“Tek dil, tek ülkü-tek hars” politikası İttihat ve Terakki’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna hayat veren politikasıdır. Kurulmakta olan ülkede milli burjuva sınıfının yaratılması için tekçilik gerekliydi. Azınlıkların elinde bulunan sermayeye el koyma amacında olan yeni devlet “homojen ulus” anlayışını kabul ederek anayasaya “herkes Türk’tür” ibaresini yazar. Bu politika 1920’lerin ortalarından itibaren ülkedeki azınlıkları Türkleştirme hedefinin ana sloganı olmuştur. Nitekim 1927’de Türk Ocakları tarafından “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyası yapılmıştır. ‘30’lu yıllarla birlikte Avrupa’da güçlenen ırkçı hareketler Türkiye’de de etki yaratmıştır. 10 yıllık süreçte çıkarılan çeşitli kanunlar ile azınlıkların ekonomi alanındaki etkinlikleri büyük ölçüde sınırlandırılır.
6-7 Eylül 1955 tarihinde, başta Rumlar olmak üzere Ermeni ve Yahudilere dönük yapılan vahşi saldırılar bu topraklarda halen utanç izi olarak kalmaktadır. 1955 yılı siyaset bakımından karışık bir yıldı, Menderes hükümeti içeride vaat ettiklerini gerçekleştiremiyor aynı zamanda ekonomi kötüye gidiyordu. Kıbrıs ise ayrı bir sorundu. Kıbrıs’ta ki Rumlar bağımsızlık savaşı vermekteydi, İngiliz emperyalizmi de Türkiye’yi de bu sürece katar ve kavga Türkiye-Yunanistan arasına kayar. Hem Kıbrıs’ta hem de Türkiye’de halk karşılıklı olarak kışkırtılıyordu. Emperyalist çıkarlar sonrası, yıllardır kardeşçe yaşayan ada halkları birbirlerine düşman olma noktasına getirilir. Menderes hükümeti de bu olayları iç malzeme olarak kullanıyordu. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti (KTC) ise kamuoyunda Kıbrıs hassasiyeti yaratmak için türlü çabalar içerisindeydi. Bu faaliyetlere AKP’nin kadrolarının kaynağı olan Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) de destek veriyordu. İngiltere 1955’te Londra’da Kıbrıs Konferansı düzenler ve Türkiye’yi de çağırır. İngiliz emperyalizminin planları adım adım uygulanmaktadır. Görüşmeler başladığında Rumların lehine ilerleyen gelişmeler sonrası Türkiye kontrgerillası göreve hazır bir şekilde aldığı emir ile işe koyulur.
Selanik’te Mustafa Kemal’in doğduğu eve bomba atılır ve suç hemen Rumlara yöneltilir. Yazılı medyanın etkin olduğu bu dönemde yandaş gazeteler yaygın olarak provokasyon içerikli yazılar yayınlarlar. Ekspres gazetesinin normal tirajı 20-30 bin iken 6 Eylül 1955 günü “Ata’mızın Evi Bombalandı” manşeti ile 2. baskısı 290 bini bulur. Bu miktarda baskıyı yapmanın o dönemin teknik gelişmişliği açısından birkaç günde mümkün olduğu sonradan açıklanmıştır. Bu durumda Ekspres’in 2. baskısının önceden hazırlandığı sonucu çıkmaktadır. Medya dışında, Rumlara ait mekânların önceden kırmızı haçlarla işaretlenmiş olduğu da açığa çıkmıştır.
Bu haber sonrası ipler kopar. Gerici-faşist güruh her katliamda oynadığı rolü oynar ve Rumlara yönelik linç, yağma, tecavüz, katliam işine girer. Ancak ırkçılık bununla yetinmez Türk olmayan her milliyete yönelik saldırıya başlar. 6-7 Eylül’de yaşanan dehşetin en bilindik fotoğrafı İstanbul’da İstiklal Caddesi’nin baştan sona parçalanmış kumaşlar, kırılmış eşyalarla dolu halini gösteren fotoğraftır. Bu fotoğraf dahi o gün yaşanan dehşeti göstermektedir. 200’den fazla kadına tecavüz edildiği dile getirilmiştir. Resmi kaynaklara göre 4 bin 214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul tahrip edildi. 73 Rum Ortodoks kilisesi ateşe verildi. Olaylarda 11 kişi hayatını kaybetti. Helsinki Watch örgütünün bir raporunda ölenlerin sayısı 15 olarak yer aldı. Tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59’u Rumlara, kalan yüzde 17’sinin Ermenilere, yüzde 12’sinin Yahudilere ait olduğu belirlendi. Tahrip edilen yerler yağmalandı. Sonradan “6-7 Eylül zengini” tabiri ortaya çıkacaktı. Yaşananların mağdurları o günleri anlatırken, yıllardır komşuları olanların o gün neler yaptıklarını hiç unutmayacaklarını ifade ederler. Bununla birlikte yağmacıların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıkar. Emekli hâkim Amiral Fahri Çoker’in Tarih Vakfı’na bıraktığı belgelerde yer alan verilere göre, Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi getirilmiştir.
1924 yılında İstanbul’da Rum sayısı 280 binken şimdilerde bu sayı 1500-2000’lere kadar düşmüş vaziyette.
Olaylar sırasında Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda 6-7 Eylül olayları hakkında, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” demecini vermiştir.
Olaylar önceden CIA tarafından planlanmış, Özel Harp Okulu tarafından yerine getirilmiş ve “amacına ulaşmıştı.” 1960 yılında görülen Yassıada davasının tutanaklarında dönemin başbakan yardımcısı Fuat Köprülü, bu fikri o sırada güya tesadüfen Türkiye’de bulunan CIA şefi A. Dulles’tan aldıklarını söyler.
Olaylar sırasında hiçbir müdahalede bulunmayan sermaye devleti sonradan İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetim ilan eder. Olayın failleri olarak komünistleri suçlar. Aralarında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Asım Bezirci gibi yaşayan, hatta olaydan önce ölmüş 45 aydın, ilerici, komüniste dava açılır. Dönemin gazeteleri -Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet vb.- ağız birliğiyle komünistleri hedef gösterir. Dava sonradan uluslararası kamuoyu desteğiyle düşer.
6-7 Eylül olayları ve Türkiye’de yaşanan nice saldırıların, katliamların gerçek failleri her zaman korunmuştur. Çünkü asıl fail devletin kendisidir. Bu tür olaylarda galeyana gelmeye hazır bekleyen güruh hep kullanılagelmiştir. Çorum katliamında da “Camiyi ateşe verdiler” yalanı ile galeyana gelenler 105 Alevi’yi katletmişti. Sivas Madımak Oteli’nde insanlık yakılmıştır. Hrant Dink katliamı halen akıllardadır. Günümüze kadar gerçekleştirilen çok sayıda kontrgerilla olayı vardır.
Yaşanan bütün bu zulümlerin, katliamların sebebi sermaye düzeni gerçekliğidir. Ancak sermaye düzenine karşı işçilerin birliği ve halkların kardeşliği temelinde yürütülecek bir mücadele ile bu zulümlere son verebiliriz.
U. Aze