Almanya’da koalisyon hükümetini dağılmanın eşiğine getiren kitlesel göç sorunu, Avrupa Birliği’nin temel gündemlerinden biri olmaya devam ediyor. Haziran ayı sonunda yapılan AB zirvesinde, kitlesel göçün Avrupa sınırları dışında kurulacak olan yeni toplama/ölüm kamplarında karşılanmasında anlaşmaya varılmıştı. Asıl zorluk ise bundan sonra başlamış bulunuyor.
Burjuvazi her şeyin bir fiyatının olduğunu bilecek kadar görgü ve bilgi sahibidir. Onun bildiği bir başka şey daha vardır, az fiyat ödeyerek çok karşılık almak... Bunun yolu da ekonomik zorluklar içerisinde olan, komşularıyla ve “kendi” halkıyla kavgalı olan, yanıp tutuştuğu bölgesel egemenlik uğruna giriştiği maceralarla efendileri nezdindeki güvenirliğini kaybeden Erdoğan rejimi misali birilerini bulmaktan geçiyor.
Fransız yeni yetmeden yeni hamleler
Bölgenin eski egemen emperyalist devleti olan Fransa bu işin altından kalkacağı inancıyla harekete geçti. Fransa’nın yeni yetme Cumhurbaşkanı Macron, eski sömürgelerinde bir geziye çıkarak, Afrika’da “göçmen kayıt merkezleri”nin kurulması için çalışmalara başladı.
AB’de Almanya’nın yanında sönük kalan Fransa böylece rüştünü ispatlarken, onun yeni yetme Napolyon bozuntusu Macron da AB’nin “bu açlar sürüsü”nün baskısı altında çökmesini önleyen bir lider olarak Merkel’in yanına adını yazdırmayı hesaplıyor. Afrika çöllerinde elde edeceği olası bir başarıyı, Fransa’da işçi sınıfına karşı açtığı savaşın yanı sıra bir olanağa çevirmek istiyor. Böylelikle, Fransız tekellerinden aldığı desteği güçlendirip, Avrupa tekelleri nezdindeki yerini de pekiştirecek.
Sefere çıkmış sömürge komutanı edasıyla Nijerya’da ilk mülakatını patlatan Macron, Afrika kökenli göçmen sorununu, “kıtadaki plansız nüfus artışına” bağlayarak, sosyal olayları ne denli “derin bir çözümleme becerisi”ne sahip olduğunu gösterdi. Avrupa’nın bu problemle on yıllar boyunca uğraşmak zorunda kalabileceğini de söyleyen Macron, “Birkaç Afrika ülkesi katılsa, proje, uçarak hayata geçirilir” şeklinde büyük bir “öngörü”de bulundu.
Rakamların keskin dili
Oysa açıklanan rakamlar bu bayların kamuoyunu mülteci sorunu üzerinden manipüle ederek, kapitalist sistemlerinin ürettiği suçları ve işledikleri cinayetleri gizlediklerini ortaya koyuyor. Akdeniz’de yolculukları sırasında hayatını kaybedenlerin sayısı 2018’in ilk 6 ayında resmi rakamlara göre 1400’ü aştı.
Malta, AB zirvesinin yapıldığı günlerde gönüllülerden oluşan Sea Watch 3 adlı Alman mültecileri kurtarma gemisinin limandan ayrılmasına izin vermedi. Gemi Kaptanı Pia Klemp, “Bizim limandan çıkışımız engellenirken, pek çok kişinin boğularak hayatını kaybetmesi utanç verici bir suç” dedi. Bir diğer gönüllü yardım gemisi Sea Eye Örgüt’ne bağlı Seefuchs’a da limandan çıkış izni verilmedi. Gemi kaptanı Pia Klemp ve mürettebatı hakkında ise “insan kaçakçılığı” suçlamasıyla dava açıldı.
Uluslararası Göç Örgütü (IOM) bu yılın Temmuz ayında Avrupa’ya ayak basan sığınmacıların sayısında ciddi bir düşüş olduğunu, Avrupa’ya gelenlerin sayısının 45 bin 808’de kaldığını açıkladı.
“Sahiplenilmiş dünya” kutsalı
İşin aslı, Macron’un söylediklerinde ne bir yenilik ve ne de bir zeka kırıntısı var. Bu utanç verici safsatalar, yüzyıllardır asalak burjuvazinin çiğnemekten usanmadığı çürük bir sakızdır. Açlık, yoksulluk ve göçün asıl nedeninin özel mülkiyet sisteminden bağımsız olarak nüfusun fazlalığından kaynaklandığını, iki asırdan daha fazla bir zamandan önce, 1798’de Macron’un fikir babası Papaz Thomas Robert Malthus keşfetmişti. Şöyle buyuruyordu Malthus: “Nüfusun gücü, yeryüzünün, insanın geçimini sağlama gücüne kıyasla, sınırsız ölçüde büyüktür.” (Nüfus sorunu ve Malthus, Marks-Engels, s.11). Sorunu böylesine bayağılaştırarak ortaya koyan Papaz Malthus’un “çözüm” önerisi de çok basit ve oldukça vahşicedir:
“Daha şimdiden sahiplenilmiş bir dünyaya gözlerini açan adam, ana-babasından haklı olarak talep edebileceği bir geçim olanağı sağlayamıyorsa ve toplum onun emeğini istemiyorsa, yiyeceklerden en ufak bir pay isteme hakkının olduğunu öne süremez ve hatta, gerçekte, onun bulunduğu yerde bir işi yoktur. Doğanın görkemli şöleninde ona boş yer yoktur. Doğa ona defolmasını söyler ve sofradaki bazı konukların acıma duygularını uyandırmayacak olursa, kendi buyruğunu derhal yerine getirir.” (age, s.15).
Malthus, “sahiplenilmiş bir dünyayı” kutsal ayet gibi değişmez kutsal olarak gördüğü için, sorunun çözümünü de burjuva mülkiyet sisteminin korunması temelinde dile getiriyordu. Ona göre, “sahiplenilmiş” bir dünyaya gelen “davetsiz misafirlerin” hayatta kalabilmek için gerekli olan geçim araçlarını eğer “ana-babaları” sağlayamıyorsa onlara tek bir yol kalıyor, “def olmak!” AB’nin geleceğini kurtarmak için kendisini Afrika çöllerinde bulan Macron da “sahiplenilmiş bir dünyaya” gelen bu davetsiz misafirlere, sahiplenilmiş dünyanın sahiplerinin keyfini bozmamaları için, davetsizlere veya davetsizlerin işgücüne ihtiyaç duyulana kadar ölüm kamplarında beklemelerini söylüyor. (“İltica talep etme hakkını kullanabilmeleri için veya Avrupa’nın işgücü ihtiyacını karşılamak üzere oralarda bekletilecekler.” - Alman basınından)
Bu projenin “uçarak hayata geçirilebilmesi” için de “sahiplenilmiş dünyanın” Afrika kıtasına sahip olan gerici devletlerinden, alacakları ücret karşılığında bu davetsiz misafirleri ölüm kamplarında ağırlamalarını istiyorlar. Ölüm kamplarında “konuk” etmenin ne anlama geldiğine ve bu konukluğun muhtemel sonuçlarına dair tanığımız ise Alman devlet basınından, Deutsche Welle Baş Editörü Ines Pohl’dur: “Cezayir’den gelen son görüntüler, neler olabileceğinin adeta habercisiydi. Aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu binlerce mülteci çöle sürülmüş ve birçoğu sıcaktan, susuzluktan ve açlıktan ölmüştü.”
Açlığın ve yoksulluğun asıl kaynağı
Burjuvazi ve onun kalemşorları en az kapısında yalandıkları sahipleri kadar arsız ve yalancıdırlar. Arsızlık ve yalancılıkta sınır tanımazlar. Sahip oldukları iletişim araçlarının sağladığı olanaklara dayanarak akı kara, karayı ak gösterirler. Açlığın asıl nedeninin özel mülkiyet sisteminden bağımsız olarak nüfus fazlalığından kaynaklandığı aldatmacasını mütemadiyen ileri sürdüler. Bu savı 1798 yılında Malthus ileri sürdüğü zaman dünya nüfusu 840 milyon civarındaydı. Dünya nüfusunun ancak 840 milyon olduğu zaman da açlık ve yoksulluk özel mülkiyet dünyasında egemendi, nüfusun çok daha düşük olduğu kölelik döneminde de.
Üretim araçlarının devasa gelişme gösterdiği ve dünya nüfusunun yedi milyarın üzerine çıktığı günümüz kapitalist dünyasında da açlık ve yoksulluk egemenliğini sürdürüyor. Demek ki yoksulluğun asıl kaynağı, nüfus sorunundan öte, asıl olarak üretim araçlarının özel mülkiyet sahipliğinden kaynaklanıyor. Üretim araçlarının özel mülkiyeti sistemi yerine kolektif mülkiyet sistemini, kârı amaçlayan üretim yerine ihtiyaçların karşılanmasını amaçlayan üretimi koyun, ne açlık ve ne de doğayı karşısına alan ve onu yıkıma sürükleyen doğanın talanından eser kalır. Ve ne kapitalizmin varlığından kaynaklanan rekabet ve pazarlara hakim olma savaşları ne de savaşların insanları doğduğu yerlerinden zorla söküp yollara döktüğü kitlesel göçler kalır…