Grev hakkını fiili grev ile yasaya yazdıran Türkiye işçi sınıfı oldukça hacimli ve anlamlı bir direniş tarihine sahiptir. Henüz modern sınıf mücadelelerinin ilk aşaması sayılabilecek bir dönemde, kendisini denetim altında tutmak için devlet ve sermaye işbirliğinde kurulan Türk-İş’i aşıp DİSK’i kurmuş ve bu uğurda 15-16 Haziranları yaratmıştır. Fakat özellikle 12 Eylül’le tüm toplumsal muhalefet ile birlikte, özellikle işçi sınıfına da ağır bedeller ödetilmiş, dört yandan zapturapt altına alınmıştır. İşçi sınıfı her türlü burjuva gericiliği ile sersemletilmiş, ona kendi tarihi unutturulmuştur. Bu nedenle geçmiş deneyimleri hatırlamak, dersler edinmek, özellikle öncü işçilerin bilincine çıkarmak önemlidir. 13 Haziran 1969’daki Alpagut İşgali/Özyönetimi, sınıf tarihimizdeki diğer direnişlerden ayrılan yönleriyle önemli bir yerde duruyor.
“Uzay çağında sosyal adalet savaşı”
Çorum-Alpagut Madeni 1942’de bir devlet işletmesi olarak açıldı. Maden nedeniyle bölgede var olan tarım alanları istimlak edildi. Maden ocakları bölge halkının tek geçim kaynağı haline geldi. Bölgedeki köylüler işçileştiler, maden havzası bir işçi havzasına dönüştü.
Sonrasında Çorum İl Özel İdaresi’ne devredilen işletmede maden işkolunda hayati öneme sahip olan iş güvenliği ve işçi sağlığı önlemleri alınmıyor, işçiler baskı altında yoğun bir şekilde çalıştırılırken, mühendis ve idareciler madene uğramadan binlerce lira maaş alıyor, işçi ücretleri ödenmiyordu. İşçilerin ücretlerine dair her talepleri “işletme zarar ediyor” bahanesiyle geri çevriliyordu.
1960’lardan itibaren kentlerde büyüyen işçi ve öğrenci eylemleri, kırda devam eden köylü hareketleri, toprak işgalleri Alpagut havzasında da yankısını buluyor, işletmede zaman zaman grevler, eylemler yaşanıyordu. İşgal öncesi son grev 13 Aralık 1968’te yaşanmış, 13 gün sürmüştü. Çalışma koşullarındaki sıkıntının devam etmesi, ücret ödemelerinin yapılmaması üzerine işçiler 13 Haziran günü madeni işgal etti ve yönetimi ele geçirdi. Eylemin son günlerinde dönemin yerel gazetelerinden birine röportaj veren bir maden işçisi durumu şöyle ifade ediyordu:
“Biz unutulduk. Öyleyse biz kendimizi düşünelim dedik ve işgal ettik. Boğaz köprüsüne yardım alınmış ama emeğimizin karşılığı verilmiyor. 1942’den beri köylüler çalışıyorlar ama daha birkaç sene evvel köyün okuluna kömür verilmiyor. Çocuklarımız medreseye gider gibi ellerinde birer odun ile gidiyorlar.” (Çorum Ekspres Gazetesi, 8 Temmuz 1969)
İşgalin başladığı günden itibaren 34 gün sürecek olan özyönetim süreci başladı. Bu süreçte maden bir işçi konseyi tarafından idare edildi, konseyin adı dönemin ruhuna uygun bir şekilde “İhtilal Konseyi” idi. İşçi konseyi yönetimindeki ocaklarda çalışmayı reddeden müdürler, şefler azledildi. Bürokrasi ortadan kaldırıldı ve hiyerarşik işbölümüne son verildi. İşçi denetiminin olduğu işletmede üretim artmıştı, işgal öncesi 25 vagon kömür çıkarılan 5 numaralı ocaktan işgal sonrası 45 vagon kömür çıkarılmaya başlandı. Bu da üretim sürecinde var olmayan, tek görevleri işçi üzerinde denetim kurmak ve mobbing uygulamak olan bürokrasinin kalkmasıyla, üreticinin doğrudan yönetici olduğu durumda verimliliğin nasıl artacağının önemli bir kanıtı olmuştu. Tam bir işçi demokrasisinin egemen olduğu işletmede tüm kararlar işçi komitelerinde alınıyordu ve konseyin icraatları komitelerce denetleniyordu. Ayrıca işçiler satış komiteleri ile hem doğrudan satış gerçekleştiriyor, hem de buraları propaganda komiteleri olarak da kullanıyorlardı.
Direnişçi işçilerin talepleri ücretlerin ödenmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve madenin Türkiye Kömür İşletmeleri’ne devredilmesiydi. Sermaye devleti, özyönetim ve işçi denetimi olgusunun kendisi için yarattığı tehlikenin farkındaydı. İşçi eyleminin grev ve işgal biçimini aşıp bir özyönetim şekline sıçraması, sınıfın hareketli ve etkileşim içinde olduğu bir evrede kendisinin sonu demek olabilirdi. 35. gün maden ocaklarına yapılan jandarma baskını ile özyönetim bitirildi. Saldırının ardından öncü işçiler tutuklandı. Kalan işçiler, atılan arkadaşları madene dönene kadar üretime geçmeyi reddetti. Ocak girişleri ve Alpagut tepeleri jandarma işgali altındaydı.
Sermaye devletinin imdadına sarı sendika yetişti. Maden İşçileri Sendikaları Federasyonu başkanı Kemal Özer, “İşçi ile konuştuk, zorla ocağa soktuk” açıklamasında bulunuyordu. Sendikanın bölge başkanının aynı zamanda madenin işletme müdürü olması vahim tablonun ibret verici bir göstergesidir. İşçiler çalışma koşullarına dair talepleri ve tutuklanan arkadaşlarının serbest bırakılması için iş yavaşlatma vb. eylemlerine devam ettiler. Süreç içerisinde işçilerin talepleri karşılandı.
***
Mengen barikatlarına kadar aldığı darbelere rağmen sürekli ayağa kalkan işçi sınıfının özellikle 12 Eylül öncesinde gerçekleşen tüm hareketleri fiili-meşru bir çizgiye dayanıyordu. Öyle ki 1969’da yasadışı grevlerin yasal grevlere oranı yüzde 40’tı. Yasal cendereye takılmayan, var olan yasal haklarını da dişe diş mücadele ile kazandığının bilincinde olan sınıf içinde dayanışma da çok yüksekti.
Döneme ve özelinde Alpagut İşgali’ne damgasını vuran bir başka özellik ise söz-yetki-karar hakkının işçide olmasıydı. İşgal öncesindeki grevlerde, eylemlerde yan yana gelmeyi, birlikte davranmayı öğrenen Alpagut işçileri işgal kararını da kendi inisiyatifleri ile almış ve süreci tamamen işçi komiteleri ve işçi konseyi üzerinden yürütmüşlerdir.
İşçi sınıfının sermaye, siyasi iktidar ve sendikal bürokrasi tarafından cendereye alındığı, hareketsiz kılındığı günümüzde sınıfımızın mücadele tarihi ve Alpagut İşgali benzersiz derslerle dolu. Sermayenin saldırılarına ve sendikal bürokrasinin ihanetine karşı tekrar söz-yetki-karar hakkımızı elimize alıp fiili meşru mücadele çizgisini hayata geçirmemiz gerekiyor. Kavellerin, Alpagutların, Tarişlerin izinde yeni Greifler, yeni Metal Fırtınalar yaratmak bu yolda alacağımız mesafeye bağlı olacaktır.
Y. Leyla