Avrupa: Sosyal demagoji ve faşist hareketlerin seçim başarıları

Faşistler sözde Avrupa karşıtı söylemlerle seçimlerde etkili olmuştur. “Sağ popülist”, “aşırı Sağ” olarak adlandırılan bu neo-faşist hareketler 90’lı yıllardan itibaren güç kazanmaya başladılar. Nitekim Avrupa parlamentolarına göz atıldığında, çoğunda faşist partilerin olduğu görülür.

  • Haber
  • |
  • Dünya
  • |
  • 04 Nisan 2014
  • 08:10

Fransa’da ikinci turu yapılan yerel seçimlerde iktidardaki Sosyalist Parti (PS) büyük bir yenilgi aldı. PS ve sol partiler, oyların yüzde 43’ünü alırken, ana muhalefetteki UMP ve neo-faşist Milli Cephe yüzde 48’le sandıktan birinci çıktı. Aşırı sağcı Fraont National/Milli Cephe (FN) partisi de birçok ilde belediye başkanlığı kazandı. Ülke çapında yüzde 9 oy alan FN, tarihinde ilk kez 9 şehirde belediye başkanlığını kazandı.

FN lider Marie Le Pen, “Artık Fransa’da 3. bir siyasi güç olduğu ortaya çıkmıştır. Bu seçimler Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’nin politikalarının iflasının belgesidir” dedi. Bu açıklama, sağcı/faşist koalisyonun, siyasal sürece daha etkili bir şekilde katılma hazırlığı içinde olduğuna işaret ediyor.

Halk nezdinde destek oranı en düşük cumhurbaşkanlarından birisi olan Hollande’nin partisi PS, Paris’i tekrar kazanarak teselli bulsa da, ülke çapında büyük bir hezimete uğradı. Özellikle Sol’un kalesi Toulouse kentinin sağ parti UMP’ye geçmesi dikkat çekti. Hezimeti değerlendiren “Sosyalist” Hükümet Sözcüsü Najad Vallaud-Belkacem, “Seçmenlerin verdiği mesajı aldık” dedi.

Yerel seçimlerin ilk turunda 44,6 milyon kayıtlı seçmenin olduğu ülkede, seçimlere katılım oranı yüzde 25’te kaldı. Katılım oranının dibe vurması, emekçilerin burjuva partilere güven duymadıklarının somut göstergesidir. Bu durum, PS’nin düşük halk desteği almasında önemli bir etken olurken, sağcı/faşist koalisyonun ise, işine yaradı. Bununla birlikte faşist partinin güçlenmesi, seçimlere katılımın düşük olmasından öte sebepleri de var.

Faşist NF’nin başarısı, sadece Fransa ile sınırlı bir durum değil. Avrupa genelinde neo-faşist parti ve hareketlerin giderek artan politik gücü ve etkisi, işçi sınıfı hareketinin gelecek mücadele süreçlerinde önemle üzerinde durması gereken bir sorun halini almaktadır.

İşçi hareketinin tarihsel gelişim süreçleri gözetildiğinde, kapitalist sistemin içine düştüğü kriz ve işçi sınıfı hareketinin devrimci çıkışı karşısında, her dönemde faşist parti, örgüt ve çeteler önemli dalga kıran rol üslenirler. 1890’lı yılların sonunda, -dönemin komünistleri olan- sosyal demokrat partiler öncülüğünde gelişen işçi hareketinin önüne duvar örmek için burjuvazi, anti-semitizme dayalı bir karşı-devrim hareketi geliştirmiş, özellikle Almanya, İtalya gibi ülkelerde etkili olabilmiştir.

Ekim Devrimi ve yarattığı devrimci atmosferin de etkisiyle, Avrupa’nın bütün ülkelerinde dönemin Komünist Partileri önderliğindeki işçi hareketi güç kazanmıştır. Burjuvazi, gelişen sınıf hareketine karşı 20. yüzyılın birinci yarısından itibaren faşist hareketleri oluşturmaya başladı. Faşist hareketler başta Almanya olmak üzere iktidara gelerek, örgütlü isçi hareketini kanlı bir şekilde bastırmıştır.

Günümüzde egemen emperyalist sermaye iktidarını tehdit edecek örgütlü bir işçi hareketi olmasa da, dünya kapitalist sistemin içinde bulunduğu derin ekonomik kriz, burjuva parlamentarist temsili kurumlarına karşı emekçi sınıflarda artan güven kaybı ve bu kurumların meşruiyetini yitirmesi, uluslararası ilişkilerde giderek kullanılan militarist araç ve yöntemler, kemer sıkma olarak adlandırılan ekonomik ve sosyal saldırı ve yıkım politikaları, sağlık, eğitim, barınma, işsizlik, emeklilik gibi devasa sorunlar, sınıflar arasındaki gerilimi arttırmaktadır.

Tekelci sermaye gruplarının çıkarlarını temsil eden kapitalist/emperyalist sistem, aşmakta aciz kaldığı ekonomik ve mali krizin faturasını işçi ve emekçilerin sırtına yıkmak için saldırıyor. Bu saldırıya karşı işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanların tepkilerinin sertleşeceğini bilen egemen sınıflar ve onların hizmetindeki hükümetler, art arda çıkardıkları “anti-terör” yasalarıyla polis devleti için hazırlık yapıyorlar. kazanılmış demokratik hakların tırpanlanması, toplumsal-siyasal yasamda hızla yayılan ırkçılık, şovenizm ve bu sorunların egemen tekelci burjuvazi tarafından “etnik” yöne kaydırılması, göçmen emekçilerin “günah keçisi” olarak sunulması vb… Tüm bunlar, faşist hareketlerin Avrupa’nın bütün ülkelerinde politik güç kazanmalarının hem koşullarını yaratmış hem önünü açmıştır.

 

25 Mayıs Avrupa parlamentosu seçiminde ittifak…

Marine Le Pen liderliğindeki Front National (FN) ile diğer sağcı partilerin seçimlerde güç kazanmalarının, 25 Mayıs 2014’te yapılacak olan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine de yanması bekleniyor. Nitekim Avusturya’da FPÖ, Hollanda’da Geert Wildes`in PVV (Özgürlük Partisi) geçen dönem seçimlerinde aynı başarıyı göstermişti. Fransız sağcılarının da katılmasıyla, AP’deki faşist hareketlerin etkisi artacak.

Ekonomik, mali ve politik krizin yarattığı sonuçlar ve yönetimdeki geleneksel sosyal demokrat, muhafazakar ve sözde sol sosyal demokrat-sosyalist partiler açıktan büyük tekelci sermaye gruplarının çıkarlarını koruyan programları hayata geçirmişlerdir. Avrupa emperyalist burjuvazisinin bu saldırı programları başta işçi sınıfı olmak üzere, toplumun orta kesimleri ve küçük burjuva katmanlarında sosyal erozyona yol açmıştır. Le Pen “Bütün kötülüklerin kökü Avrupa’dır” onun yerine “bağımsız ulusların işbirliği” savıyla, sözde Avrupa karşıtı söylemlerle seçimde etkili olmuştur. “Sağ popülist”, “aşırı Sağ” olarak adlandırılan bu neo-faşist hareketler 90’lı yıllardan itibaren güç kazanmaya başladılar. Nitekim Avrupa parlamentolarına göz atıldığında, çoğunda faşist partilerin olduğu görülür.

Avusturya’da FPÖ 1999 yılında yüzde 26,9 oranında oy alarak hükümette ikinci parti konumuna geldi. 1994 yılında İtalya’da Musolini faşist hareketinin devamı olduğunu açıktan beyan eden Lega Nord, Berlusconi hükümetinde yer alacak güce kavuşmuştu.

Danimarka’da Pia Kjaersgaard’in liderlindeki Danimarka Halk Partisi (DF) seçimlerde aldığı yüzde 12 oy oranıyla etkili politik bir güç haline gelmiştir. Bu parti sistemli bir şekilde yabancı göçe, göçmen emekçilere karşı yürüttüğü ırkçı-faşist propagandayla, hükümetin çıkardığı yeni göçmen yasaları üzerinde belirleyici güç olmuştur.

Hollanda’da Geert Wilders`sin partisi 2010’daki seçimlerde aldığı yüzde 15 oy oranıyla parlamentoya girmeyi başarmıştır. Almanya’da bilinen faşist grup ve partilerin yanında AB karşıtı söylemi üzerinde ilk genel seçimlere katılan “Almanya için Alternatif Partisi”(AFD) az bir oyla parlamentoya grime fırsatını kaçırmıştır.

Bu arada faşist hareket, sadece Batı Avrupa değil, Doğu Avrupa ülkelerinde de etkilerini arttırmaya muvaffak olmaya başladılar. Örneğin klasik faşist hareketlerin ideolojik ve politik karakteristiğini taşıyan parti ve örgütlerin güç kazanması dikkat çekicidir. Zira bu ülkelerde sınıf çatmalarının politik düzeyde daha da derin ve sert yaşandığı bilinmektedir. Özellikle Macaristan faşist hareketi Jobbik Partisi (İyi bir Macaristan için Hareket), oluşturduğu fasit tugaylarla özellikle azınlıklara, sol harekete karşı faşist terör estirmektedir. Taşıdıkları siyah üniformalarıyla faşist tugaylar, geleneksel faşist hareketin sembol ve ideolojisinin militan, azgın savunucuları konumundadırlar.

Faşist hareketin güçlendiği bir diğer ülke Yunanistan’dır. Doğu Avrupa’dakilerle benzer özellikleri, Yunanistan “Altın Şafak” faşist hareketi de taşımaktadır. Geleneksel faşist hareketin ideolojik-politik devamlılık söylemi, bu ülkelerde halen etkili olmaktadır.

25 Mayıs’ta Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir ittifakla girecekleri bilinen bu parti ve grupların, Avrupa düzeyinde etkili politik bir güç oluşturacaklarına kesin gözüyle bakılıyor. Zira bu partiler, Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde geçen dönemde de önemli oranda oy alabildiler. Nitekim Fransa, Avusturya ve Hollanda’da yapılan seçim anketlerinde, bu partilere yüzde 25-30 oranında destekçi olduğunu göstermektedir. 25 Mayıs’ta yapılacak AP seçimlerinde Lego Nord (İtalya), PVV (Hollanda), FN (Fransa), SD (İsveç Demokratları) (İsveç), SNS (Slovak Nasyonal Partisi) (Slovakya) ve VB (Vlaams Belang) (Belçika) ortak hareket etmeye hazırlanıyorlar.  

 

Sosyal demagojinin etkisi

Farklı ideolojik, politik ve sosyal bileşimine karşın bu neo-faşist hareketlerin temel özelliği aldatıcı, sözde anti-kapitalist radikal söylemler ve  “küçük insanı ezen, kendi ulusunun çıkarlarını gözetmeyen” Avrupa kurumlarına karşı propagandadır.  

Tekelci büyük burjuvazinin lehine uygulanan ekonomik ve mali programlar özellikle orta sınıf katmanlarında geleceğe dönük karamsarlık, korku ve büyük bir tepki yaratmıştır. Göçmen işçilere, emekçilere düşmanlık, azınlıklara yönelik ırkçı ve fiili saldırılara varan saldırılar, sosyal sınıfsal sorunların “etnik” boyutta sunulması/tartışılması, anti- islam söylemleri, yabancı göçmenleri, mültecileri kriminalize ederek, yeni göç yasalarının çıkarılması talepleri, sadece orta toplumsal kesimler üzerinde değil, küçük burjuva katmanlar, işsiz kalabalık kitleler ve isçiler üzerinde de etkili olmaktadır. “Ulusal Pazar’ın korunması”, “önce biz ve milletimiz” gibi ırkçı propagandalar, göçmen emekçileri sosyal sorunların, artan işsizliğin sorumlusu olarak lanse edilmesi, küçümsenmeyecek etki yaratmaktadır. Fraont National, FPÖ ve Lega Nord’un seçim başarılarında, işçi kentlerinin rolü de küçümsenemez.

Birinci olarak bu neo-faşist hareketler kapitalizmin içine girdiği bu çok boyutlu kriz sürecinde ortaya çıkan çelişkileri, çatışmaları, sınıfsal tepkileri “sağa“ kanalize ederek dalgakıran rolü oynamaya hazırlanıyorlar.

İkincisi bu faşist hareketler kullandıkları propagandanın etkisiyle egemen burjuva hükümetlerin göçmenlere yönelik yeni yasaların çıkarılmasını kolaylaştırmakta, iltica ve demokratik hakları kısıtlayan yasaların çıkarılmasının toplumsal-siyasal atmosferini oluşturmaktadırlar.

Üçüncü olarak emekçi sınıfları demoralize edecek korku ortamı yaratılmaya çalışıyorlar. En önemlisi de işçi sınıfının devrimci örgütlenmesinin önüne set çekmek, etkili olmasını engellemek fonksiyonunu üstlenmektedirler.

Bütün bu faşist parti ve hareketlerin, büyük tekelci şirketlerin çıkarlarına göre uygulanan ekonomik ve politik programlara, özünde bir itirazları yok. Sosyal hakların kısıtlanması, esnek çalışma koşulları, taşeron sisteminin uygulanması gibi uygulamalar, “ulusal iş gücünü koruma” propagandasıyla desteklenmekte. Dolayısıyla faşist hareketlerin temsil ettikleri ideoloji ve yaptıkları propaganda bir taraftan etkiledikleri sosyal tabanının (özellikle orta katmanların) mantalitesini yansıtırken, öte yandan ve esas olarak egemen burjuva sınıfın çıkarlarını savunmaktadırlar.

Genel olarak faşist ideoloji bir taraftan alt toplumsal katmanların tepkilerini dillendirip dışa yansıtırken, diğer taraftan kapitalist toplumsal düzeni “işçi sınıfı tehdidi”nden korumak, devrimci çıkış perspektifi ve çabasını düzen içine kanalize ederek, dalgakıran rolü oynamaktadır.

Faşist hareketin bu karşı devrimci, işçi düşmanı, aldatıcı sosyal demagojisini teşhir etmek, buna karşı devrimci bir cephe oluşturmak ertelenemez bir görevdir!