Kavel’den Alpagut’a, Greif’ten Yatağan’a…

Yatağan direnişi, sınıf hareketinin içinden geçtiği dönemde çok özel bir uğrak noktasını ifade ediyor. Yatağan direnişi, Greif direnişi ile birlikte sınıf hareketinin bu yeni döneminin ilk önemli uğrak noktasıdır.

  • Haber
  • |
  • Sınıf
  • |
  • 03 Eylül 2014
  • 09:14

Nerede kalmıştık?

 

Başbakan başkanlığındaki Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun Yatağan Termik Santrali’nin satışını onaylaması ile birlikte Yatağan işçilerinin 1 yılı aşkındır sürdürdükleri kararlı ve onurlu direnişleri yeni bir aşamaya girmiş oldu. Bugüne kadar sergiledikleri direniş ile, özelleştirme ihalesinin gerçekleşmesini engelleyemeseler de; Yatağan işçileri, özelleştirme kararının onaylanmasının ardından 20 Ağustos günü Güney Ege Linyitleri İşletmesi (GELİ) Müdürlüğü önünde yaptıkları eylem ve işyerleri önüne kurdukları barikatlarla birlikte özelleştirmeci şirketleri işyerlerine sokmayacakları yönündeki kesin kararlılıklarını bir kez daha göstermiş oldular.

 

71 milyonun Cumhurbaşkanı’nın son icraatı


Yatağan Termik Santrali’nin satışı Tayyip Erdoğan başkanlığındaki Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından 7 Ağustos günü onaylandı. Gelin görün ki “71 milyonun Cumhurbaşkanı” adayının başbakanlığı sırasındaki bu son önemli icraatı ancak 16 Ağustos günü Resmi Gazete’de yayınlandı. Yani işçi sınıfının beynini bulandırarak üzerindeki yükü attığı ilk anda gerçek kimliğini ortaya seren burjuva siyaseti bir kez daha kendisine yakışanı yaptı. Cumhurbaşkanlığı seçimi geçer geçmez “%50’nin Başbakanı”nın son icraatı da işçi sınıfına düşmanlık üzerinden şekillendi.

Kuşkusuz bu durum şaşırtıcı da değildi. Sayısız örneği bir tarafa son günlerde Somalı maden işçilerinin artan çığlığı bizlere bu tabloyu bir kez daha hatırlatıyordu zaten. Katliamın ilk günlerinde bir yandan katliamı “madenciliğin fıtratı” olarak gösterseler de esip gürleyerek her türlü önlemin alınacağını söyleyenler katliamın sıcaklığı geçer geçmez gerçek yüzlerini bir kez daha gösterdiler. Madencilere verdikleri hiçbir sözü tutmadıkları gibi patron lobisi ile birlikte yapacakları yasal düzenlemeleri de bir kez daha işçi sınıfının haklarını korumak değil, patronların sömürüsünü arttırabilmek için hazırladılar.

Bu düzenlemelerden en sonuncusu ise gündemdeki torba yasa ile birlikte tartışılan taşeron düzenlemesi. Başbakanlık koltuğunu son güne kadar bırakmaya niyetli olmayan Tayyip Erdoğan, bu amacını yerine getirebilmek için Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından torba yasa görüşmeleri devam ederken meclisin yeniden tatile girmesine karar vermişti. Şimdi ise 28 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı olmasının ardından, meclisin torba yasa için tatilini yarıda kesip çalışmaya başlayacağı, “71 milyonun Cumhurbaşkanının” atacağı ilk imzanın bu yasa olacağı konuşuluyor. Özellikle karayollarında kazanılmış haklarını alabilmek için bekleyen işçilerin gözü ise 28 Ağustos’ta ve ne yazık ki boş umutlarla bu yasadan kendileri için bir çıkar yol bekliyorlar. Ancak sayısız örneği bir tarafa, en son olarak Soma ve Yatağan üzerinden yaşananlar karayolları işçileri başta olmak üzere tüm işçi sınıfına çok şey anlatıyor.

 

Yatağan’ın satışı kazanılmış hakların gaspı, taşeronlaştırma, çevre katliamı demektir!

Özelleştirme işçi sınıfı için her şeyden önce kazanılmış hakların gaspı demektir. Özel sermayenin gücünün yetmediği ya da yatırımını riskli olarak görüldüğü alanlarda yatırımlar sermaye devleti tarafından yapılır. “Risk” sermaye yerine emekçi halkın omuzlarına yüklenirken, bu alanlardaki yatırımlar “tatlı kârlar” bıraktığı anda, özel sermaye aç gözlü bir vampir gibi gözünü bu alanlara diker. Devamı ise bellidir. Devlet eliyle işletilen işletmelerdeki görece iyi sayılabilecek sosyal haklar birer birer tırpanlanırken aç gözlü sermaye kârını arttırabilmek için her fırsatta ücretleri düşürmek, kazanılmış sosyal hakları gasp etmek, ama hepsinden de önemlisi çalışma yoğunluğunu arttırarak sömürüyü katmerleştirmek için her türlü önlemi almaktadır. Soma’da devletin 140 dolara ürettiği kömürün 28 dolara mal edilmeye başlanması ve bunun işçi sınıfı için doğal sonuçları bu durumun ne anlama geldiğini ifade etmek için fazlası ile yeterlidir.

Özelleştirmenin bir başka sonucu, devletin işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerindeki baskı ve zor aygıtı konumunu güçlendirmektir. Sermaye sınıfı gelişip güçlendikçe onu temsil eden devlet aygıtı da üzerindeki yüklerden arınmakta, gerçek kimliği olan bürokrasi ve zor araçları çok daha görünür bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Son 12 yılda Cumhuriyet tarihinin en önemli özelleştirmelerini yapmakla övünen AKP iktidarı döneminde sermaye devletinin baskı ve zora dayalı yapısının gelişip güçlenmesi de bu durumdan bağımsız değildir. AKP iktidarı ile cisimleşen sermaye devletinin, Yatağan’ın ikinci bir TEKEL olmasından duyduğu büyük korku ve Yatağan işçilerinin direnişi karşısında sergilediği pervasız tutum bu tablodan bağımsız değildir. Yatağan’ın satışına sessizce boyun eğmek ise dizginsiz polis şiddetinin artarak devam etmesine onay vermek anlamına gelecektir.

Yatağan işçilerinin haklı bir şekilde vurguladığı gibi özelleştirmenin bir diğer önemli sonucu ise taşeronlaştırmadır. Taşeronlaşmanın kapitalist sistem tarafından çalışma yaşamının temel bir kuralı haline getirilmeye çalışılıyor olması gerçeği bir tarafa ülke ekonomisinin de belkemiği olan bu devlet işletmelerini satın almaya gücü yeten büyük sermaye grupları riski üzerlerinden atmanın ve sömürüyü derinleştirmenin en temel yolunu taşeronlaştırmada bulmaktadır. Dolayısıyla, Yatağan’a özelleştirmeci şirketlerin girmesine izin vermek demek taşeronlaşma ile birlikte iş cinayetlerinin de katlanarak devam etmesine göz yummak demektir.
Ve son olarak Yatağan Termik Santrali’nin özelleştirilmesi aynı zamanda bir çevre katliamı ve doğanın talan edilmesi anlamına gelecektir. Yatağan işçileri uzun yıllara yayılan dişe diş bir mücadele ile termik santraldeki filtre uygulamasını hayata geçirtebildiler. Ve bugün haklı olarak üretilen enerjinin %15’ini emen bu filtre sisteminin özel sermaye tarafından kârlılığı azaltacağı için kullanılmayacağını, Yatağan’ı bir kez daha büyük bir çevre felaketinin beklediğini hatırlatıyorlar.

 

Yatağan işçileri direnmekte kararlı, peki ya sendika ağaları?


Yatağan Termik Santrali’nin satışının sonuçları bu denli çıplak bir şekilde ortada iken Yatağan işçileri her şeye direnme iradelerini büyük bir kararlılık ile devam ettiriyorlar. 2000 yılında gerçekleştirilen özelleştirmenin ardından özelleştirmeci şirketi işyerine sokmayarak önemli bir direnişe imza atan Yatağan işçileri, bugün de o günden aldıkları dersler ve işçi sınıfının mücadelesinin yeni dersleri ile birlikte direnmeye devam ediyorlar. Zira, Yatağan işçileri hem geçmiş özelleştirme süreçlerinden çıkardıkları dersler ile birlikte kazanılmış haklarının gaspına yönelik bu saldırıyı kabul etmiyorlar, hem de bu saldırıların 12 yıllık mimarı olan AKP iktidarına karşı haklı bir öfke duyuyorlar.

Bununla birlikte, bu öfke önemli bir dinamik olmakla birlikte bu kapsamdaki bir saldırıyı püskürtebilmek için ne yazık ki yeterli değil.

Her şeyden önce Yatağan direnişini başarıya ulaştırabilmenin en temel yolunu Yatağan işçilerinin sınıfsal kimliğindeki güçlenme hazırlayacaktır. İşçi sınıfının genel olarak sınıf kimliği ve bilincindeki zayıflık bir tarafa Yatağan işçilerinin üzerinde estirilmeye çalışılan ulusalcı rüzgar bu açıdan fazlası ile tehlikelidir. Yatağan işçileri kesin bir zafere yürüyebilmek için öncelikle “Satılan vatandır!” demagojisinin etkisinden sıyrılmalı, işçi sınıfının uluslararası mücadele deneyimlerinden öğrenerek sermaye sınıfının vatanı olmadığı çıplak gerçeği ile yüzleşmelidir. Zira, bu propaganda karşı taraftan özelleştirmeci şirketin yerli bir tekel olduğu gerçeği ile birlikte karşı propagandaya çevrilebilme ve direniş iradesini zayıflatma potansiyelini taşımaktadır. Bununla birlikte AKP iktidarının Doğan ve Koç grubu gibi büyük sermaye çevreleri ile yaşadığı gerilim ve uzlaşılar da fazlası ile öğreticidir. Bu açıdan Haziran Direnişi sırasında “ulusalcı işçileri” tarafından yere göğe sığdırılamayan Koç’un fabrikalarında işçilerin yaşadıkları, direniş dalgasının geri çekilmesi ile birlikte Tayyip Erdoğan ile kol kola verdiği pozları hatırlamakta fayda vardır.

Bununla birlikte bir diğer gerçek ise bu kapsamda bir saldırının tek başına Yatağan işçilerinin direnişi ile göğüslenemeyeceği gerçeğidir. Yatağan’ın özelleştirilmesi saldırısını püskürtebilmenin yegane yolu topyekûn bir sınıf direnişini örgütleyebilmekten geçmektedir. Bu açıdan Yatağan işçilerinin kararlılığı ve direnci belirleyici önemde olmakla birlikte, Yatağan’ın çevresine örülecek direniş duvarı da en az Yatağan işçilerinin direnişi kadar önemlidir.

Bu noktada, Yatağan direnişi önemli zorluk alanları ile birlikte bir dizi önemli imkanı da bağrında barındırıyor. Zorluk alanının başında sendikal bürokrasinin ihanetçi çizgisi geliyor. Şurası açık ki Yatağan Direnişi’nin ikinci bir TEKEL’e dönmesinden korkan sadece AKP iktidarı ve sermaye sınıfı değil. En az onun kadar bu korkuyu derinden taşıyan bir diğer güç ise Türk-İş bürokrasisi. Yatağan işçilerinin direnişlerini Ankara’ya taşıdıkları günlerde karşılaştıkları tabloyu bu açıdan hatırlamakta fayda var. Bununla birlikte Türk-İş Genel Başkanı Ergun Atalay’ın yeni kabinede bakanlık koltuğunu kapmak için içine girdiği canhıraş çırpınışı düşündüğümüzde bu ihanet derinleşerek devam edecektir.

Ancak bu ihaneti aşmanın yolu da bellidir. Yatağan işçileri kendi iç birliklerini koruyarak direnişlerini bugüne kadar taşıyabildiler. Bu birlikleri konfederasyon ve genel merkez düzeyinde olmasa bile şubeler düzeyinde bir dinamizm de yaratmış oldu. İşte bu dinamizm, Yatağan işçilerinin ihanet çetesini parçalamak için ellerindeki önemli imkana işaret etmektedir. Bununla birlikte son yılların en önemli işçi direnişi olan Greif direnişinin aksine Yatağan direnişi sendikal hareket içinde belli bir destek de almaktadır. Her ne kadar direnişin Ankara’da sürdüğü dönemde toplumsal muhalefet etkin bir destek örgütleyememiş olsa da, önümüzdeki dönemde sahip olunan imkanlarla birlikte bu desteği arttırmanın ve Yatağan’ı sınıfın topyekûn direnişi haline dönüştürmenin imkânları fazlası ile mevcuttur.

 

Yatağan’ı kazanmak için Greif’ten öğrenmek gerekiyor!

Tüm bu tablo içerisinde Yatağan direnişi, sınıf hareketinin içinden geçtiği dönemde çok özel bir uğrak noktasını ifade ediyor. Yatağan direnişi, Greif direnişi ile birlikte sınıf hareketinin bu yeni döneminin ilk önemli uğrak noktasıdır.

Kuşkusuz içinde bulunduğu tarihsel dönem, dinamikleri ve talepleri ile bugünün işçi direnişleri ile ‘60’lı yılların güçlenen sınıf hareketi arasında birçok farklı nokta bulunmaktadır. Bununla birlikte bu iki tarihsel dönem arasında sınıf mücadelesinin sürekliliği ile birlikte kesişme ve bütünleşme noktaları da bulunmaktadır.

Kavel Direnişi, ‘60’lı yılların işçi direnişlerinde fiili-meşru mücadelenin gücünü ve sonuç alıcılığını ortaya sererken, bu direnişi, sayısız işgal deneyimleri ile birlikte Alpagut gibi özyönetim deneyimleri ve 15-16 Haziran Direnişi takip etmişti. Bugün ise, yasal cendereye hapsedilen sınıf mücadelesinin önünü fiili-meşru mücadele geleneğini hatırlatarak aşmak onuru Greif işçilerinin olmuştur. Yatağan işçileri ise bu geleneği geliştirip güçlendirme, işçi sınıfının sahip olduğu o eşsiz gücü dosta-düşmana gösterebilme, dahası Sütaş, Şişecam gibi son dönemin önemli direniş ve mücadeleleri ile kesişerek işçi sınıfının kitlesel mücadelelerinin önünü açma imkanlarına fazlası ile sahiptir.

Tam da bu imkanlardan yola çıkarak diyoruz ki: “Derin bir nefes alın, proletaryanın yüzyılı başlıyor!”