatürk Hastanesi’nde 1 milyon 842 bin lira karşılığında hayata geçirilen sistemin kurulum aşamasından hemen sonra arızalar verdiği ortaya çıkmış, kamu kaynağı atıl hale gelmiştir.
Kamu hastanelerine yeterli hasta gelmediğinde ya da tıbbi araç-gereç alımında yapılan yolsuzluklar-usulsüzlükler nedeniyle hastaneler iflasa uğramakta, zarar etmektedir. Sağlıkta dönüşümün kamu hastanelerinde oluşturduğu bu yıkım AKP’yi rahatız etmemektedir. Aksine onların şimdi yeni bir alternatifleri vardır: Şehir hastaneleri! Şehir hastaneleri projesi, kamusal sağlık hizmetinden vazgeçilerek, döner sermayeli sağlık işletmeleri modeline geçilmesidir. Kamuda iflas eden üniversite hastanelerini bahane ederek muhtemeldir ki daha çok şehir hastanesi projesini devreye sokmak isteyeceklerdir.
Şehir hastaneleri, Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) faaliyeti olarak birer rant projesidir. Sağlıkta ticarileşmenin geldiği son haldir. Kamu-özel ortaklığı kapsamında hazırlanan şehir hastanelerinde yap-işlet ve kirala-devret modeli uygulanmaktadır. Bu projelerle, sağlık hizmeti tümden paralı hale getirilmekte ve sağlık hizmetine ulaşım giderek zorlaştırılmaktadır. Devletin, hastane yataklarının %70 doluluğunu taahhüt ettiği şehir hastanelerinin “müşteri” bulması için, şehir merkezlerindeki hastaneler kapatılmakta, hastane düzeyinde sağlık hizmeti ağırlıklı olarak şehir hastaneleri üzerinden verilerek, işçi ve emekçiler buralara gitmeye mecbur bırakılmaktadır. İflasının önü açılan üniversite hastaneleri gerçekliğine özellikle buradan bakmak gerekmektedir. Ayrıca kendisi başlı başına bir rant projesi olan şehir hastaneleri başka rantların da önünü açmakta, örneğin kapatılan hastanelerin bulunduğu araziler ranta açılmaktadır.
Özetle neo-liberal politikalara uyumlu biçimde AKP’nin sağlık hizmetine bakışı tamamen kâr odaklıdır. Bu sistemin geldiği nokta son olarak kanser hastalarının hastanelerden ilaç yok diye geri çevrilmesi, döviz kurlarındaki artış bahane edilerek ameliyathanelerde kullanılacak malzemelerin alımına sınırlama getirilmesi vb.dir. Son açıklanan Yeni Ekonomi Programı’nda, 2019 yılı bütçesinde “tasarruf ve tedbir” amacıyla gidilecek kısıntıların 10,1 milyar TL’sinin sosyal güvenlik kaleminden yapılacağının belirtilmesi ise önümüzdeki süreçte durumun daha da vahim bir hal alacağını göstermektedir.