Türkiye’de sınıf hareketinin 100 yılı aşan tarihi, sarsıcı eylemler ve güçlü örgütlenme deneyimleri ile doludur. Dönemsel değil de tarihsel ölçekte değerlendirildiğinde, Türkiye işçi sınıfı, içinde bulunduğu coğrafyanın en dinamik, bilinç ve örgütlenme düzeyi en gelişkin bölüklerinden biridir. Sınıf mücadelesine durgunluğun damgasını vurduğu cumhuriyet tarihinin ilk 40 yıllık döneminde dahi işçilerin grevli-işgalli eylemleri, fiili-meşru direnişi ağır baskı koşullarına rağmen varlığını sürdürmüştür.
Sınıf hareketinin toplumsal mücadelenin eksenine oturmaya başladığı süreçlerin kesintiye uğraması bu niteliğin silikleşmesine neden oldu. Özellikle sermayenin örgütsüzleştirme saldırılarının sınıfın üzerinden buldozer gibi geçtiği 12 Eylül darbesinden bugüne yaşanan önemli direnişlere rağmen işçi hareketine damgasını vuran olgu, gerilik ve durgunluktur.
Kapitalist gelişmenin düzeyi 1960’lı yıllarda işçi sınıfı eksenli modern sınıf mücadelesini tetikledi. Kurulduğu günden bugüne sosyal devrim korkusuyla ideolojik-fiziki aygıtlarını tahkim eden sermaye düzeni her türlü yöntemle bu dalgayı püskürtmenin çaresine bakmıştır. Direnişçi zengin mirasın tüm sınıfa aktarılmasını, deneyim ve birikimin merkezileşmesini sağlayacak imkanların zayıflığına rağmen işçiler sermayeye karşı militan eylem biçimlerini sahiplenebilmiştir.
I
Alpagut Direnişi Türkiye sınıf hareketinin devrimci potansiyelini ve enerjisini göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir. Özyönetim ve fabrika denetimi sınıf mücadelesinin deneyim, birikim ve dersleri üzerinden şekillenen kapitalist üretimin alternatifi olan üretim örgütlenmesidir. Elbette 1969 yazında Çorum İl Özel İdaresi’ne ait Alpagut Linyit İşletmesi’ni işgal edip, yönetime el koyan 768 işçinin üretimi kendi denetimlerine alması, ‘60’lı yılların ikinci yarısında ivmelenen sosyal mücadelenin devrimci kazanımlarının dolaysız bir ürünüdür.
İşçi denetimi ya da başka bir ifadeyle özyönetim Türkiye sınıf hareketi tarihinde karşımıza ilk kez 1923 İstanbul Mürettipler (dizgiciler) grevinde çıkar. Son derece canlı bir örnek olarak Sovyet deneyiminin etkisini taşıyan bu grevde de gazete patronlarının birleşip grevi kırmak için MÜŞTEREK gazetesini çıkarmasına karşı grevciler işyerinde üretime geçerek Heber ve Adil isimli direniş gazetesi çıkararak destek çağrısı yapmışlardır. Rejim hızla müdahale ederek bu grevi sonlandırmıştır. 4 yıl sonra İstanbul’da 3000 liman işçisinin militan grevi gerçekleşmiştir. Sermayenin kolluk güçlerinin grevcilere yönelik şiddetinin bilançosu 15 direnişçinin katledilmesi, 320’sinin tutuklanması olmuştur. Bu direniş burjuva cumhuriyet kurulduğu andan itibaren işçilerin kendi haklarını elde etmedeki kararlılığının, öte yandan sermaye devletinin saldırganlığının bir yansımasıdır.
Burjuva cumhuriyetin tarihi işçi sınıfını köleleştirmek için uygulanan baskı ve zorbalığın tarihidir. Sınıf da kendi tarihini yazmış, kapitalist gelişmenin hızlanmasıyla devrimci eğilimi güçlenen, modern ve güçlü bir hareketin yaratıcısı olmuştur. 12 Mart 1971 darbesi ile zapturapt altına alınmaya çalışılan sınıf hareketinde köşe taşı niteliğindeki önemli direnişler şunlardır:
- 1962’de polis barikatı engelini aşan 5 bin mevsimlik işçinin, Ankara’da işsizliği çıplak ayaklı protesto yürüyüşü.
- 1963’te Kavel işçilerinin fabrika işgal eylemleri ile sermaye devletinden grev hakkını söküp alarak yasallaşmasını sağlamaları.
- 1965’te sermayenin kolluk kuvvetlerinin havadan-karadan taarruza geçtiği, iki işçinin katledildiği Zonguldak maden direnişi.
- ‘68’te Derby, Antakya Akiş, Emayetaş başta olmak üzere bir dizi fabrika işgali ve pek çok direniş.
Düzenin çizdiği sınırları aşan bu sürecin temel karakteri grev ve toplu sözleşme hakkı yasalaştıktan sonra da üretim alanlarında hak almaya kararlı fiili-meşru direniş eğiliminin katlanarak sürmesidir. İşçiler o güne kadar en basit haklar uğruna mücadele ederken dahi sermaye düzeninin hışmına uğramış, kırıntı yasal hakları olmaksızın sınıf mücadelesinin yasalarına dayanarak direnmişlerdir. Üretimden gelen güçleri ve birliktelikleri -sınıf dayanışması- tek güvenceleri olmuştur. Ayrıca sermaye iktidarından koparılarak kazanılan grev ve toplu sözleşme yasası işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları uğruna mücadelesini sermaye lehine kısıtlamaktaydı. Sermayeye ve onun devletine lokavt ve grev erteleme hakkı veriyordu. Toplu sözleşmeden greve kadar uzanan tüm aşamalar sermayeye işçilerin mücadelesini boğmak için hazırlanma imkanı sağılıyordu.
Hatta bu nedenle grev hakkının yasalaştığı ‘63 yılı sonrası, yer yer yaşanan fiili-meşru grevler, özellikle işgaller yasal grevlerin önüne geçmekteydi.
Bu tablo sınıfın o dönemdeki bilinç düzeyine dair önemli bir fikir vermektedir. İnsanca bir yaşam için sınıf savaşının yasaları esas alınmaktadır. Sermayenin yasaları sınıfın direnme gücünü kırmanın, mücadelesini kontrol altına alarak güdük haklara razı etmenin bir aracı olarak en kaba haliyle uygulanmaktadır.
Siyasallaşmış devrimci-direnişçi sınıf hareketinin gelişmesinin önüne geçmek için sermaye-devlet güdümlü Türk-İş 1952’de kurulur. Aynı yıl NATO’ya alınan, ekonomik ve siyasal kölelik anlaşmaları ile emperyalist borç düzeninin kıskacı altına giren sermaye düzeni her alanda derin bir açmazla boğuşmaktadır. Türk burjuvazisi emperyalizme kölece bağımlılık ve hızlı kapitalist gelişmenin neden olduğu kapsamlı sorunları 27 Mayıs 1960 darbesiyle aşmayı hedeflemiş, ancak sosyal mücadeleyi dizginlemek için oluşturulan sahte demokrasi havası da kısa ömürlü olmuştur.
ABD emperyalizminin direktifi ile uzlaşmacı çizginin sınıf hareketine hakim kılınması için organize edilmiş olan, sermayenin sözcülüğünü yapan sendikal anlayışa öfke sınıf hareketinin o dönemki önemli bir gündemi olmuştur. 1967’de DİSK’in bir tepki olarak doğması ile sendikal mücadele çetinleşmiştir.
Sermaye ihracı ve işçi-emekçileri köleleştiren uluslararası emperyalist borç düzeninin yarattığı rantiyeci-yiyici kesimlerin büyümesi tüm devlet kurumlarını kuşatan çürütücü bir etki yaratmıştır. Kamuda kadrolaşma yaygınlaşmış, yandaşlarına iş dağıtma devasa boyutlara ulaşmış, devlet bütçesi arpalığa dönüştürülmüştür.
Alpagut’ta da tam anlamıyla böyle bir tablo vardır. Alpagut’a yalnızca ücretlerini almak için uğrayan yöneticiler işçilerin madende yaşadığı sorunlara kulaklarını tıkamakta, madencilik gibi işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili önlemlerin alınmasının hayati olduğu bir işkolunda teknik kadrolar, mühendisler görevlerini aksatmaktaydılar. Yöneticiler ve teknik kadrolar madende işçilerin koşullarına ilgisizdiler. Üretime bakıyorlardı, o kadar.
Bu nedenle madende uzun süredir üretimin organizasyonu doğallığında işçilerin omuzlarında yürütülmekteydi. Ve bu durum işçilerin bilincindeki zayıflıkların aşılmasını hızlandırmıştı. Sınıfın üretimi yönetme yeteneğini teknik bilgi ve donanımla birlikte üretim içinde kazandığının canlı bir örneği yaşanıyordu.
Üretim sırasında işçilere yapılan muamele yönetim kademesinde yaşanan başıbozukluğun tam aksi idi. İşçiler fazla üretim için zorlanıyor, yüksek performansla 10 saat çalıştırılıyor, madende uygulanması gereken iş güvenliği önlemleri alınmıyordu. Maliyetten kaçılıyor, en basit yasal mevzuata dahi uyulmuyordu. Tüm bunların sonucu, sürekli iş kazaları yaşanmasıydı. Maden patronları, cehenneme dönüştürdükleri çalışma koşullarına itiraz eden, önlem alınmasını isteyen işçileri vakit kaybetmeksizin susturuyorlardı. İşçilerin direnişe geçmesine engel olmak için her türlü yol deneniyordu. İş kazaları geçiren işçiler tehditlerle ajanlaştırılıyor, en ufak tepkileri dahi patrona anlatılıyordu. Kısacası işçiler arasında güvensizlik vardı. Bu durum işten çıkarılma korkusuyla birleşince işçiler arasındaki parçalanmışlık derinleşiyor, işçiler üzerindeki baskı yoğunlaşıyordu.
II
Alpagut Linyit madenlerinde çalışan işçilerin büyük bölümü, maden sahası açmak için topraklarına el konulan köylülerden oluşuyordu. IMF’nin tarımdaki yıkım politikasının ve tarımdaki kapitalistleşmenin de etkisiyle küçük köylülüğün hızla proletaryanın saflarına itildiği, buna karşı direnişin toprak işgalleriyle dışa vurduğu, kırdan kente göçün arttığı, işsizliğin tavan yaptığı yıllardı. Bölgede maden önemli bir geçim kaynağıydı.
Ekonomik bunalımın faturası işçi sınıfı ve emekçi kitlelere ödetilmeye çalışılıyor, ücretlerin sefalet düzeyinde olması yetmiyormuşçasına aylarca ücretler ödenmiyor, sömürü çarkları işsizlik sopasıyla döndürülüyordu. Direniş tam da bu atmosferin yarattığı bilincin çarpıcı bir ürünü olmuştur.
Sermaye iktidarının yoksulluğa, açlığa, sömürüye karşı kitlelerin isyanını tüm baskı ve zor aygıtları ile, kontrgerilla yöntemleri ile bile bastırmakta zorlandığı bir tarihsel kesitten bahsediyoruz. Adalet Partisi (AP) sermaye iktidarının dümeninde oturuyordu. 1965 ve ‘69’daki birinci ve ikinci Demirel hükümetleri bir taraftan işsizlik sigortası, tarım iş kanunu vb. gibi vaatlerle kitleleri aldatmaya çalışırken, Türkiye sınıf hareketi tarihinin en görkemli direnişleri, polis-jandarma ile çatışmalara sahne olan işgal-grev eylemleri yaşanıyordu. Kitlelerin sahte vaatlere karnı toktu. Sosyal sorunlara karşı direniş büyüyordu. Alpagut’ta kaynayan direniş kazanı bu gelişmelerin tam ortasında patladı. Ve somut sorunlara karşı işçi sınıfı kendi cephesinden somut bir çözüm üretti.
Proleterleşme sürecini tamamlamamış, topraklarına el konmuş işçilerin ağırlaşan kölece çalışmaya karşı tepkisi büyüktü. Buna ek olarak aylarca ödenmeyen düşük ücretler sorunu vardı. 1968 yılında birikmiş maaşların ödenmesi için 43 gün grev yapmış olmaları taban örgütlülüklerini oluşturarak madendeki birliklerini inşa etmelerini ve özgüvenlerini kazanmalarını sağladı. Artık direnerek kazanabileceklerini deneyimleri ile öğrenmişlerdi.
Fırtına, bu tarihten tam bir yıl sonra, yönetici ve idari kadronun teknik elemanlarının adeta madeni terk ettiği, son kalan mühendisin de hastalık nedeniyle ayrıldığı, üç aydır ücretlerin ödenmediği bir anda koptu. Patron konumunda olan Çorum İl Özel İdaresi, işçilerin biriken ücretlerin ödenmesi, teknik donanım ve kadro eksikliğinin giderilmesi gibi isteklerini üretimin düşük olduğu bahanesi ile yerine getirmedi. Alpagut işçileri Türk-İş’e bağlı Maden-İş/Alpagut ve Çevresi Maden İşçileri Sendikası’na üyeydiler. Sendikaları aracılığı ile sermaye hükümetine başvurarak madenin Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) tarafından devralınmasını istediler. Ancak hiçbir sonuç çıkmadı. Yapacakları tek şey kalmıştı: Direnişe geçmek!
Uzlaşmacı-arabulucu çizgiye sahip sendikaya karşı büyüyen işçi tepkisi, işletmeye el koyma kararlarından vazgeçilmek istenmesi ve yalnız bırakılmaları ile arttı. O yıllarda üyesi oldukları sendikanın başkanı, “Sendikal mücadelenin hiçbir zaman sermaye düşmanlığı halini almadığını, sınıf ve zümre meselesi olmadığını...” savunan bir zihniyetin temsilcisiydi. Buna rağmen binlerce işçi gibi sarı sendikaya karşı taban inisiyatiflerine güvenerek harekete geçtiler. Alpagut işçilerinin önlerine örülmüş barikatların yüksekliğini, nasıl engeller aştıklarını vurgulamak için sendikalarının şube başkanının, çalıştıkları madenin bölge müdürü Mehmet Kocatüfek olduğunu söylemek yeterlidir. Yani sendika şube başkanı, aynı zamanda patron konumundaki Alpagut Linyit Maden’in temsilcisidir.
Engelleme girişimlerine boyun eğmeyen işçiler, 13 Haziran 1969’da tüm madeni ve işletmenin bürolarını işgal ettiler. İşgalci işçiler iki somut hedef belirledi:
1- Madeni kendi denetimlerine alıp çalıştırarak üretimi ve satışı örgütlemek. Sonucunda elde edilen gelirden, biriken ücretlerini almak.
2- Maden işletmesinin zarar ettiği yalanını açığa çıkarmak, üretimi düzenleyerek arttırmak ve sonucunda madenin TKİ tarafından devralınmasını sağlamak
İşçiler öncelikle tüm çalışanların katıldığı işçi genel kurulu oluşturdular. Bu kurulda işletmede üretimi yönetme işini organize etmek üzere ‘İşçi Konseyi’ isimli bir üst komite seçtiler. İşçi Konseyi’ne doğrudan tüm işçiler üyeydi. Seçilen, üretimi yönetme görevini üstlenen İşçi Konseyi’ndeki işçiler tüm maden işçileri tarafından gerektiğinde değiştirilebilirdi. Oluşturulan bu birlik ile üretim örgütlendi ve işletmenin hesapları denetlendi. Kömür satışları yönlendirildi. Direnişçiler ayrıca işçi genel kurulunda seçilen satış komitelerini kurarak köy köy, kent kent dolaşıp kömür satışını bizzat gerçekleştirdiler. Böylece İl Özel İdaresi’nin kömür satışını bölgenin ileri gelenleri eliyle yaptırmasıyla elde edilen vurguna engel olundu. Disiplinli bir işleyişle satıştan gelen geliri işletme masrafı, birikmiş, ödenmemiş ücretlerin karşılanması ve geçimlerine ayırarak paylaştılar. Kömür satış hesapları düzenli bir şekilde tutuldu ve tüm işçilerin denetimine sunuldu.
Üretimin ve satışın her aşamasında işçi demokrasisi uygulandı. Kurulun aldığı kararları, işçi komiteleri düzenli bir şekilde denetledi. Tüm kararlar işçilerin hepsinin katıldığı toplantılarda tartışılarak alındı. Yüksek maaşlı üst düzey yöneticilerin işine son verildi. Direnişe karşı çıkan, kararlara uymayan 40 kadar ustabaşı ve ekip şefi de işten çıkarıldı. Diğer memur ve muhasebeciler konseyin denetimi altında çalıştılar. İşçiler arasındaki gruplaşmalar ortadan kaldırıldı. Çalışma disiplinini işçi genel kurulu düzenledi. Tüm işçilerin üretimin yönetimi sırasındaki görevleri tanımlandı.
III
35. günün sonunda Alpagut linyit madeninde günlük üretim 280 tondan 480 tona çıkmıştı. Direniş bölgede ve tüm ülkede büyük bir ilgi yaratacaktı. Bölgede madenin açılmasına tepkili olan köylüler direniş mevzisini ziyaret ediyordu. Satış komiteleri direnişin propagandasını yapan örgütler işlevini de kazanmış, dayanışmayı ve etkiyi geniş bir alana yaymıştı. Özyönetim direnişi odak haline geldikçe, sınıf dayanışması da güçleniyordu. Siyasal bilinç düzeyi geri bir işçi bölüğü sınıf kimliği ekseninde birleşerek Türkiye’de ilk kez bu düzeyde bir direniş örgütlemişti. Etkisi kısa bir zaman içinde sarsıcı oldu. Dayanışma ağı hızla gelişmeye başladı. Direnişçilerde bilinç sıçraması yaşanırken, başarılarının sonucunda moral ve özgüven kazandılar.
Elbette bu gelişmeden sermaye düzeni büyük bir korkuya kapıldı. Aynı ekonomik-sosyal sorunları yaşayan işçi kitlelerinin mücadele ivmesinin yüksek olduğu bir dönemde işçi denetimi ve yönetimi biçimindeki direnişlerin yaygınlaşması söz konusu olabilirdi. Özellikle 1968 yılında sınıf hareketinde yaşanan sıçramalı gelişim yasal-icazetçi çizgiye karşı fiili-meşru mücadele çizgisini daha da güçlendiriyordu. ‘67’de DİSK’in kuruluşu bu eğilimin ürünüydü. Devrimci sınıf bakış açısının eylem biçimlerini, şiarlarını, taleplerini doğrudan belirlemesi sınıf bilincinin gelişiminin dolaysız bir işaretiydi. Ki hareket, aynı zamanda hızla siyasallaşıyordu. Türk-İş’te cisimleşen sarı sendikacılığa karşı DİSK etrafında kenetlenen işçiler fabrikalarındaki yetki tartışmalarını referandumla sonlandırma kavgası verirken, 1969 yılında fiili yasa dışı grev, direniş, işgal benzeri eylemlerin yasal grevlere oranı %40’tı. Birikim, deneyim, derslerin, işçi kitleleri arasındaki etkileşimin canlı olduğu bir tarihsel süreçte işgal eylemini aşarak üretimi denetime alıp yönetmek, kapitalist özel mülkiyetin kalelerini temellerinden sarsmak demekti. Ve bu direniş yönteminin örnek alınması, niteliği nedeniyle de sosyal mücadelenin devrimci kanalla bütünleşmesi sürecini hızlandıracaktı.
Patron ve sendika direnişin kısa zamanda kendiliğinden kırılacağını zannettiklerinden, ilk günlerde müdahale etmediler. Ancak karşı karşıya kaldığı tablo yüzünden patron temsilcisi sendika, ihanet için kolları sıvar. Direnişi sendikal bürokrasinin dümen suyuna çekmek için işe koyulur. Toplu sözleşme taleplerini kırıntılarla yumuşatmaya, işgali sonlandırmaları için işçileri ikna etmeye çalışır. Tabi ki kısa sürede üretimin artmış olması iştah kabartmış, üretimin denetimine kapitalist üretimle uyumlu bir biçim vererek devrimci sınıfsal özünü silikleştirmek için sabıkalı gelenek devreye sokulmuştur. İki ayrı koltukta tek bir sınıf konumuna sahip sermaye sözcüsü sendika bölge başkanı ve aynı zamanda madenin işletme müdürü Mehmet Kocatüfek’in şu sözleri direnişin kontrol altına alınması için izlenen burjuva politikanın bir resmidir:
“İşçinin bir milyon liraya yakın alacağı vardı. Sendika yöneticileri olarak işçilerle bir toplantı yaptık ve bu toplantıda işletmenin yönetimine katılma kararını oy birliği ile aldık. İşçinin yönetime katılmasından jandarmanın duruma müdahalesine kadar işletmede üretim %50 oranında arttı. 250-300 ton olan günlük üretim, bugün 410-450 ton arasında değişmektedir. Günlük satış 8.000 liradan 40.000 liraya çıkmıştır. Ama bundan daha fazlasına izin vermediler.”
Görkemli, çarpıcı işçi direnişini kırmak için her türlü oyun oynandı. İşgalin sonlandırılması için valiliğe başvurunun ardından valilik işçilerle görüştüğünde direniş iradesini kıramaz. İşçiler taleplerinin karşılanması konusunda ısrarcı olur, geri adım atmazken, Çorum’un zengin eşrafı ve maden şirketi, müdahale etmesi için sermaye hükümetine başvurur. Sermaye hükümeti zaten direnişi sonlandırmanın fırsatını kollamaktadır. Takvim yaprakları 17 Temmuz’u gösterdiğinde Alpagut’a özel jandarma birliği yollanmış, maden kuşatılmıştır. Kuşatmaya karşı direnme hazırlığında olan, eylemin başlangıcından itibaren madenin ve işletme bürolarının oluşturdukları işçi komiteleri ile güvenliğini alan işçilerin direnci, sendikanın ikna çabası ile kırılır. Saldırının sonunda öncü işçiler tutuklanır.
Saldırı sonrası işçiler iki gün boyunca maden ocağına inmez, beş ay boyunca iş yavaşlatma vb. pasif yöntemlerle eylemlerini sürdürür. İşçiler madenin TKİ’ye devri, tutuklanan arkadaşlarının serbest bırakılması, ücret ve çalışma koşullarının düzeltilmesi taleplerini sürecin sonunda kazanmışlardır.
Geçmişten geleceğe
Alpagut direnişi sınıf hareketinin niteliksel sıçramasının, devrimci ileri bir kanala yönelmesinin yarattığı bir mevzidir. Bugün devrimci sınıf hareketi yaratma idaresinde dersler/deneyimler çıkartacağımız tarihsel birikimimiz olarak önümüzde tüm canlılığı ile durmaktadır.
Kapitalist özel mülkiyetin temellerini sarsan Alpagut Direnişi’nin en büyük üstünlüğü, bu eylemin söz, yetki, karar hakkının işçilerde olduğu, gerçek bir işçi demokrasisinin hayat bulduğu fiili-meşru mücadele çizgisi olmuştur. Bu çizgi, 35 gün gibi bir süre içinde etkisi çığ gibi büyüyen güçlü bir sınıf dayanışması yaratan, haklarını kazanmak için üretimin denetimini ele geçiren, eylemlerini madeni yönetmeye bağlamayı bilen açık bir sınıf bilincine dayanmaktadır.
Direniş sosyal hareketin kendiliğinden gelişiminin sınırlarını zorlamış, devrimci bir sınıf partisinin önderliğinden yoksun olması en büyük zayıflığı olmuştur. Alpagut Direnişi, işçi sınıfı ile devrimci öncünün birleşmesinin yakıcı önemini, Türkiye işçi sınıfının güçlü dinamik yapısını gösterdiği için güncel olarak geçmişten geleceğe bir köprü olarak önümüzde durmakta, görev ve sorumluluklarımıza işaret etmektedir.
* TKİP dava tutsağı