Döviz kurlarında son aylarda ciddi bir artış yaşanıyor. Yılbaşından bu yana dolar karşısında en çok değer kaybeden para birimleri arasında TL başa yarışıyor. Henüz Arjantin pezosunu geçemese de TL’nin değer kaybı, ABD ile Türkiye arasındaki krizin patlak vermesiyle yeniden sıçrayış kaydetti. Dolar 5,2 TL olarak kabul edildiğinde yılbaşından bu yana yüzde 38 değer kazanmış oluyor.
Dövizin değerindeki tırmanışa dair çeşitli tartışmalar yapılıyor. AKP şeflerinde bunun gelip geçici olduğu kanısı hakim. Keza Trump’ın başkan olduğu 2016 Kasım seçimlerinden bu yana, 1 buçuk yılı aşkındır böyle bir yaklaşım sergiliyorlar. “Bunlar spekülatif”, “Ben bunu kabul etmiyorum”, “Dolardaki artış geçici” lafları 1 buçuk yıldır tekrar edilip duruyor. Bu yaklaşımı sergileyenlerin başında, önceki hükümetin ekonomi kurmayları yer alıyordu. AKP şefi Erdoğan’la anlaşamadığı iddia edilen, eski başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek bile, bu dönem içerisinde TL’nin bir haftalık değer kazanışını “TL iyiye gidiyor, uluslararası piyasalarda dolar karşısında en çok değer kazanan para birimi oldu” diye yorumlamıştı. Bunun bir karşılığı olmadığı kısa zamanda görüldü.
AKP şeflerinin krizi maniple etme ve çarpıtma eğilimleri ne yazık ki işçi sınıfı ve emekçilerde de belli bir karşılık buluyor. İşçilerde her ne kadar “işlerin iyiye gitmediği” kanısı hakim olsa da, bu gidişatın nedeni, boyutları ve çözüm yolları konusunda bir kafa karışıklığı olduğu açık. İşçilerde kabul gören çarpıtmaların en başında, “Dış mihraklar ekonomimize savaş açtı” yönündeki söylemler geliyor. “Yerli ve milli ekonomimizi birlik olup kurtaralım” yalanı en başta AKP şeflerinin ağzından çıkıyor gözükse de, bu söylemlerin arkasında bizzat patron sınıfı yer alıyor.
Patronlarla işçilerin çıkarları ortak mı?
Patronlar bu söylemi, işçi sınıfıyla aralarındaki giderek keskinleşen sınıf karşıtlıklarını ve çıkar çatışmasını örtbas etmek ve işçileri de kendilerine yedeklemek için dillerinden düşürmüyor. Bunun en açık örneği, metal işkolunda MESS 2017 Grup TİS sürecinde görüldü. MESS patronları, işçilerle en açıktan çatıştıkları dönemi “İşte barış, dünyayla yarış” şiarıyla, iki sınıfın çıkarlarının ortak olduğu yanılsamasını yayarak yönettiler. Bu çarpıtmayla TİS sürecinde “tarihi zamlar kazanıldı” işçiler tarafından... Şimdi ise patron sınıfı bu zammı kırpabilmenin yolunu arıyor. İşçi kıyımına başvuruyor, kiralık işçileri fabrikalara dolduruyor. İşçilerin kırıntı düzeyindeki haklarını gasp etmek için harıl harıl çalışıyorlar.
“İş barışı” yalanının, metal işkolunun ötesinde de bir gerçekliği olmadığı görülüyor. Dolardaki artış da bu görüntüyü giderek daha fazla su yüzüne çıkarıyor. Dolar 7 ayda yüzde 30’un üzerinde değer kazanırken, sermayedarlar milyarlarca dolarlık borçlarının baskısı altında yapılandırmalara, küçülmelere, iflaslara ve şirket kapatmalara başvururken işçilere huzur, rahatlık ve zenginlik sunmuyor.
Henüz krizin vurmadığı büyük sermayenin sömürdüğü işçiler açısından, iki sınıf arasındaki karşıtlık daha da ortada: Bu türden holdingler, şirketler ve bankalar 2. çeyrek bilançolarında milyarlarca liralık net kârlar açıkladı. Dolar ve avro geliri olan ihracatçı sermaye her ay ihracat rekorları kırıyor. Ama bu asalak patronlar zenginliklerini katlarken, işçi sınıfının durumunda herhangi bir iyileşme oluyor mu? Hayır! Aksine işçiler; giderek yakıcı hale gelen hayat pahalılığıyla nasıl başa çıkacaklarını, biriken borçlarını gelecek aylarda nasıl ödeyeceklerini, ya da kıtlığın nasıl üstesinden geleceklerini daha yakıcı bir şekilde düşünmeye başladı. Yoksulluk ve sefalet derinleşirken, huzursuzlukları da giderek daha fazla büyüdü, büyümeye devam ediyor.
Dolardaki artışla derinleşen sefalet
“Bizi ne ilgilendirir” diye bakılan doların yükselişi ise bu gidişatta önemli bir etken olarak rol oynuyor. TL karşısında doların değerindeki tırmanış ya da aynı anlama gelmek üzere ‘TL’nin değer kaybı’ iş gücünün değerini giderek düşüyor. Dolar artarken reel ücretler sabit kaldığı oranda emekçiler yoksullaşıyor. Bu yoksullaşma, önümüzdeki dönem için daha büyük bir sefalete doğru kapıyı aralarken, şu anda enflasyondaki tırmanışla etkisini gösteriyor. Ücretler artmıyor, fakat gıda başta olmak üzere temel ihtiyaçların, giyim, konut, faturalar vb. fiyatları giderek tırmanıyor.
Fiyatların yıllık artışı Temmuz ayında yüzde 15,85 oldu. Yani geçen yılın Temmuz ayına kıyasla fiyatlar yüzde 15,85 artış gösterdi. Yıllık enflasyon denilen tüketici fiyatlarındaki bu yıllık artış oranı, 2004 yılı başından bu yana en yüksek düzeye çıkmış oldu. Enflasyonda 15 yılın rekoru kırıldı. Ayrıca enflasyon hesaplamasında gıdanın payının düşürülmesi değişikliği hesaba katıldığında ve esas fiyat artışlarının emekçilerin daha çok tükettiği ürünlerde olduğu düşünüldüğünde, enflasyon o döneme kıyasla daha da yüksek seviyede bulunuyor. Asgari ücretin geçen yıla kıyasla bu yıl başında yüzde 14 arttığı düşünülecek olursa, enflasyon emekçilerin zamlarını da aşmış bulunuyor.
Enflasyonun bu derecede yükselişinde ve işçilerin yoksullaşmasında dolardaki artış temel bir rol oynuyor. Sermaye cephesinin “bağımsızlığı”nı tartıştığı Merkez Bankası’nın son raporları dahi dövizin enflasyondaki etkisinin altını çiziyor. Merkez Bankası üretici fiyatlarına dair şöyle diyor: “Fiyat artışlarında Türk lirasındaki birikimli değer kaybı belirleyici olmuştur.” Tüketici fiyatlarına dair yorumunda da durum farksız: “Enflasyondaki yükselişe en belirgin katkı döviz kuru geçişkenliğinin yüksek olduğu temel mal grubundan gelmiştir.”
Bunların anlamı şudur: Dövizin TL karşısında yüzde 30’un üzerinde değer kazanması büyük oranda enflasyondaki rekor seviyelerde belirleyici olmuştur. Hem de bu, fiyatların daha da artmasına sebep olacak akaryakıt zamlarının ‘gizli’ tutulduğu bir dönemde olmuştur. Benzin ve motorin fiyatlarındaki zamlar da ‘gizli’ olmaktan çıktığında -ki bu zamlar sonsuza dek ÖTV’den düşülerek gizlenemeyeceğine göre-, fiyatlarda çok daha büyük bir artış yaşanması kaçınılmazdır.
O halde, ilk anda önemsiz gibi gözüken dövizdeki tırmanış, tam tersine işçi ve emekçilerin yaşamını doğrudan etkilemektedir. Gün içerisindeki huzursuzluğundan gece rahat uyuyamamasına, sabah işine giderken yaşadığı can sıkıntısından, işten dönerken hissettiği yorgunluğun daha da ağırlaşmasına kadar... Deyim yerindeyse döviz alanındaki dalgalanmalar, işçilerin, ücretli kölelik zincirleriyle hapsedilmiş yaşamının ağırlığını arttırıyor.
Dolardaki artış enflasyona etkisinin yanı sıra esasta, emek gücünün de değersizleşmesine yol açıyor. 2018 yılı başında 3,77 TL seviyesindeki dolar üzerinden net asgari ücret, aylık 424 dolara, günlük 14 dolara tekabül ediyordu. Doların bugün 5,2 TL olduğu kabul edilecek olursa, doların değerindeki yüzde 38’lik artışa paralel olarak işçi ücretlerinde düşüş yaşandı. Şu an itibarıyla işçi ücreti aylık 300 doları, günlük 10 doları ancak geçiyor. Bu düşüş, patronlar için ucuz iş gücü cenneti olan Güneydoğu Asya ülkelerindeki günlük ücretlere doğru adım adım gidildiğine işaret ediyor. Yani önümüzdeki dönemde, kriz koşullarında işçilerden daha da fazla “fedakarlık” talep edecek olan sermaye, ücret zamlarını daha da düşük tutarak Türkiye’yi Asya, Afrika ülkeleriyle kıyaslanabilir bir sömürü cennetine çevirmenin hesabını yapıyor.
“Ekonomiye savaş açtılar” diyenler kime savaş açtı?
AKP şeflerinin ve patronların “Birileri ekonomiye savaş açtı, doları yükseltip duruyor...” demagojisinin doğru olduğu varsayılsa bile, bu savaşa karşı herhangi bir tutum içerisine girmedikleri açıkça ortada duruyor. Aksine, bu sözde “savaş”ın faturası dosdoğru işçilere ödetiliyor: Birincisi, enflasyonun artışıyla işçiler giderek daha fazla yoksullaşıyor. İkincisi, iş gücü değersizleşiyor, işçiler neredeyse ücret dahi almadan çalışacak duruma getiriliyor. Kapitalizmin ücretli köleliği, Ortaçağ köleliğine doğru yol alıyor. Bütün bunlara ek olarak bir de, ekonomik krizden daha çok etkilenen patronların tüm faturayı işçilere ödetmesi gerçeği giderek yaygınlaşıyor: Tazminatsız, keyfi işten atmalar, toplu kıyımlar, ücretsiz izinler vb. ile...
Özetle, dolardaki artışlar sözde “Ekonomiye savaş açıldı” diye çarpıtılsa da patronlar esasta, işçi sınıfına ve emekçilere karşı bir savaş açmış bulunuyor. Bu tabloyu tersine çevirmek için işçi sınıfı ve emekçilerin patron sınıfıyla birlik olup kazanacakları, huzura erecekleri hayallerinden kurtulmaları gerekiyor. Bu tablonun esas sorumlusu olan, ülkenin zenginliklerini elinde bulunduranlar ve ülkeyi yönetenler, bugüne kadar işbirliği kurdukları sözde “dış mihrakları” suçluyorsa ve bugün hâlâ bunlarla işbirliğini pekiştirmenin yolunu arıyorsa, “ekonomimize savaş açtılar” yalanına hiç prim vermemek gerekiyor. Ve işçiler eğer ki bu faturayı ödemek istemiyorlarsa en başta ayağa kalkıp kendi sınıf kardeşleriyle birlik olmaları gerekiyor.