11 Eylül 2001’de, ABD’de Dünya Ticaret Örgütü’ne ait ikiz kulelerin, radikal İslamcı El Kaide örgütü tarafından vurulması, sonraki gelişmeler için bir milat oluşturdu. Bu saldırıyı bahane eden ABD emperyalizmi, Afganistan’dan başlayıp, Irak, Libya ve Suriye ile devam eden savaş ve işgaller serisini başlattı. Adı anılan ülkelerin yerle bir edilmesi ve parçalanmasıyla sona eren söz konusu işgallerle birlikte, özellikle de Irak işgalinden bu yana tüm dünyada “radikal İslam”, “cihatçı terör” veya “İslamcı terör” kavramları daha çok duyulmaya başlandı.
Özellikle 2011’deki Suriye savaşıyla gündeme gelen IŞİD vahşetiyle birlikte doruğa çıkan cihatçı terör, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın dört bir yanında binlerce insanın hayatına mal oldu ve olmaya devam ediyor.
En son Fransa’da bir öğretmenin başının kesilerek katledilmesi, ardından patlak veren Türkiye-Fransa gerginliği, yandaşı ve karşıtıyla dinci terörün kimler tarafından nasıl kullanıldığı ve bunların kaynağıyla ilgili tartışmaları bir kez daha gündeme taşıdı.
Radikal İslam emperyalizmin öz çocuğudur
Siyasal İslam veya radikal İslam kavramları yeni değil. Kaynağı 1970’lerde, sosyalizmin gittikçe yayılan ve artan gelişmesinin önünü kesmek amacıyla ABD tarafından gündeme getirilen “Yeşil Kuşak” projesine kadar dayanıyor. Dönemin ABD başkanı Jimmy Carter tarafından gündeme getirilen bu projeyle, Sovyetler Birliği’ni çevreleyen İslami ülkelerde komünizme karşı İslamcı hareketler oluşturularak, komünizmin etkisinin zayıflatılması amaçlanıyordu.
Bu çerçevede, başta Körfez ülkeleri olmak üzere, Türkiye, Afganistan, Pakistan ve kısmen Kafkaslar’da dinci-gerici hareketler desteklenerek palazlandırıldı. Türkiye’deki “komünizmle mücadele dernekleri”, Fetullah Gülen Cemaati ve zamanla devletin resmi ideolojisi haline gelen Türk-İslam sentezi de bu aynı dönemin ve projenin ürünüdürler.
ABD’nin bu uğursuz faaliyetleri, Sovyetler Birliği’nin 1980’li yılların başında Afganistan’a girişiyle birlikte hız kazanmaya başladı. Sovyet işgaline karşı Taliban hareketi her türlü maddi ve silahlı destekle ortaya çıkarıldı ve büyütüldü. İşte daha sonra El Kaide ve Usame bin Ladin olup ABD’nin ve tüm dünyanın başına bela olan yeni dönemin radikal İslamcıları böyle tarih sahnesine çıktı.
Zaman içerisinde, değişik coğrafyalarda ve değişik isimlerle ortaya çıkan onlarca cihadist, siyasal İslamcı veya radikal İslamcı hareketlerin hepsi buradan kök alıyorlar. Bugün “ılımlı” veya radikal türleriyle, farklı ülkelerde faal olan Hamas, İslami Cihat, Hizbullah, Boko Haram, El Şebab ve en son IŞİD ve onun onlarca türevi örgütlerin hepsi de El Kaide geleneğinden geliyorlar. Bazıları zamanla değişip farklı misyonlar yüklenseler bile, İslam veya “şeriat” tümünün ortak ideali olmaya devam ediyor.
Emperyalistler tarafından verilen gerici rol tamamlanınca, buruşturulup bir kenara atılan radikal İslamcılar, bu sefer silahlarını varlıklarını borçlu oldukları emperyalistlere yöneltmeye başladılar. ABD, Sovyetlere karşı müttefik olduğu Taliban’a 11 Eylül’den sonra savaş açmaya başladı. Bu tecrübeye rağmen, Suriye’nin işgal edilip parçalanması sürecinde IŞİD’e de aynı desteği vermekten geri durmadı. El Kaide ile Irak işgalinin düzlediği zeminde türeyip güçlenen IŞİD ve bunların türevi onlarca cihadist örgüt, başta Ortadoğu ve Türkiye olmak üzere bir çok yerde on binlerce insanın hayatına mal oldular. Tarihin gördüğü en vahşi katliamlara imza atan bu barbarlar sürüsünün faaliyetleri sadece Ortadoğu’dan ibaret de kalmadı. Avrupa’nın ve dünyanın dört bir yanında onlarca kanlı katliam gerçekleştirdiler. Emperyalistler ile yerel işbirlikçilerinin besledikleri karga şimdi onların gözlerini oyuyor. Radikal İslamcı örgütlerin zamanla emperyalistleri de hedef almaları, onların emperyalistlerin özbeöz çocuğu olduğu gerçeğini hiçbir şekilde değiştirmiyor.
Dinci teröre karşı ırkçı-faşist terör
Bugün “İslamcı terör”, değişik isimler altında, Kuveyt’ten Mısır’a, Tunus’tan Türkiye’ye, Endonezya’dan Somali’ye kadar çok geniş bir coğrafyada katliam yapmaya devam ediyor. Son zamanlarda ise Avrupa ülkelerine yönelmeye başladılar. Başta Fransa olmak üzere, İspanya ve Belçika’da sivil kitle katliamları gerçekleşti. Sırf 2015-2017 arası, Paris, Barselona ve Brüksel’de, bomba, silah veya arabayla kalabalığa dalmak suretiyle yapılan katliamlarda yaklaşık 200 kişi katledilirken, yüzlerce kişi yaralandı.
Bu katliamlar, buna alışık olmayan Avrupa devletlerini ve toplumlarını derinden sarsıyor. Fakat bugün mağdurları oynayan aynı Fransa, düne kadar Suriye’nin aynı cihadistler tarafından aç köpekler misali parçalanmasına tam destek veriyor, ülkedeki radikal İslamcıların cihada katılmasına yol veriyordu. Yine başta Almanya olmak üzere, tüm Avrupa ülkeleri, Rojava’da tutsak edilen kendi vatandaşları olan IŞİD’lileri kabul etmeye yanaşmıyorlar. Oysa binlercesini adeta kendi elleriyle yolladılar.
Daha da kötüsü, İslamcı terörün karşısına ırkçı-faşist terörle çıkıyorlar. Saldırıları bahane ederek kazanılmış demokratik hakları gasp etmeye, devlet terörünü tırmandırmaya çalışıyorlar. Özürleri kabahatlerinden büyük bir tavırla ve tam bir iki yüzlülükle, bunu fırsata çevirmeye bakıyorlar. Fransa saldırıları bahane ederek, “savaş yasaları” çıkarmak için uğraşırken, aynı şeyi saldırıya uğramadığı halde, durumdan vazife çıkaran Almanya da yapmaya çalışıyor. Kışkırtılan ırkçılıktan dolayı göçmen bireylere, onların kurumlarına ve işyerlerine yönelik saldırılar artmaya başladı. Macron ile Le Pen’in açıklamaları birbirine benzemeye başladı.
Yaşanan dinci terörü en sert bir şekilde kınayan burjuva siyaseti, yaşanan ırkçı-faşist saldırıları aynı sertlikte kınamıyor. Tam bir çifte standartçı ve ikiyüzlü yaklaşımla, bunlara cesaret vermeye ve korumaya devam ediyor. Temmuz 2011’de Norveç’te bir Neonazi olan Breivik’in, Sosyalist Parti’nin gençlik kampına düzenlediği saldırıda çoğu 18 yaşın altında 69 genç bir seferde katledildi. Yine Mart 2019’da Yeni Zelanda’da Avusturyalı bir faşistin iki camiye yönelik saldırısında 51 kişi katledildi. Almanya’da daha geçen yıl 9 göçmen genç vahşice katledildi. Demokrasi aşığı burjuva politikacıları bu korkunç katliamları sadece formalite bir kınamayla geçiştirdiler. Bu katliamlardan dolayı hiçbir ırkçı-faşist hareket veya parti yasaklanmadı. Irkçı terörden bahseden olmadı. Aksine 1500 sayfalık faşist manifestolara, Hitler selamlarına, açıktan sahiplenmelere rağmen katliamlar münferit gösterilerek, hafifletici her türlü bahaneyle olayların üstü örtülmeye çalışıldı. Katillerin bağlantıları açığa çıkarılmayarak, cezalar örgütlü değil, bireysel suçlardan kesildi vs.
Bütün bunlar bir yana, başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın pek çok ülkesinde polis, ordu, istihbarat veya özel kuvvetler içinde ırkçı-faşist oluşumlar alenen örgütleniyorlar. Bunlara karşı göstermelik açıklama ve soruşturmaların dışında hiçbir şey yapılmayarak, bu oluşumlar adeta teşvik ediliyorlar. Devlet, her türlü gerici-faşist örgüte sadece zemin yaratan değil, aynı zamanda koruyup kollayan bir pozisyondadır.
Bugün başta Almanya ve Fransa olmak üzere demokrasi havarisi kesilen Avrupalı emperyalistler, yıllardır her türlü dinci-faşist akıma da “inanç hürriyeti” veya “düşünce özgürlüğü” adına kol kanat geriyorlar. Sözde laik bu ülkeler, emekçilerden kilise vergisi keserken, kentlerin meydanlarına devasa camiler yapılmasına göz yumuyorlar. Dahası, bunlara her türlü devlet yardımı sunarak, vergiden muaf kılıyor ve dini ticarete alet etmelerine izin vererek çanak tutuyorlar. Bu camiler ki, her biri bir konsolosluk gibi çalışıyorlar. Oysa aynı ülkeler devrimci ve yurtsever örgütlerin faaliyetlerini engellemek için, her türlü baskı, takip, operasyon, tutuklama ve cezalandırmalara başvurmaktan çekinmiyorlar.
Gerçek şu ki gerek İslamcı terör ve gerekse de ırkçı-faşist terör aynı düzlemin iki farklı ucudurlar. Bu düzlem kapitalist düzendir. İkisi de kapitalizmin ürünü gerici akımlardır. İkisinin de işlevi, işçi ve emekçileri ırk, din, dil temelinde bölüp parçalamak ve böylece sınıf mücadelesini zayıflatmaktır. Düzen, kendi ürünleri olan bu akımlara her zaman ihtiyaç duyar. Bu yüzden onlara karşı savaşması söz konusu değil. Aksine, onları sadece kendi kirli çıkarları için kullanır. Hangisinin ipini ne kadar gevşetip ne kadar çekeceğine, sistemin ihtiyaçları karar verir. Fransa’nın Türkiye’deki dinci-faşist iktidarla girdiği dalaşın ardından ülkedeki “ülkücü” dernekleri yasaklaması buna iyi bir örnektir. Fransa devleti sanki on yıllardır bu çetelerin her türlü ırkçı, kanlı ve kirli faaliyetlerinden yeni haberi oluyormuş gibi şimdi yasaklıyor. Çünkü şimdilik buna ihtiyacı var. Fakat yarın öbürgün çıkarları başka türlü gerektirdiğinde, Amerika’nın “baş düşmanı” Taliban’la anlaşması gibi, bunlar da “bozkurtlar”la tekrar anlaşabilirler pekala.
Irkçılığın ve dinciliğin panzehiri sınıf mücadelesidir
Irkçılık ve dincilik, kapitalizmin her türlü sömürü, eşitsizlik, ayrımcılık, işsizlik ve yoksulluktan oluşan elverişli zemininde boy veren gerici ideolojilerdir. Kapitalizmin bu uygun zemini yerli yerinde durduğu müddetçe, düzen bunları sürekli üretmekle kalmayıp, bu ürünleri kendi ihtiyaçları doğrultusunda emekçilere karşı kullanmaktan hiçbir zaman vaz geçmeyecektir.
Dinci terörün de ırkçı-faşist terörün de gerçek panzehiri devrimci sınıf mücadelesidir. Kapitalizmin aksine sınıf mücadelesi, emekçileri ırk, dil, din, mezhep farkı gözetmeksizin sınıfsal temelde birleştiren biricik araçtır. Sınıfsal temelde birleşen ve mücadeleye atılan işçi ve emekçiler, onları aldatan ve birbirine düşüren milliyetçi ve dinci ön yargılarla mücadele etme olanağı yakalarlar. İşçi sınıfı mücadele sahnesinde rol aldığında, burjuvazinin bu paslı silahlarının hiçbir hükmü kalmayacaktır.
Öte yandan, burjuvazinin ikiyüzlü ve sahte laisizmine karşılık, en tam ve gerçek laiklik sosyalizmde mümkün olacaktır. Sosyalizm din ve devlet işlerini birbirinden kesin bir şekilde ayırdığı gibi, dini bireysel bir sorun olarak ele alır ve dini amaçlı her türlü devlet yardımını keserek, bu alandaki ayrıcalıklara son verir. Sosyalist devlet her türlü dine, mezhebe ve ulusal kimliğe eşit mesafede durmaya özen gösterir.
TKİP Programı’nın Toplumsal Sorunlar başlıklı bölümünde din ile ilgili şunlar söylenmektedir: “Dini her yurttaşın özel sorunu kabul eden TKİP, dinsel önyargılara karşı mücadeleyi geniş kitlelerin devrimci kültürel dönüşümü ve özgürleşmesinin zorunlu bir gereği olarak ele alır. Bu mücadelede büyük bir kararlılık, fakat aynı zamanda sabır ve dikkat gösterir. Baskı ve sömürüye dayalı eski düzenin kalıntılarının tasfiyesi ile kitleler arasında kök salmış dinsel önyargıların kökünün kazınması arasındaki kopmaz bağı görerek ve gözeterek hareket eder.”
Ve yine Acil Demokratik ve Sosyal İstemler başlıklı bölümde bu konuya ilişkin taleplerle ilgili ise şunlar ifade ediliyor: “İnanç ve vicdan özgürlüğü. Din ve devlet işlerinin tam olarak ayrılması. Diyanet’in dağıtılması. Devletin dinsel kurumlara her türlü yardımına son. Gericilik yuvası tarikat ve cemaatlerin dağıtılması. Mezhepsel ayrıcalıklara ve baskılara son.”