6-7 Eylül yağmasının 59. yıldönümünde Cumhuriyet'in azınlık raporu - Ayşe Hür

Bir acıyı dindirmenin en önemli yolu da geçmişe mağdurların ve kurbanların gözüyle bakmaya çalışmak, onların bakış açısını kavramaya çalışmak, onlarla birlikte yas tutabilmek.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 07 Eylül 2014
  • 00:43

6/7 Eylül 1955 yağmasının 59. yıldönümünde, unutma ve hatırlama konuları üzerine tekrar düşündüm.

Bu konuda başucu kitabım değerli bilim insanı ve insan hakları eylemcisi Mithat Sancar’ın Geçmişle Hesaplaşma, Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne (İleşitim, 2008) adlı kitabı oldu. Yazının ikinci bölümünü oluşturan, azınlıklara yönelik politikaların, saldırıların kronolojisini ise değişik kaynaklardan derledim. Aslında her iki bölümün ayrı yazılar olması daha doğru olurdu ama öyle günlerde yaşıyoruz ki, bir sonraki hafta yazma olanağı bulup bulamayacağımızı bilemiyoruz…

 

Unutmak mı hatırlamak mı?

Antik Yunan’da, Peleponnes Savaşları’nın ardından geçmişteki kötü olayları hatırlamayı yasaklayan bir yasa çıkarılmıştı. Roma’da Sezar’ın öldürülmesinden sonra Senato’da konuşan büyük hatip Cicero ‘bu cinayete dair bütün anılar ebedi unutuşa havale edilmelidir’ demişti. Avrupa’yı kana boyayan 30 Yıl Savaşları’nı sonlandıran 1648 tarihli Westphalia Barışı’nın şartlarından biri, savaş boyunca işlenen suçları unutmakla ilgiliydi. Fransız Devrimi’nden sonra önce Napolyon, onun sürgüne gönderilmesinden sonra da tahta geçen 18. Louise, Fransız Devrimi’nin hatırlanmasını kanunla yasaklamıştı. ‘Modern’ ve ‘ilkel’ toplum demek, yerine sırasıyla ‘sıcak’ ve ‘soğuk’ toplum tanımlarını öneren antropolog Claude Levi-Strauss’a göre ‘soğuk’ toplumlar (örneğin Amazon yerlileri), yaşadıkları tarihsel olayların toplumsal denge ve devamlılık üzerine yapabileceği olumsuz etkileri yok etmek için onları mitler yoluyla kolektif hafızalarına başarıyla dahil ediyorlardı. Bizim de dahil olduğumuz ‘modern’ ya da ‘sıcak’ toplumlar ise, neredeyse İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, geçmişin kötü olaylarını unutma ve affetmeyi bir kural haline getirmişlerdi.

 

Geçmişle yüzleşme politikaları

İlk kez Federal Almanya’nın savaş sonrası ilk cumhurbaşkanı Theodor Heuss’un ağzından duyduğumuz ‘Vergangenheitsbewältigung’ kavramının başka dillere çevrilmesi çok zor olmuştu. ‘Üstesinden gelinmemiş bir geçmişin gölgesiyle hesaplaşma’ diye çevrilebilecek bu Almanca terim bazı dillere ‘geçmişle hesaplaşma’, bazılarına ‘geçmişle baş etme’, bazılarına ‘geçmişin üstesinden gelme’, ‘tarihle yüzleşme’, ‘tarihle hesaplaşma’ diye çevrildi. Bu ifadelerdeki negatif tonlamadan kaçınmak isteyenler ise ‘geçmişle ilişki’, ‘geçmiş politikası’, ‘geçmişin işlenmesi’, ‘hatırlama kültürü’, gibi daha yansız terimleri kullanmaya çalıştılar.

Hafızanın nasıl işlediği konusunda bilgilerimiz arttıkça daha iyi anlıyoruz ki, hafıza, tarihsel gerçekliği birebir yansıtan bir ayna değil. Hafızanın alt başlıklarına hızlıca göz atarsak; ‘İletişimsel hafıza’ yakın geçmişe ilişkin anıları kapsar. Bazıları daha az, bazıları daha fazla iletişimsel hafızaya sahip olur. 40 yıl gibi bir süreden sonra iletişimsel hafıza nitelik değiştirir ve gündelik olmayan olayların kaydedildiği ‘kültürel hafıza’ devreye girer. Kültürel hafızanın temel unsurları, sembolleştirme, efsaneleştirme, törenselleştirme gibi süreçler. Bu hafızayı şamanlar rahipler, öğretmenler, yazarlar, filozoflar ve diğer toplumsal önderler; anıtlar, heykeller, tarih kitapları, yer isimleri, anma günleri, marşlar, şarkılar gibi çeşitli araçlar kuşaktan kuşağa aktarırlar. Bu iki hafıza, etkileşim içinde faaliyet gösterir.

 

Geçmiş neden hatırlanır?

Temel olarak iki nedenle: Birincisi geçmişin çizgisinden ayrılmamak için, ikincisi ayrılmak için. Birinci durumda geçmişi, bugünkü ihtiyaçlar doğrultusunda ‘yeniden kurma’ çabası ağırlık kazanır. Geçmişin gurur verici yönleri öne çıkarılırken, kötü yanları gözden kaçırılmaya çalışılır. Özellikle yeni bir başlangıç yapma iddiasında olan toplumlar ‘geçmişe kalın bir çizgi çekme’ ve ‘bir sıfır noktası’ tespit ederek geleceğe yönelme politikalarını yaşama geçirirken çeşitli ‘bastırma’ stratejileri kullanırlar. Bastırma bazı durumlarda ‘kamusal suskunluk’, bazı durumlarda ‘resmi hatırlama yasağı’ şeklinde tezahür eder. Böylece Adorno’nun dediği gibi kurbanlar ikinci kez, üçüncü kez, bazen de sonsuza dek kurban edilirler.

Ancak, bu politikaların tam başarı sağlaması mümkün değildir çünkü Nietzsche’nin dediği gibi “İnsan unutmayı bir türlü öğrenemez. Hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine. İstediği kadar ileri yürüsün, zinciri ile birlikte yürür.” Hele dünyanın küresel köye dönüştüğü, iletişim teknolojileri ile herkesin herkesi gözlediği, hiçbir suçun, kabahatin gizli kalmadığı günümüzde unutmak çok daha güç. Bu da dünya yüzünde çeşitli düzlemlerde ‘özür politikaları’nın yaygınlaşmasına yardımcı oluyor.

Dünya pratiğinden öğrendiğimize göre eğer geçmişle sağlıklı biçimde hesaplaşmak mümkün olmazsa, geçmişte o grubu ‘fail’ haline getiren kin, öfke, dışlama gerekçeleri, biçimleri sürekli yeniden üretiliyor, yara adeta irin torbasına dönüyor. Bu da, geçmişin kötülüklerinin her an hortlaması tehlikesi demek. Eski Yugoslavya’da, Ruanda’da yaşananlar bunun kanıtı.

 

Hedef toplumsal barış

Bu noktada, geçmişle hesaplaşma deyince akıllarına ilk olarak Almanya örneğinde olduğu gibi mahkemeler, cezalar gelenlere bir hatırlatma yapmak istiyorum. Asıl olan, birilerini suçlu ilan etmek ya da yargılamak değil, bir insani acının ya da mağduriyetin giderilmesi, dindirilmesi. Bir acıyı dindirmenin en önemli yolu da geçmişe mağdurların ve kurbanların gözüyle bakmaya çalışmak, onların bakış açısını kavramaya çalışmak, onlarla birlikte yas tutabilmek. Böylece, kurbanların failler tarafından ayaklar altına alınan haysiyetlerini biraz olsun onarılır. Artık konuşmaya hazır hale gelen bireyler, kuşaklar, toplumlar arasındaki güven ve dayanışma duyguları güçlenir. Birbirine güvenen insanların toplumsal barış ve uzlaşmayı sağlaması kolaylaşır. Ayrıca, geçmişin tecrübelerinden hareket ederek, aynı kötülüklerin gelecekte tekrar edilmesinin önü daha kolay alınır.

Bu uzun girişten sonra, daha bir kez daha yayımladığım ‘Cumhuriyet’in azınlık raporu’nu (bazı açılardan geliştirerek, bazı açılardan daraltarak, ama yine eksiklerle) hatırlatacağım. Gerisi size kalmış…

 

Azınlık karşıtı politikaların kronolojisi

Ocak 1923’te İzmir’de yayımlanan Türk Sesi ve Yanık Yurt gazeteleri, Türk tüccarların aralarında birleşerek ‘ahlaksız ve çıkarcı Yahudi tehlikesine’ karşı mücadele etmesini istiyordu. Edirne’deki Paşaeli gazetesinde yayımlanan bir dizi yazı sonucu galeyana gelen Edirneliler şehir meydanında toplanarak “bu ülkeden gitme sırası size de gelecek! Yahudiler defolun!” diye bağırdı. Polis Yahudilere ait dükkânlara saldırılmasını zorlukla önledi. Babaeski gibi küçük kentlerde yaşayan Yahudiler İstanbul gibi büyük kentlere göç ettiler. Trakya’daki Alyans okulları kapatıldı.

2 Mart 1923’te Dr. Rıza Nur, Türk tarafının Lozan barış görüşmelerinde izlediği politikayı Meclisteki gizli celsede anlatırken şöyle demişti: “Akalliyetler [azınlıklar] kalmayacaktır. Yalnız İstanbul müstesna olmak üzere (Peki Ermeniler? nidaları) Fakat arkadaşlar, kaç Ermeni vardır? (Yahudiler? sesleri) İstanbul’da otuz bin Yahudi vardır. Şimdiye kadar mazarrat [arıza/sorun] çıkarmayan insanlardır. (Gürültüler) Museviler malum, nereye çekilirse oraya giderler. Tabii, olmasalardı daha iyi olurdu derim...”

16 Mart 1923'te Mustafa Kemal Adana Türk Ocağı Esnaf Cemiyeti'nin çayında Adanalı esnaflara şöyle seslendi: "Arkadaşlarımız söylevlerinde demişlerdir ki, Adana'mıza hakim olan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk'tü, o halde Türk'tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır…"

Haziran 1923’te Yahudi, Rum ve Ermeni memurlar işlerinden çıkartılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Yahudilerin ve diğer azınlıkların Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı. Karar öyle ani olmuştu ki, pek çok kişi kısıtlamalar yüzünden memleketine dönemedi, gittiği yerde mahsur kaldı. Bu yetmezmiş gibi Yahudilerin Filistin’e göçmelerine de engeller konulmuştu.

24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın bir parçası olan ve ondan 6 ay önce imzalanan Türk ve Rum Nüfus Değişimine İlişkin Sözleşme ve Protokolü’ne göre, Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyrukları (190 bin kadardı) zorunlu değişime (mübadele) tabi tutuldu.
Aralık 1923’te Çorlu’da yaşayan birkaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 48 saat içinde terk etmesi emredildi. Hahambaşılığın müracaatı üzerine karar ertelendi ancak benzer bir karar Çatalca için alındı ve hemen uygulandı.

1924 yılı boyunca, Lozan Barış Antlaşması’nın gereği olarak
24 Ocak 1924 tarihli Eczacılar Hakkındaki Kanun’la eczane açma yetkisi ‘Türk bulunma’ meselesine bağlandı.

3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu uyarınca 40 kadar Fransız ve İtalyan okulu kapatıldıktan sonra sıra azınlık okullarının binalarının onarımında, genişletilmelerinde, yeni binalar yapmalarında kısıtlamalara geldi. Okul programları ve sınavlar MEB tarafından denetlenmeye başladı.

3 Nisan 1924’te, kabul edilen Avukatlık Kanunu uyarınca 960 avukat iyi ahlaklı olup olmadığı açısından değerlendirildi ve sonuçta 460 avukatın çalışma izni iptal edildi. Böylece Yahudi avukatların yüzde 57’si, Rum ve Ermeni avukatların dörtte üçü işsiz kaldı.

4 Mayıs 1924’te Mustafa Kemal New York Herald gazetesine şu beyanatı verdi: “Hilafetle beraber Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerinin ortadan kalkması lazımdır...”

29 Ocak 1925 gecesi, Fener Rum Patrikliğine seçilen Araboğlu Konstantinos bir trene bindirilerek Selanik’e gönderildi. Suçu, hükümetin hoşuna gitmeyen biri olmasıydı.

Şubat 1925’te gazetelerde Türkiye’den 300 kadar Yahudi’nin Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinin 435. yıldönümü kutlamalarına bir telgraf gönderdiği söylentileri boy göstermesi üzerine şiddetli bir Yahudi düşmanı kampanya başladı. Yazılarda Yahudilerden ‘nankörler’, ‘ülkenin sırtına yapışmış sülükler’ diye söz ediliyordu. Çözüm olarak ülkeden sürülmeleri öneriliyordu. Bu yazıların tahrik ettiği bazı kişiler bir Yahudi gencini öldürdüler, Kuzguncuk Sinagogu’na saldırdılar. Böyle bir telgraf olup olmadığı hiçbir zaman ortaya çıkmadı.

22 Nisan 1926’da, ticari yazışmalarda sadece Türkçe kullanılmasını mecburi kılan kanundan sonra idari kadrolarda çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrimüslimler işten çıkarılmaya başlandı.

1 Ağustos 1926’da, Yahudilere yönelik ‘sadakatsizlik’, ‘nankörlük’ gibi ithamlardan bunalan Yahudi cemaatinin önderleri Lozan Antlaşması’nın yeni çıkan Medeni Kanun’la uyumlu olmayan 42. maddesinden feragat ettiklerini beyan eden mazbatayı Başvekâlete gönderdiler. Karar kamuoyuna, sadece 42. maddeden değil, tüm azınlık haklarından vazgeçtikleri şekilde yansıdı.

17 Ağustos 1927’de Elza Niyego adlı 22 yaşındaki Yahudi kızı, kendisine âşık olan ve uzun süredir taciz eden evli ve torun Osman Ratıp Bey tarafından öldürüldü. Genç kızın cansız bedeninin saatlerce sokakta üstü bile örtülmeden tutulması yetmezmiş gibi, Osman Ratıp’ın mahkeme yerine akıl hastanesine gönderilmesi Yahudi cemaatinde büyük tepkiye neden oldu. Yahudi cemaatinin geleneksel çekingenliğini ilk kez bir yana bırakarak, 18 Ağustos’taki cenaze törenine kitlesel biçimde katılması ve “adalet istiyoruz” diye haykırması, gazetelerde yoğun bir Yahudi düşmanı kampanyanın başlatılmasına neden oldu. Ayrıca bazı Yahudiler ‘Türklüğe hakaret ettikleri’ gerekçesiyle mahkemeye verildiler, hapis cezası aldılar.

13 Ocak 1928’de Darülfünun Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin yıllık kongresinde tarihe “Vatandaş Türkçe Konuş!” sloganıyla geçen azınlıkları Türkçe konuşmaya mecbur eden kampanya başlatıldı. Bütün ülke afişlerle donatıldı, gençler Türkçe konuşmayan azınlıkları uyarmaya başladılar, uyarılara uymayanlar tehdit edildi, dövüldü, yargılandı. Aynı yıl ülkedeki yabancı okullarla birlikte Yahudi okullarının da önemli bölümü kapandı.

Ocak 1928’de basında, Bursa’daki Amerikan Koleji’nde okuyan üç Müslüman Türk kızının okuldaki bazı öğretmenlerin yönlendirmesiyle Hıristiyan olduğu haberlerinin çıkmasının ardından, ateşli bir Hıristiyan karşıtlığı kampanyası başlatıldı. Önce okul kapatıldı, ardından okulun müdürü ve bazı öğretmenler mahkemeye verildi, ardından gayrimüslim okulları ağır teftişten geçirildi, ardından gazeteciler Misyonerleri Kovma Cemiyeti’ni kurdular.

11 Nisan 1928 tarihli Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun’la doktorluk ‘Türk olma’ şartına bağlandı. Böylece gayrimüslimler doktorluk yapamaz oldular.

10 Temmuz 1929’da “milliyetçi bir Türk öğrenci grubu” Rum Xpovıka gazetesinin basımevini tahrip etti. Tahrip edenler değil, gazetenin sahibesi tutuklandı ve gazete hakkında Türklüğü tahkir suçlaması ile dava açıldı. Gazete kısa süre sonra kapatıldı.
Eylül 1929’da Defterdarlık, Yahudi okullarını, Or Ahayim Hastanesi’ni, Ortaköy Yetimhanesi’ni ve sinagogları, ticari müessese sayarak bunlara yapılan bağışları ve intikalleri vergilendirmeye karar verdi. Uygulama geriye doğru, 1925 yılından başlatıldı. Bu yüksek vergileri ödeyemeyen Hahambaşılığa haciz geldi. Hükümetin baskıları sürdü ve bağışlar sıkı takibe alındı.

18 Eylül 1930’da, Adalet Vekili Mahmut Esat Bozkurt, Ödemiş Yaylası’nda “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” şeklindeki ünlü vecizesini söyledi.

11 Haziran 1932’de, yürürlüğe konan Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkındaki Kanun’la yabancıların bazı mesleklerde çalışmaları yasaklandı. Bu durum özellikle Yunan uyruklu serbest meslek erbabını, küçük esnaf ve sokak satıcılarını kapsıyordu.

Kasım 1932’de İzmirli her Yahudi’ye “Türk kültürünü benimsemeye ve Türk diliyle konuşmaya” söz veren birer taahhütname imzalatıldı. İzmir Yahudilerini Bursa, Kırklareli, Edirne, Adana, Diyarbakır, Ankara Yahudileri izledi. Gazetelerde, gruplar halinde ihtida eden Yahudi (ve Ermeni) kızlarının haberleri çıkıyordu.

25 Şubat 1933 günü Darülfünun ve Milli Türk Talebe Birliği öğrencileri, ceplerine irili ufaklı taşlar, ellerinde Türk bayrakları, dillerinde “vatandaş Türkçe konuş!” sloganlarıyla Vagon-Li Şirketi'nin Karaköy bürosunu tahrip ettiler. Gerekçe, şirketin Beyoğlu Acentası’nın Belçikalı Müdürü Jannoni’nin telefonda Türkçe konuşan memur Naci Bey'e şirkette resmi dilin Fransızca olduğunu belirterek, 25 kuruş para cezası ve 15 gün işten uzaklaştırma cezası vermesiydi.

1933’te bir gün, Mardin’deki Süryani Patrikliği, gizli ve açık baskılara dayanamayarak “cemaatin arzusu doğrultusunda”, “görülen lüzum üzerine”, “muvakkaten” (geçici olarak) Mardin’den Suriye’deki Humus’a taşındı, bir daha da geri dönemedi.

14 Haziran 1934’te ülkeyi “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşanlar” (has Türkler), “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşmayanlar” (Kürtler) ve “Türk kültüründen olmayan ve Türkçe konuşmayanlar” (gayrimüslimler ve diğerleri) olarak üçe bölen İskân Kanunu kabul edildi. Ardından Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Kürtler, Rumlar ve Ermeniler, kendileri için uygun görülen bölgelere sürüldüler.

21 Haziran-4 Temmuz 1934’te, Irkçı Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız gibi ırkçı yazarların Yahudi aleyhtarı ve ırkçı yazılarla galeyana gelen kitleler, Çanakkale, Gelibolu, Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski’de Yahudilere saldırdılar. Olaylarda Yahudilere ait evler ve mağazalar yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi, bir haham öldürüldü. CHF Trakya teşkilatının örgütlediği anlaşılan olaylar sonucu 15 bin Yahudi, mal ve mülklerini geride bırakıp can havliyle başka şehirlere, ülkelere kaçmak zorunda kaldı.

Ağustos 1938’de, hükümet “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tâbi tutulan Musevilerin bugünkü dinleri ne olursa olsun Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır” diyen 2/9498 numaralı kararnameyi çıkardı. Ülkenin tek resmî haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin işine son verildi. Gazete ve dergilerde genel olarak azınlıkları, özel olarak da Yahudileri ülkenin çektiği sıkıntıların sorumlusu gösteren yazı ve karikatürlerde patlama oldu.

1938-1939’da, yaklaşan savaşta milli güvenliği tehdit edecekleri gerekçesiyle, Anadolu’nun kırsal bölgelerinde yaşayan gayrimüslimler büyük şehir merkezlerine nakledildiler. Büyük şehirlerin yaşam koşullarına ayak uyduramayanlar ülkeden göç etmek zorunda kaldı.

8 Ağustos 1939’da Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen 14 Ağustos’ta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldı. Gemi çıkarılırken yarı resmi Ulus gazetesi “Serseri Yahudiler İzmir’den gitti” diye başlık atmıştı.

28 Aralık 1939’da Erzincan’da büyük bir deprem oldu ve on binlerce kişi öldü. Bunu duyan Tel-Aviv, Hayfa, Buenos Aries, New York, Cenevre, Kahire ve İskenderiye’deki Yahudi cemaatleri aralarında topladıkları paraları, giyim eşyalarını Türkiye’ye yolladılar. Ancak bu hareketin takdir edilmesi bir yana, gazetelerde Yahudilerin bu tavrını alaya alan, altında kötü niyet arayan yazılar, karikatürler boy gösterdi.

12 Aralık 1940’ta Romanya’nın Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile İstanbul’a varan ‘yüzen tabut’ namlı Salvador’un (aslında 40 kişilik bir tekneydi) bir mil bile gidecek hali olmadığı açık olduğu halde Türk makamları, gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13 Aralık günü Silivri açıklarına şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı.

22 Nisan 1941’de kapılarında beliren jandarmalar tarafından 12 bin gayrimüslim erkek, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan bataklığın, rutubet, çamur ve aşırı sıcağın bunalttığı, su darlığı çekilen altyapısız kamplara gönderildiler. ‘20 Kur’a İhtiyatlar denilen bu ‘askerler’, Zonguldak’ta tünel inşaatlarında, Ankara’da Gençlik Parkı’nın yapımında, Afyon, Karabük, Konya, Kütahya illerinde taş kırma, yol yapma gibi ağır işlerde çalıştırıldılar. 20 Kur’a İhtiyatlar, 27 Temmuz 1942 günü terhis edildiler. Ancak “İstanbul’u unutunuz!” diye bağıran çavuşların ve subayların sesi, o dönemi yaşamış tüm azınlıkların belleğine yerleşti.

15 Aralık 1941’de Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudisini Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisi İstanbul’a geldi. Türkiye’nin izin vermemesi yüzünden 2,5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra geminin çıpası kesildi, dev bir kılavuz gemisine bağlanarak Karadeniz’e çekildi. Struma, 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edildi. 24 Şubat 1942 günü, saat 02.00’de bir Sovyet denizaltısı tarafından batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. Olaydan sonra başbakan Refik Saydam şöyle demişti: “Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekân olamaz!”

11 Kasım 1942’de, Şükrü Saracoğlu Hükümeti, savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle Varlık Vergisi’ni çıkardı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrimüslimdi. Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin yüzde 232’si, Yahudi tüccarlar, yüzde 179’u, Rum tüccarlar yüzde 156’sı, Müslüman-Türk tüccarların ise sadece yüzde 4,94’ü oranında vergilendirilmişlerdi. Vergilerini ödeyemeyenler Aşkale, Sivrihisar, Karanlıkdere kamplarına gönderildiler. Mart 1944’e kadar süren ‘Varlık Vergisi Faciası’ sırasında kimi malını, kimi canını, kimi onurunu, kimi Türkiye’ye inancını yitirdi.

Ocak-Şubat 1943’te İstanbul Emniyet Müdürü Haluk Pepeyi, yanında azınlıklardan ve yabancılardan sorumlu Dördüncü Şube Müdürü Salâhattin Korkud ile 1915 Ermeni Soykırımı’nın asli faili Talât Paşa’nın kemiklerini getirmek üzere Almanya’ya gitti. İkili gezi sırasında Sachsenhausen Temerküz Kampı’nı ziyaret etti. Nazilerin sembolü gamalı haç bulunan bir trenle Türkiye’ye getirilen Talat Paşa’nın kemikleri askerî törenle, Abide-i Hürriyet Anıtı’nın 50 metre yakınına defnedildi.

1946’da, CHP’nin 9. Bürosu tarafından yayımlanan ‘Azınlık Raporu’nda “İstanbul’da özellikle Rumlara karşı ciddi tedbirler almalıyız. Bu anlamda söylenecek tek bir cümle var: İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne kadar bu şehirde tek bir Rum bile kalmamalıdır” deniyordu. Rapora göre bu sorunun çözümüne geçilmeden önce Anadolu’nun geri kalan kısmı da gayrimüslimlerden arındırılmalıydı.
30/31 Ocak 1947’de Urfa’nın Kendirli mahallesinde yaşayan yedi kişilik Yahudi ailesinin tüm fertleri katledilmiş olarak bulundu. Cinayetten Urfalı Yahudi cemaati sorumlu tutuldu ve şehirdeki tüm Yahudi erkekleri tutuklandı. Urfalılar dava boyunca Yahudilere boykot uyguladılar. Üç yıl sonra tutuklanan tüm Yahudiler salıverildi ancak Urfa’nın Yahudileri de şehirden uzaklaşmak zorunda kaldılar.

1948’de, Yahudiler yeni kurulan İsrail’e, Ermeniler ise Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne göç etmeye kalkınca, yıllardın onları kaçırtmak için her şeyi yapan devlet ve devlet güdümlü basın bu sefer de göçmek isteyenleri ‘hain’ gösteren yayınlara başladılar.

6-7 Eylül 1955 günlerinde, Kıbrıs’la ilgili olarak Londra’da toplanacak üçlü konferansta Türkiye’nin “elini güçlendirmek” için ağırlıklı olarak İstanbul Rumlarına yönelik büyük bir yağma harekâtı örgütlendi. Ancak olaylar İzmir, Adana, Trabzon gibi merkezlere de yayıldı ve sadece Rumlar değil Ermeniler ve Yahudiler de saldırılardan nasiplerini aldılar. Kimi kaynaklara göre üç, kimine göre 11 kişi öldü, yaklaşık 300 kişi yaralandı, yüzlerce kadına tecavüz edildi. Resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayrı resmî rakamlara göre yedi bine yakın bina saldırıya uğradı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin bir milyar liraydı.

1964’te, Kıbrıs’ta yaşanan toplumlararası çatışmalar yüzünden Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleştiği günlerde, Atatürk ve Venizelos arasında, 1923 tarihli Mübadele Antlaşması’nın aksayan yanlarını düzeltmek üzere 1930 yılında imzalanan ‘Dostluk Antlaşması’ Türkiye tarafından tek taraflı olarak iptal edildi. Türkiye'deki Yunan uyrukluların tapu müdürlüklerindeki işlemlerini durduruldu, ardından da bankalardaki paralarını bloke edildi. Türkiye’de doğup büyümüş, burada ticaret yapan, esnaflık yapan, emekçilik yapan Yunanistan vatandaşı Rumlar sınırdışı edildiler. Sürgünlerin yanlarına bir bavul ve 200 lira almalarına izin verilmişti. Türkiye Cumhuriyet yurttaşı Rumlarla, aynı din ve etnik kökten gelen Yunanistan tebaalı Rumların onlarca yıldır İstanbul’da birlikte oluşturdukları aileler de bu sürgünü çok acı şekilde yaşadı.

26 Ocak 1970’de Milli Nizam Partisi’ni kuran Necmettin Erbakan ileriki yıllarda ‘Beynelmilel Yahudilik’, ‘Beynelmilel Siyonizm’, ‘Nil’den Fırat’a Büyük İsrail’, ‘Ortak Pazar Siyonizmin bir oyunudur’ ‘Ortak Pazar’a girmek Türkiye’nin İsrail’e bir vilayet olmasıyla sonuçlanabilir’, ‘İsrail Güney Amerika’ya nakledilmelidir’, ‘Terörün kökünü ararsak, Tevrat'a kadar gitmek gerekir’ gibi ifadeleriyle antisemitizm tarihçemize önemli katkılar yaptı.

1974’te, İstanbul’daki Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu ile Hazine arasındaki bir dava nedeniyle Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun verdiği bir kararda, Türkiye’deki gayrimüslim vatandaşlar ‘Türk olmayanlar’ olarak değerlendirildi. Ardından, 1936 Beyannamesi denilen eski bir belgede adı geçmeyen tüm gayrimüslim mülklerine devlet el koydu.

6 Eylül 1986 günü İstanbul Galata’daki Neve Şalom Sinagogu’na Filistinli Abu Nidal Örgütü’ne bağlı teröristler tarafından yapılan bombalı ve makineli tüfekli saldırısında 22 kişi öldü ancak olay büyük tepki yaratmadı, çünkü Filistin davasına kamuoyunda büyük sempati vardı.

1985-1990 arasında PKK’ya karşı korucu olmayı reddettikleri için topraklarına el konularak yerlerinden edilen Ezidiler kitlesel olarak Batı ülkelerine göç etmek zorunda kaldı.

12 Aralık 1999’da İsmail Cem için “Dışişleri Bakanlığındaki Salomon” başlığını kullanan Aydınlık gazetesi, Fenerbahçeli futbolcu Revivo’nun “Yahudi asıllı dışişleri bakanı İsmail Cem tarafından Türkiye-İsrail détente’ına katkıda bulunmak üzere tezgâhlandığı iddia etti.

Eylül 2000’de, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Kudüs’te Mescid-i Aksa’ya yaptığı kışkırtıcı ziyaretle başlayan İkinci İntifada’dan (El Aksa İntifadası) sonra gerek sağ, gerekse sol kesimlerde İsrail eleştirileriyle Yahudilik eleştirileri daha da karışmaya başladı.

15 Kasım 2003’te Şişli’deki Beth İsrail Sinagogu ile Galata’daki Neve Şalom Sinagogu’na iki Müslüman Türk teröristi tarafından intihar saldırısı yapıldı, eylemciler de dâhil 25 kişi öldü, 300’den fazla kişi yaralandı. Gazetelerde, televizyonlarda, eylemciler değil, “sinagogu oraya kurarak Türkleri tehlikeye atan Yahudiler” suçlandı, sinagogda ajanların saklandığı iddia edilerek, baskınlar adeta meşrulaştırıldı.

17 Ağustos 2004 tarihli Vakit gazetesinde Abdurrahim Karakoç şöyle diyordu: “Dünya kamuoyunda ‘ırkçı, sadist, canavar’ olarak takdim edilen Adolf Hitler’in basiretine hayran olmamak elde değil. Hitler bugünleri görmüş ta o zaman. Dünyanın başına bela olacaklarını bildiği içindir ki, ırkçılığı din gibi algılayan, yeryüzünü kana bulamaktan zevk alan hokkabaz Yahudileri temizlemiş. Uzağı gören ikinci adam ise Usame bin Ladin’dir.”

31 Aralık 2004’te Milli Gazete yazarı Mahmut Toptaş “Dışişleri Bakanımız Sayın Abdullah Gül beyin, işgalci, eli kanlı, katil, İsrail Başbakanının yanına giderken Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler hakkında haber verilenleri Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mealinden okur ümidi ile bazı ayetlerin listesini sunuyorum” dedi ve Kur’an’dan ayetleri sıraladı. Ancak Diyanet’ten de Gül’den de tepki gelmedi.

Şubat 2005’te, Adolf Hitler’in Kavgam kitabı tam 13 yayınevi tarafından yüz bini aşkın sayıda basıldı. 1934’ten beri 50’ye yakın baskısı yapılan kitap MHP’nin ve Genç Parti’nin tabanı için bir nevi ‘el kitabı’ haline gelmişti. Yılın diğer best-seller’i Siyon Protokolleri adlı Yahudi düşmanı düzmece kitaptı. Bu kitap da Cumhuriyet tarihi boyunca 100’den fazla baskı yapmıştı.

Haziran 2005'te Yalçın Küçük’ün yolunu izleyen Soner Yalçın, Efendi, Beyaz Türklerin Büyük Sırrı adlı romanında Sabetaycılık/Selanik/Masonluk/İttihat ve Terakki/Komploculuk izleğini çok etkileyici tarzda işledi. Kısa sürede yüz binden fazla satan kitap sayesinde “dünyayı Yahudiler, Türkiye’yi dönmeler idare eder!” şiarı zihinlere iyice kazındı.

5 Şubat 2006, Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro 16 yaşında bir genç tarafından öldürüldü.

19 Ocak 2007’de, AGOS’un başyazarı Hrant Dink öldürüldü. Yıllarca süren yargılamalar, insan hakları eylemcilerinin ısrarlı takibi sayesinde sadece görünürdeki faillerin az da olsa hapisle cezalandırılmasıyla biterken, devlet, ‘asli failleri’ sakladı, korudu, övdü, terfi ettirdi.

18 Nisan 2007'de Malatya’da yedi ‘milliyetçi’ genç Hıristiyanlıkla ilgili yayın yapan Zirve Yayınevi’ni basarak üç büro çalışanını vahşice öldürdü. Mahkemeye sunulan 32 klasörden sadece 7-8’i cinayetle ilgili olup, geri kalanlar misyonerlik faaliyetlerine odaklanmıştı. O günlerde toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nun ilk maddesi ‘misyonerlik faaliyetlerinin yarattığı tehlikeler’ idi. Bu tür haberlerden etkilenen bir genç İzmir’de bir rahibi yaraladı, Antalya’da benzer bir olayın olması ise son anda önlendi.

21 Haziran 2007 günü (o zaman) Türk Tarih Kurumu Başkanı, (şimdi MHP Milletvekili) Yusuf Halaçoğlu, devletin 1936-1937 yıllarında Müslümanlığa ihtida eden Ermenileri ev ev tespit ettiğini ve sayıları 100 bine varan bu ‘dönmelerin” listelerinin elinde olduğunu açıkladı. Bu açıklama önce adeta magazin olayı gibi ele alındı, ardından da üzeri kapatıldı.

Eylül 2008’de ABD merkezli PEW Araştırma Merkezi’nin Eylül 2008’de açıkladığı Küresel Tutumlar Araştırması’na göre, 2004’te Türklerin yüzde 49’u, 2006’da yüzde 65’i Yahudilere karşı olumsuz görüşlere sahipken, 2008’de neredeyse her dört kişiden üçü (yüzde 76) olumsuz duygulara sahip olduğunu ifade ediyor. Tüm yaş ve eğitim gruplarında aynı oranlar söz konusu.

5 Şubat 2009 günü AKP Ankara İl Başkanlığı’nın internet sitesinde “Hitler’in Yahudileri fırınladığı, kalabalık kitleler halinde öldürdüğü iddiaları da tarihi gerçeklere uymamaktadır... Öldürülenler de diğerlerinin Filistin topraklarına göç etmelerinin sağlanması için öldürülmüşlerdir...” yazdığı görüldü. Tepkiler üzerine yazı bir süre sonra kaldırıldı.

27 Haziran 2013 tarihinde bir Ermeni anaokuluna çocuğunu kaydetmek isteyen veliyle ilgili olarak Şişli Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yazdığı bir yazı sayesinde, 1923 yılından bu yana ‘vukuatlı’ nüfus kayıtlarında gizli soy kodunun yer aldığı, bu bağlamda Ermeni vatandaşların soy kodunun 2 olduğu anlaşıldı, ancak bu haber de ciddi tartışmalara neden olmadan unutuldu gitti.

Yıl 2014, İsrail’in Gazze’ye yönelik haksız ve sert saldırılarını bahane eden çevreler, Yahudi düşmanlığına devam ediyor. Taze Cumhurbaşkanı Erdoğan “Af edersin, çok daha çirkin şeyler söyleyenler oldu, Ermeni dediler!” diyor…

2015’in ‘nefret söylemi’ açısından fakir, ‘tarihle yüzleşme’ açısından zengin bir yıl olması dileğiyle…

Radikal / 07.09.14