2008 krizi burjuva ekonomistleri tarafından değerlendirilirken 1929 Büyük Depresyonu’yla kıyaslanmış, fakat krizi “depresyon” olarak tanımlamamak için büyük bir özen gösterilmişti. Hatta kimileri “Büyük Resesyon-Daralma” türünden ifadelerle kapitalizmin çöküşle yüz yüze olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye çalışmıştı.
2008 krizinin dünya çapında 1929 ve ’30’lu yıllarla kıyaslanacak oranda etkileri oldu. Kriz dinamikleri ortadan kaldırılmadığı ve yalnızca ertelendiği için de tehlike henüz geçmemiştir. ABD ve AB merkezlerindeki finansal çöküşlerle ortaya çıkan kriz, hala da AB’nin çeşitli merkezlerinde devam ediyor. Bu arada krizi ertelemek için emperyalist tekellerin sırtlarını dayadığı “yükselen ekonomilerde” de sürekli krizler patlak vermektedir.
Bugün emperyalist kapitalizmin farklı yönleriyle bunalım içerisinde can çekiştiği göz önünde bulundurulduğunda, hangi kavramlar veya tanımlamalar kullanılırsa kullanılsın, gerçeğin, kendisini saran her türlü aldatıcı kılıfı parçalayarak öyle ya da böyle ortaya serileceği görülecektir.
Kapitalizmin, krizlerine bahanesi her zaman hazır olmuştur. “Açgözlü”, “asalak”, “tekelci”, “borsa simsarları”, “mali oligarşi”, “aşırı kâr hırsı” gibi söylemler ortaya atılabilmiştir. Bunların krizin görünen yüzüne bir parça tekabül ettiği doğrudur. Fakat bunlar genellikle çöküşün kapitalizmin bizzat kendisinden kaynaklandığı gerçeğini tam olarak açıklamayan ifadeler olagelmiştir. Benzer aldatmaca 2008 krizi ve günümüzde devam eden bunalım açısından da ortaya atılmıştır. “Büyük depresyon” gerçeğinden uzak durmaya, meseleyi sadece “küreselleşmenin krizi” ya da “finansal çöküş” eksenine daraltmaya çalışanlardan “krizin teğet geçtiği” yalanıyla kendilerini avutanlara dek çeşitli kesimler tarafından…
Kapitalizm boyunca kriz dönemleri
Kapitalizmin krizleri farklı biçimlerde, kimi zaman tek tek ülkelerdeki sarsıntılarla, kimi zaman da dünya çapında kendisini açığa vurur. Fakat emperyalist aşamasında bir dünya sistemi olan kapitalizmin bunalımlarının eninde sonunda dünyanın bütününü etkileyen bir hal alması kaçınılmazdır.
19. yüzyılın ilk yarısında yaşanan depresyon, sermayenin burjuva devrimleriyle birlikte dünya çapındaki hegemonyasını kurmasıyla sonuçlanmıştı. 19. yüzyılın sonlarında yaşanan kriz 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ve Sosyalist Ekim Devrimi ile noktalandı. Ardından gelen 1929 Büyük Depresyonu ve ‘30’lu yıllar boyunca devam eden kriz ise 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na yol açtı.
1970’lerde petrol fiyatlarının “olağanüstü” artışları ile görünür olan kriz ve buna paralel yaşanan durgunluğun on yıllardır kapitalist merkezleri rahatlatacak düzeyde aşılamaması, bunun ardından gelen 2008 “finansal çöküşü” ve hala da devam eden bunalım bugün de kapitalizmin dünya çapında bir büyük depresyonuyla yüz yüze olduğumuzu göstermektedir.
Emperyalist tekellerin merkezlerinin bulunduğu metropollerde, en başta da ABD ve AB ülkelerinde ekonomik çöküşlerle başlayan ve tüm dünyaya yayılarak kırılgan “yükselen” ekonomilerin iflasıyla devam eden kriz, toplumu oluşturan farklı çıkarlara sahip sınıfların birbirleriyle çatışmalarını sertleştirerek pek çok yerde kitle hareketlerinde yükselişlerle sonuçlanmıştır. İlk başta Wall Street, Frankfurt gibi finans sermayesinin bulunduğu kentlerde yükselen kitle hareketleri Avrupa ve Amerika kıtalarında yaygınlaşmış, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da etkisi altına almıştır.
Kapitalizmin doğasında yatan kriz etkenleri
Kapitalizmin 19. yüzyıldan bu yana yaşadığı krizleri yüzeysel kavramlarla, yalnızca o dönemin görünen yönünü öne çıkararak, o dönemin “yanlış politikalarına” daraltmak tam da burjuva ideologlarının görevi olagelmiştir.
Oysa ki kapitalizmin krizlerinin en bilimsel ve doğru açıklaması, bu burjuva ideologları tarafından değil, işçi sınıfının ideolojisinin kurucusu olma misyonunu üstlenen Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından, kapitalizmin dünya çapındaki egemenliğini henüz kurmuş olduğu dönemde yapılmıştır. 19. yüzyılın ilk yarısında yaşanan kriz, 1847 yılında yayınlanan Komünist Manifesto’da şu ifadelerle değerlendirilmektedir:
“Burjuva üretim ve değişim koşulları, burjuva mülkiyet ilişkileri, öylesine büyük üretim ve değişim araçlarını oluşturma büyüsünü başarmış o burjuva toplumu, yer altından kendi çağırdığı güçlere artık hükmedemez olan cinci hocalara dönmüş durumda. On yıllardan beri sanayi ve ticaretin tarihi, modern üretici güçlerin, modern üretim ilişkilerine karşı, burjuvazinin ve burjuva egemenliğinin yaşam koşullarını oluşturan bu mülkiyet ilişkilerine karşı başkaldırısının tarihidir yalnızca. Periyodik yinelenmeleriyle tüm burjuva toplumunun varlığını sürekli artarak tehdit eden ve sorgulayan ticaret krizlerini anmak yeter. Ticaret krizlerinde, yalnız üretilen ürünlerin değil, oluşturulmuş üretici güçlerin de büyük kesimi düzenlice yok oluyor. Krizlerde öyle bir toplumsal bulaşıcı hastalık ortaya çıkıyor ki, bu hastalık tüm daha önceki dönemler için saçma görünürdü -aşırı üretim denen salgın hastalık. Toplum bir anda kendini barbarlık durumuna düşürülmüş buluyor; bir kıtlık, genel bir yok etme savaşı, tüm yaşamsal maddeleri toplumun elinden almış görünüyor; sanayi, ticaret yok edilmiş görünüyor, niçin? O toplum aşırı uygarlığa, aşırı geçim aracına, aşırı sanayiye, aşırı ticarete sahip diye. Elinin altındaki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerini desteklemeye hizmet etmiyor artık; tam tersine bu güçler, o ilişkilere büyük gelmeye başlamıştır, engellenirler; engellerden kurtuldukları zaman ise tüm burjuva toplum düzenini bozuyorlar, burjuva mülkiyetin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva ilişkiler, kendi ürettiği zenginliği kucaklamaya yetmeyecek kadar daralmış. Burjuvazi, krizleri ne yolla aşıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bölümünü zorla yok etme, öbür yandan yeni pazarlar fethetme ve mevcut pazarları daha dibine kadar sömürme yollarıyla. Yani? Daha çok yönlü ve daha büyük krizleri hazırlama ve krizleri önleyici araçları daha da azaltma yoluyla.”
Aşırı üretim denen “salgın hastalık”, tam da sermaye düzeni dediğimiz kapitalizmin doğasında yatan, sermayenin sürekli olarak kendisini büyütme eğiliminden kaynaklanmaktadır. Kısaca, düzenin toplumsal ihtiyaçlara değil, kâra dayalı olarak işlemesinden, kâr için üretim yapılmasından kaynaklanmaktadır. Sermayenin sermaye olarak kalabilmesi, düzenini devam ettirebilmesi için gerekli olan, kendisini büyütmeye devam edebilmesidir. Sermaye sahiplerinin yaşamı oksijen ya da su gibi temel maddelere değil, kârları üzerine kuruludur. Fakat sermaye düzeninin bu doğasında krize yol açan ise onun temellerindeki çelişkilerde yatmaktadır. Bu temel, kârların ortaya çıkmasına vesile olan üretim sürecinde bu çelişki, sermaye ile ücretli emek arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır.
Kârlar her ne kadar alım-satım sırasında, maliyetin üzerinde bir satışın gerçekleşmesiyle ya da gelirlerin giderlerin üzerinde olmasıyla gerçekleşiyor görünse de, bu farkın kaynağı üretim sürecinde yer almaktadır. Kapitalizmin hırsızlık ve yolsuzluk düzeni olduğu gerçeği, sermaye sahiplerinin üretim sürecindeki hırsızlığına dayanmaktadır.
Üretim araçlarının, fabrikaların sahibi olan ve işçilerin emek güçlerini kiralayan patronlar, üretim sürecinde işçilere yalnızca “asgari ücret”, yani ertesi gün de gelip çalışacakları kadarını vererek, işçilerin harcadıkları emeklerinin geri kalan kısmına el koyar.
İşte bu hırsızlık, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeği, “artık değer”, kârların da kaynağıdır. Bu karşılığı ödenmemiş emek, dünya çapında piyasadaki fiyatlar üzerinden sermaye sahipleri arasında faiz gelirleri, sanayi kârları, rantlar olarak bölüşülür. Böylece hırsızlık da toplumsallaşır.
Herhangi bir anda patron ile işçi, ister “iş barışı” içerisinde, ister apaçık bir kavgaya tutuşmuş olsun, emek ile sermaye ya da işçi ile sermaye sahibi arasındaki bu karşıtlık, kapitalizmin temel çelişkisi olarak işlemeye devam eder.
Toplumsal üretime tarihsel bir süreç içerisinde bakıldığında bu karşılığı ödenmemiş emek miktarının ise belli sınırları olduğu görülür. İlk sınırı teknik gelişme ve üretkenlik düzeyi belirler. Belli bir döneminde teknolojiyi geliştirmesinin sınırları bulunur. Bu, o anki kurulu fabrikaların, makinelerin, hammaddelerin izin verdiği kadar teknolojinin geliştirilebilmesiyle belirlenir. Teknik bilgi ve teknolojik gelişmenin imkanları bulunsa da verili üretici güçlerin mülkiyetini ellerinde bulunduran tekeller toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda gerekli teknik değişikliği yapamaz. Çünkü mevcut üretici güçlerden elde ettikleri kârlarını yok sayarak, bunun yerine ne olacağı belirsiz bir yatırım yapamaz. Bunun güncel örneği çevre ve robot teknolojilerinin gereğince uygulanamıyor olmasıdır.
İkinci ve esas olarak da kâr oranlarının eğilimleri sermayenin hareketlerini belirler. Sermaye sahipleri, piyasa ilişkileri üzerinden düşünüldüğünde, ortalama kârların üzerinde kâr etmek ve sermayelerini büyütmek ihtiyacı duyar. Bu amaçla, artık değeri arttırmak için yeni üretim tekniklerini devreye sokabilir, işçilere verdikleri ücreti sabit tutarak kimi baskılarla daha çok üretmesini sağlayabilir ya da işçi çıkararak daha az sayıdaki işçiyle görece daha çok ürün elde edebilir. Sonuçta amaç ortalama kârların üzerinde bir kâr etmektir.
Fakat zaman içerisinde bu yöntemler tüm piyasaya yayılır ve genelleşir. Bunun sonucunda ise yeni bir düzeyde ortalama kârlar elde edilmiş olur. Öyle ya da böyle kapitalistler arası rekabetin sonucunda üretim teknikleri geliştirilerek gelinen bu yeni düzeyde, bu teknolojilere harcanan sermayedeki ve dolayısıyla maliyetlerdeki artışa kıyasla artık değerdeki artış görece az olmak durumundadır. Yani kârın kaynağındaki artışa göre maliyetler daha fazla artmıştır. Böylece yeni düzeyde, kâr oranlarında bir düşüş gerçekleşmiş olur.
Kâr oranlarındaki düşüş eğilimine karşı gelen kimi yöntemler ve eğilimler devreye sokulduğunda kâr oranlarının yükseltilmesi sağlanabilecektir. Fakat kâr oranlarındaki bu düşüş eğilimi, düzenin temel ilişkisinin ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişki olmasından kaynaklanır. Artık değerin arttırılması ücretli emeğin ürüne katabildiği değer ile sınırlıdır. Ve rekabetle birlikte artan teknolojik gelişme de ürünlerdeki emeğin payının giderek azalmasına yol açar. Böylece kapitalizmin kâr oranlarının düşme eğilimi her açıdan baskın hale gelir ve sermayenin kendisini büyütemediği krizler patlak verir. Bu eğilim, sermayenin sürekli olarak kendisini arttırması, kâr için üretim yapılması ve aşırı üretim salgın hastalığı nedeniyle ağır basmak durumundadır. Sonuç ise küçük sermayelerin iflaslarla çöküşü, ücretli emeğin ve işsizler ordusunun çoğalması ve kapitalizmin çöküşüdür.
Krizlerden çöküşe
Kapitalizmin dünya çapında etkisini gösteren, yukarıdaki dönemsel krizlerine bakıldığında, dünya genelinde kâr oranlarının düşme eğiliminin bir sonucu olduğu görülmektedir. Bu dönemler incelendiğinde kapitalizmin krizi; genişleme-refah-durgunluk evreleri sonrasında ortaya çıkar. Sermayenin bu döngü içerisinde kendisini sürekli tekrar eden hareketlerinde, kâr oranları da genişleme ve refah evrelerinde yükselme eğiliminde olurken, durgunluk ve kriz evrelerinde bu yükselişin sona erdiği, kimi ara dönemlerde tekrar yükselişe geçse de düşme eğiliminin ağır bastığı görülür.
Bu kriz evrelerinde düşme eğilimindeki kâr oranlarına sertleşen sınıf mücadeleleri eşlik eder. Yani kâr oranlarını yükseltmek için çeşitli yöntemleri devreye sokan emperyalist tekeller kendi aralarındaki rekabeti kızıştırırken, esasta işçi sınıfı ve emekçileri ağır sömürü koşullarına mahkum etme derdindedir. Kendi aralarındaki rekabetin savaşlara ve yıkıma yol açması sermayenin yeniden kendisini büyütmesinin önünü açar ve kâr oranlarını yükseltir. Bu nedenle yukarıda örneklerini verdiğimiz, kapitalizmin tarihi boyunca kaçınılmaz olarak ortaya çıkan kriz dönemlerinin dünya savaşlarına ve sertleşen sınıf mücadeleleriyle birlikte devrimlere gebe olduğu gerçeği, bugün de bunalım içerisinde debelenen düzenin öyle ya da böyle bu yola sürükleneceğine işaret etmektedir.
Özetle ve kabaca ortaya koyduğumuz kapitalizmin krizleri ve çöküşü gerçeğinde önemli olan ise bu çöküşe işçi sınıfının çıkarları ekseninde bir yanıt üretilip üretilemeyeceğidir. İşçilerin birliği değil de, öne sürülen başka “birlik” yalanları altında sermayenin çıkarlarına ve bu eksendeki politikalarına yedeklenmek, işçi sınıfı ve emekçilerin çöküşü olacaktır.