Kapitalist dünya ekonomisinin yapısal krizinin içinde, senkronize mali krizlerin ve resesyonların yanı sıra, kimi dönemlerde toplumsal hareketlerde, kitlelerin politize olma eğiliminde bir senkronizasyon görülüyor.
Kısa bir ufuk turu
Bu yılın ilk yarısında, Cezayir ve Sudan’da halk isyanları “adamları” devirdi. Eylülde, Mısır’da darbeci General Sisi’nin rejiminin yolsuzlukları sosyal medyada yankılanmaya başlayınca toplumsal muhalefet aniden patladı. Irak’ta da 1 Ekim’de başlayan sokak ve sosyal medya eylemlerinde 120 kişi öldü; 6 bin yaralı, yüzlerce tutuklu var. Lübnan’da da halk, etnik dini ayrımları aşarak rejime karşı hep birlikte sokaklara döküldü. Halen ekonomi, günlük yaşam felç olmuş durumda.
Şili ve Ekvador’da büyük protesto gösterileri ülkeleri sarsıyor. İspanya’nın Katalonya bölgesinde yüz binlerce insan bağımsızlık hareketi liderlerine verilen ağır cezaları protesto etmek için sokağa döküldü; sokaklar güvenlik güçleriyle eylemciler arasında sert çatışmalara sahne oldu. Hong Kong’da “yeni orta sınıf proletarya” Çin devletinin totaliter devlet kapitalizmine haftalardır direniyor. Londra’da, “iklim krizine” karşı “yok oluş” hareketi, kent merkezinde günlük yaşamı sık sık durduruyor, dünyanın birçok kentinin sokaklarında benzer eylemler yankılanıyor. Hafta sonunda da Brexit karşıtları, yaklaşık bir milyon kişinin katıldığı bir yürüyüş düzenlediler.
Bu protesto gösterilerinin arkasında hakların ve özgürlüklerin genişletilmesine ilişkin talepler, ekonomik krizin karşısında hükümetlerin becerisizliklerine, halkın sıkıntılar karşısındaki duyarsızlıklarına tepkiler, gençlerin gelecek kaygıları var. Ancak bu hareketlerin de kendi yapılarına uygun siyasi (iktidara ilişkin) örgütlenme biçimleri ve programlar yaratamadıkça, “meydan işgallerinde”, “Arap isyanlarında” olduğu gibi devrimci enerjilerini giderek kaybetmeleri kaçınılmaz.
Özgür seçimler, haklar ve özgürlükler
Tepkiler kendilerini kimi zaman da seçimlerde ortaya koyabiliyorlar. Yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinin sonuçları sanırım böyle bir durumu yansıtıyordu. Tunus’taki devlet başkanı seçimleri de bir başka örnek.
Tunus’ta devlet başkanlığı seçimlerinin ikinci turunda, Anayasa Profesörü Kais Said, oyların yüzde 70’inden fazlasını aldı. Said, yeni Tunus Anayasası yapılırken televizyonlardaki tartışmalarda bilgisi ve günlük Arapça yerine klasik Arapçayla konuşmayı tercih etmesiyle dikkat çekmişti. Said, seçimlere bir örgütü olmadan, miting yapmadan katıldı; kampanyasını, bölgeleri gezerek, halkla buluşarak ve tüm masrafı kendi cebinden karşılayarak yürüttü. Yapılan mali yardımları hep geri göndermiş.
Said’in kampanya sloganı “halk istiyor” idi; programı da tek bir vaade dayanıyordu: Yönetimi yerelleştirerek tabana yayacak, aşağıdan yukarı halk ne diyorsa o yapılacaktı. Sorunların çözümlerini halk, uzmanlardan daha iyi biliyordu.
Said’in ilk bakışta radikal gibi görünen seçim platformu, aslında klasik popülizmin tüm özelliklerini sergiliyordu: Kendisi eğitimli, klasik Arapça konuşan bir seçkindi, ama diğer seçkinlere karşı dürüst, “halk daha iyi bilir” diyen bir entelektüel imajı sunuyordu. Dahası, Said, siyasal İslama ait değildi. Karısının başı açık, hatta saçları boyalıydı. Diğer taraftan Said, kadın erkek eşitliğine, LGBTİ haklarına, idam cezasının kaldırılmasına karşıydı, radikal milliyetçi ve Yahudi düşmanı özellikler sergileyen, dinin devletin temelini oluşturduğuna inanan koyu muhafazakâr bir adaydı. Tüm sol örgütler, gençler, “bu kadar kusur kadı kızında da olur” misali Said’i desteklediler. Müslüman Kardeşler hareketi de kendilerine en yakın buldukları aday olarak Said’e oy verdiler.
Tunus örneğinden iki ders çıkarmak olanaklı: (1) Seçimler, özgür ve güvenli bir biçimde gerçekleşseler bile, haklar ve özgürlükler olarak demokrasinin ilerlemesini güvenceye alamıyorlar. (2) Söz konusu olan demokrasiye, adayın sadık olduğu “hakikatler”, aldığı oy sayısından, kişisel imajından daha önemlidir.
Bu yıl yeni bir dalga başlamış olabilir. Ancak hakları ve özgürlükleri nereye götüreceğini önceden bilmek olanaksız!
Cumhuriyet / 24.10.19